"2006'da Beyrut'un Dahiya semtinde yaşananlar, İsrail'in ateş açtığı her köyde yaşanacak. Orantısız güç uygulayacağız ve orada büyük hasar ve yıkıma yol açacağız. Bizim açımızdan bunlar sivil köyler değil, askeri üsler. Bu bir tavsiye değil. Bu bir plan. Ve onaylandı.”
2008 yılında bu sözleri söyleyen ve Beyrut’ta büyük bir katliam gerçekleştiren İsrailli general Gadi Eisenkot, 2019'da emekli olmadan önce İsrail ordusunun genelkurmay başkanı oldu.
Bahsettiği onaylanan plan ise daha sonra İsrail askeri literatüründe “Dahiya Doktrini” olarak adlandırılmaya başlandı.
2006’da Beyrut’ta bir plan olarak uygulanan bu saldırı sürecinde yaklaşık 1.000 sivil öldürüldü. Bunların üçte biri çocuktu ve ülkenin elektrik santralleri, atık su arıtma tesisleri, köprüler, liman tesisleri gibi sivil altyapısına büyük zarar verildi.
Bugün de Gazze’de devam eden soykırım, İsrail’in kısa vadeli karar alarak ilerlediği bir şiddet dalgasından çok, yıllar öncesinden belirlenen bu doktrine dayanıyor.
Hastanelerin bombalanması, şehrin altyapısının yok edilmesi, sivillerin topyekün öldürülmesi…
Bunlar İsrail’in yıllardır uyguladığı Dahiya Doktrini’nin en şiddetli örneği aslında.
Bu doktrin İsrail’in asimetrik savaş stratejisi olarak biliniyor. Caydırıcılık sağlamak için düşmanlarına destek verenleri, onlara ev sahipliği yapan halkları acımasızca gözlerini kırpmadan yok ediyorlar.
Kasıtlı olarak sivilleri ve sivil altyapıları hedef alan orantısız güç kullanıyorlar. Böylece sivil nüfusu terörize etmeyi ve komuta kademesini yani askeri unsurları bu yolla cezalandırmayı amaçlıyorlar.
Yani sivil yaşamın ve kentlerin yok edilmesi, İsrail saldırılarının talihsiz bir yan ürünü değil.
İsrail’in Gazze’de uyguladığı soykırım ve yıkımın arka planında işte bu doktrin yani önceden hazırlanmış ve soğukkanlı bir şekilde işleyen bir plan yer alıyor.
Bu, şu açıdan önemli. Sivillere yönelik sistematik, bilinçli ve planlı bir yok etme stratejisi uluslararası hukukun tüm jenerasyonlarına aykırıdır. Dolayısıyla ileride yargılanacak olan İsrailli yetkililerin bu noktada suçlanabilmesi açısından bu doktrin önemli bir rol oynayacaktır.
Gazze’de planlı bir şekilde sivillere ve sivil yerleşim yerlerine yönelik bu saldırılar, Dördüncü Cenevre Sözleşmesi'ne, uluslararası insancıl hukuka açık şekilde aykırıdır.
Ocak 2024'te Uluslararası Adalet Divanı ve bir ABD federal mahkemesi, İsrail'in Gazze'de soykırımdan suçlu olabileceği sonucuna varan ayrı kararlar yayınladı.
Mayıs 2024'te Uluslararası Ceza Mahkemesi Başsavcısı, soykırımcı Netanyahu ve Savunma Bakanı Yoav Galant hakkında, “bir savaş yöntemi olarak sivilleri aç bırakmak”, “sivil halka karşı kasıtlı olarak saldırı düzenlemek” ve “imha ve/veya cinayet” dahil olmak üzere savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar nedeniyle tutuklama emri talep etti.
Yani uluslararası hukuk şu an çalışmasa da İsrail’in Dahiya Doktrini’nin uygulanmasının sonucunu mahkum etmeye çalışıyor.
Tabi sahada bu plan uygulanırken, zihinlerde de İsrail’in başka bir doktrini devreye giriyor; Hasbara.
Hasbara, kelime anlamıyla “açıklama” demek ama İsrail açısından pratikte haklılaştırma stratejisi olarak uygulanıyor.
Bir önceki yazımda bahsettiğim Holokost üzerinden Hollywood gibi mağduriyet çalışmalarının tamamında Hasbara’nın izi var.
1967’den bu yana konvansiyonel ve diplomatik araçlarla ilerleyen bu strateji, dijitalleşmeyle birlikte sanal alanda da faaliyetlerini derinleştiriyor. Dolayısıyla Hasbara’nın bugünkü en değerli aracı sosyal medya ve diğer dijital araçlar.
Hasbara, İsrail’in attığı her adımı, her saldırıyı, her barbarlığı savunma refleksi olarak çerçevelemeye çalışıyor yıllardır.
Mesela Gazze’de sivillerin üzerine bombalar yağdırdıklarında, dakikalar içinde hazırlanan basın bültenleri, sosyal medya mesajları ve diaspora hesapları devreye giriyor hep.
Önceden tasarlanmış söylemleri, farklı dillerde ve birebir aynı kalıplarla yayıyorlar.
“Hamas sivilleri kalkan olarak kullanıyor”, “İsrail kendini savunuyor”, “terörle mücadele” gibi formüllerle soykırımlarını meşrulaştırmaya çalışıyorlar.
