Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        “Allah’ın yardımıyla, Peygamber’in himmetiyle Kudüs-i Şerif fethedildi. Fetih günü, Rum keferesinin patriği olan Atalya isimli rahip, diğer rahiplerle birlikte gelip itaatlerini sundular.

        Kudüs’te eskiden beri mevcut olan kilise, manastır ve ziyaret yerleri hangi düzen içinde idare edilegeldiyse, bundan sonra da aynı şekilde Rum Patriği’nin tasarrufunda kalacaktır. Hazreti Ömer’in zamanından kalan ahidnâme ve önceki İslam hükümdarlarının emirleri gereğince Rum Patriği bu tasarrufu sürdürecektir.”

        Yavuz Sultan Selim’in 31 Aralık 1517’de Kudüs’ü fethettikten sonra Rum Ortodoks Patrikhanesi ve Hristiyan topluluklarına verdiği hakları düzenleyen emr-i hümâyûndan bir bölümü okudunuz.

        Kudüs şehrinin ve elbette Filistin’in 400 yıllık Osmanlı yönetimi altındaki idaresi işte böyle başlıyor.

        Tabi daha sonra gelen Kanuni Sultan Süleyman da yine babasına benzer bir fermanla Kudüs şehrindeki Hristyanlara yönelik düzeni aynen devam ettiriyor.

        Soykırımcı Netanyahu’nun dün yaptığı açıklamayla “Kudüs bizim şehrimizdir” diyerek Cumhurbaşkanı Erdoğan’a seslenmesi ise bu fermanlarla alakalı esasında.

        Hatırlarsanız üç gün önce Kudüs Rum Ortodoks Patriği Giannopoulos, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı ziyaret etti. Fotoğraflarda Patrik’in Cumhurbaşkanı Erdoğan’a tarihi bir belge hediye ettiğini görüyoruz.

        İşte bu belge Hazreti Ömer'in Kudüs'ü fethinin ardından Patrik Sophronios'a verdiği emannamenin (güvence belgesi) yazılı olduğu bir tabloydu.

        Az önce Yavuz Sultan Selim’in fermanında atıf yaptığı belge yani.

        Ne yazıyor Hz. Ömer’in emannamesinde hemen okuyalım.

        “Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.

        Bu, Allah’ın kulu ve müminlerin emiri Ömer b. Hattâb’ın, İlya (Kudüs) halkına verdiği eman sözüdür.

        Onların canlarına, mallarına, kiliselerine, haçlarına, hastalarına ve sağlıklı olanlarına; bütün milletlerine güvence verilmiştir. Kiliseleri yerle bir edilmeyecek, mesken edinilmeyecek, yıkılmayacak, içlerine zarar verilmeyecek ve haçları ile mallarına dokunulmayacaktır.

        Dinleri konusunda zorlanmayacaklar, kimseye zarar verilmeyecektir.

        Kudüs halkından, Rumlar ve Yahudilerle birlikte yaşayanlar da aynı haklara sahip olacaklardır. Ancak Yahudiler şehre yerleştirilmeyecektir.

        Kudüs halkının, cizye vergisini ödemesi şartıyla, canları ve malları Allah’ın, Peygamber’in ve müminlerin himayesinde olacaktır.

        Bu şartları kabul eden Kudüs halkı güven içindedir. Bu eman, Allah’ın ahdi, Resûlü’nün zimmeti, halifelerin ve müminlerin zimmetidir.

        Şahitler: Halid b. Velid, Amr b. As, Abdurrahman b. Avf ve Muaviye b. Ebu Süfyan.

        Yazıldığı tarih: Hicrî 15. yıl (Miladî 638).”

        Soykırımcı Netanyahu’nun Kudüs bizim şehrimizdir demesinin ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yönelik hadsiz seslenişinin ardında işte bu ziyaret ve Patrik’in Cumhurbaşkanı Erdoğan’a takdim ettiği bu tarihi belge var.

        Hz Ömer döneminden bu yana bölgedeki gayrimüslimlerin korumasını üstlenen otorite hep Müslümanlar olmuş. Bugün Kudüs Patrik’inin bu belgeyi Cumhurbaşkanı Erdoğan’a takdim etmesi ve bu konuyu hatırlatması soykırımcı Netanyahu’yu ve Siyonistleri hayli rahatsız etmişe benziyor.

        Aslında İslam’ın hakimiyetinde 1200 yıl, Osmanlı İmparatorluğu hakimiyetinde 400 yıl huzurla ve güvenle yaşayan Kudüs’ü, doğanların hala hayatta olduğu 1948 tarihinde işgal etmiş bir devletimsinin sahiplik iddiası tarih açısından anlamsız bir tartışma.

        Ancak dünyanın gözü önünde soykırım yapabilecek kadar kendine güvenen ve dünyanın geri kalanını hiçe sayan bir soykırımcının bu yaklaşımına karşı dikkatli olmak da gerekir.

        Kudüs’ün sahibi kimdir tartışması, kendisini tarihsel ve mitolojik unsurlarla var eden Siyonist zihniyetin kendi meşruiyet zeminini kurma ve işgal etme arzusunun bir sonucudur.