Tabi burada sadece insan gücü değil algoritmalar da devreye giriyor. Çünkü şu an içinde yaşadığımız çağda yalnızca söylemek yetmiyor, o söylemi görünür kılmak da gerekiyor.
“Katil Algoritmalar” adlı yazımda Arakan’daki Müslümanların nasıl sosyal medya üzerinden bir soykırıma maruz kaldıklarını etraflıca anlatmıştım. İsrail’in Hasbara modeli ile Arakan’daki dezenformasyon dalgası arasındaki paralellik çok açık görülüyor.
Sosyal medya platformlarının etkileşimi hedef alan algoritmik sistemleri, duygusal tepki uyandıran içerikleri daha çok öne çıkarıyor. Hasbara’nın gücü, bu mekanizmayı çok iyi bilmesinden geliyor.
Çarpıcı görseller, dramatik başlıklar, organize hashtag kampanyaları sayesinde İsrail yanlısı söylemler viral hale getiriliyor. Rakip tarafın sunduğu içerikler ise ya sahte haber diye etiketleniyor ya da bot ordularının yorum saldırılarıyla itibarsızlaştırılıyor.
Somut örnekler vermek gerekirse. 7 Ekim İsrail saldırılarından sonra dolaşıma giren videoların çoğu ya eski tarihlere aitti ya da bağlamından koparılmıştı. İsrail’in Hasbara hesapları bu bilgi kirliliğinden yararlanarak karşı tarafı yalancılıkla suçladı hep. Bir yandan sahada bombalar patlıyor, bir yandan sosyal medyada kim haklı sorusu tüm havayı bulanıklaştırılıyordu.
Geçtiğimiz gün Netanyahu’nun “sosyal medya bir savaş alanıdır” açıklaması işte bu bağlamda okunmalı. Bu söz, geleceğe dair bir uyarıdan ziyade, yürürlükte olan stratejinin ilanıdır.
Özellikle TikTok tartışmaları bunun parçası. ABD’de TikTok’un Oracle üzerinden kontrol altına alınması, İsrail’in bu alana daha fazla ağırlık vereceğinin açık bir göstergesi. Aylardır devam eden bir soykırım sürecinde sıra şimdi de zihin savaşlarına geldi demektir. Netanyahu, TikTok’tan sonra sırada X var, diyerek aslında yeni cepheyi işaret ediyor.
Önümüzdeki günlerde İsrail’in işte bu dijital propaganda cephesinde karşımıza çıkacak stratejiyi tahmin etmek güç değil.
Yapay zekâ destekli içerik üretimini yoğunlaştıracakları kesin. Sahte ama ikna edici metinler, videolar, ses klipleri ve yüz sentezlerini üzerimize boca edecekler. Bu içerikler hem psikolojik etki yaratacak hem de doğrulama süreçlerini zorlaştıracak maalesef.
Bununla birlikte her ülke, her toplumsal kesim için ayrı mesaj paketlerini devreye sokacaklardır. Bunu daha önce de çok yaptılar. ABD’de Yahudi lobileri, Avrupa’da güvenlik kaygıları, Arap ülkelerinde “İran tehdidi” söylemleriyle farklı kamuoylarına farklı içerikler servis edecekler. Her bölgede yeni suni gündemler yaratmaya çalışacaklar ve iç tartışmalarla ülkeleri boğmak isteyecekler.
Tabi daha önce de yaptıkları gibi dezenformasyon saldırılarıyla gerçeğin ne olduğu konusunda kafa karışıklığı yaratmaya çalışacaklar. Bağımsız gazeteci, Genç TikTok fenomeni, sağduyulu Arap analist gibi kimliklendirmeler üzerinden İsrail’in soykırım sürecini normalleştirmek isteyecekler.
İsrail sahada Dahiya Doktrini’ni uygularken, dijitalde Hasbara doktrinini işletmeye çalışıyor. Birinde köyler askeri üs olarak çerçeveleniyor, diğerinde sivillerin ölümü terörle mücadele etiketiyle meşrulaştırılmaya çalışılıyor.
Ancak dünya kamuoyu İsrail’in propaganda savaşlarına karşı büyük bir sınav verdi şimdiye kadar. Kimse Hasbara teknikleriyle ikna olmadı. Milyonlarca insan dünyanın her yerinde sokaklara dökülüyorlar, devletler Filistin’i tanıma kararı alıyorlar, devlet başkanları BM kürsüsünden daha fazla Gazze’yi haykırıyorlar.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dünkü sözleri de İsrail’in Hasbara tekniklerine karşı savaş verdiğimizi gösteriyor.
“Dün soykırım şebekesinin başı, Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda yalanları ve tehditlerini dinleyecek kimse bulamadı, boş salona konuştu. Gazze’deki meseleyi Hamas parantezine indirgeyenler, kazın ayağının hiç de öyle olmadığının yavaş yavaş farkına varıyor.”
Bundan sonra da soykırımcı Netanyahu’nun ilan ettiği propaganda savaşlarına karşı sağlam durmalıyız. Çünkü ortada apaçık bir soykırım var ve Gazzeliler gözümüzün önünde hiçbir yalanla ya da manipülasyonla üzeri örtülemeyecek şekilde katlediliyorlar. Bize düşen ise İsrail’in dijital alanda yürüttüğü bu savaşa karşı sonuna kadar direnmek, mücadele etmektir.