        Bu toprakların sahipleri bugün adına yerleşimci dedikleri işgalciler değil asla. Tamamen uydurma bir tarih anlayışıyla ve ürettikleri sahte belgelerle özellikle Müslümanların evlerini ve topraklarını işgal ettiler yıllarca.

        Ama gerçekte bu toprakların sahipleri bundan 500 yıl önce kayıt altına alınmış bile.

        Kudüs şehrinin sahiplerinin kimler olduğuna, burada temel argüman toprak ve mülk sahipliğiyse madem, Türkiye ve bir kısmı da Ürdün’de olan arşivlere bakılarak öğrenilebilir.

        Mesela 16. Yüzyıla ait Osmanlı Devleti’nin arşivlerinde “Tahrir Defterleri” adıyla kayıt altına alınmış belgeler var. Hem de şaşıracağınız ölçüde detaylı bir şekilde.

        Örneğin, “Lifta köyü (bugün Batı Kudüs’te): 395 Müslüman, 30 Hristiyan hane; öşür vergisi zeytin, üzüm ve buğdaydan” gibi detaylı bilgiler yer alıyor bu kayıtlarda.

        Kayıtların tutulmasının en temel amacı vergilendirme sistemini doğru ve hakkaniyetli bir şekilde işletmek aslında. Ancak Kudüs şehrinin dini önemi dolayısıyla Osmanlı Devleti burada ciddi bir kayıt ve arşiv tutmuş.

        Mesela, Kudüs şehrinde ahali arasındaki mal ve mülk alışverişlerinin, şikayetlerin ve taleplerin tutulduğu “Kudüs Şer‘iyye Sicilleri” de çok değerli kaynaklardır.

        İki örnek verelim.

        “Kudüs’te bir Müslüman ile Ermeni arasında ev satışı. Ev Haret el-Sa‘diyye mahallesinde, satış bedeli 500 guruş.”

        “Latin cemaati, Beytüllahm’deki Doğuş Kilisesi’nin yanında küçük bir arsanın duvar inşası için izin alıyor.”

        Bu kayıtlar Filistin topraklarının, Kudüs’ün gerçek sahiplerinin kim olduklarına dair önemli belgelerdir.

        İşte bu kayıtlardan yola çıkarak bazı Filistinliler işgalcilere karşı yargı yoluna gittiler geçtiğimiz senelerde.

        İsrail mahkemelerinden bazıları bu belgeler dolayısıyla evlerini boşaltma kararı verilen Filistinlilere evlerini iade etmek zorunda kaldı.

        Tabi bu olumlu örneklerden çok fazla yok. Dünyanın gözü önünde bir ülkeyi ve halkını yok eden bir ülkenin yargısı, Filistinliler lehine olacak değil elbette. Zira ne İsrail’de bir hukuk var ne de uluslararası hukuk ya da sistem İsrail’i bu anlamda zorlayabiliyor.

        Bırakın toprakların yargı yoluyla gerçek sahiplerine iade edilmesini, soykırımla, bir halkı top yekün etnik temizliğe uğratarak yeni topraklar kazanıyor İsrail.

        Ancak Osmanlı arşivleri bu açıdan çok değerli. Adil bir uluslararası sistem veya uluslararası hukuk bir gün tecelli ederse, bu arşivlerden faydalanarak Filistinliler, eğer henüz soykırımdan sağ kurtulabilmişse, topraklarına kavuşabilirler belki.

        Uluslararası hukuk ve BM nezdinde Kudüs şehrinin statüsü nasıl ona da bakalım.

        BM’nin 181 sayılı 1947 Taksim Planı Kudüs’ü ne İsrail’e ne de Filistin’e bırakmış, “uluslararası statüye sahip özel bir şehir” (corpus separatum) olarak öngörmüş.

        1967 yılındaki Altı Gün Savaşı’nda İsrail Doğu Kudüs’ü işgal edince BM Güvenlik Konseyi’nin 242 sayılı karar ile işgal edilen topraklardan çıkmasını istemiş.

        1980’de İsrail, Kudüs’ü “ebedi ve bölünmez başkent” ilan etmiş. BM Güvenlik Konseyi’nin 478 sayılı kararı bu adımı “geçersiz” saymış. Hiçbir ülkenin büyükelçiliğini Kudüs’te bulundurmaması gerektiğini vurgulanmış.

        Tabi ne BM Genel Kurulu ne de BMGK kararları İsrail ve ABD için bir anlam ifade etmiyor.

        Geçtiğimiz dönem Trump yönetimi Kudüs’ü İsrail’in başkenti ilan edip oraya büyükelçilik açtı. Netanyahu gibi radikal bir Siyonist olan kendi avukatını da oraya büyükelçi olarak gönderdi.

        Ama bu adım devletler nezdinde karşılık bulmadı.

        Hele ki bugün Gazze’de yaşana soykırım süresince dünya kamuoyu İsrail konusunda aydınlanmışken ve her geçen gün İsrail’in Naziler dolayısıyla inşa ettiği meşruiyet zemini ortadan kalkmışken kimsenin Kudüs’ü başkent ilan edeceğini sanmıyorum.