Papa XIV. Leo’nun Türkiye ziyareti, diplomatik takvimde sıradan bir temas olarak duruyordu.
Ama bu ziyaret, Türkiye’nin sosyal medya çağındaki duygu ekonomisine teslim olunca, bir anda memleketin kadim meselelerinden Lozan’a, “ekümeniklik” mitolojisinden Haçlı Seferleri’nin rövanş hayaline, hatta Atatürk’ün kırmızı çizgilerine kadar uzanan devasa bir manaya büründü.
Öğrendiğimize göre Fatih Sultan Mehmet zamanında Papa’nın gelişine izin vermemiş, İstanbul hava sahasını Papa’ya kapatmış. Atatürk de benzer şekilde X hesabından Papa’nın gelişine karşı çıktığını açıklamış. Belge bilgi yok ama olsun.
Benim bu yazdıklarım, sosyal medyadaki dezenformasyon bombası karşısında daha az absürt değil inanın.
Oysa devletin çizdiği çerçeve ve diplomatik teamüller ortadayken tablo bu kadar karmaşık olmamalı. Burada mesele, yanlış bilgi ile Türkiye’nin derin tarihsel hafızası arasındaki gerilimdir.
Çünkü Türkiye’de din, kimlik, devlet ve uluslararası semboller kesiştiğinde, tartışma düz bir akıl yürütmeden hızla çıkar; herkes kendi tarih anlatısını devreye sokar. Dezenformasyon da tam bu hassasiyetlere yaslanır.
Ziyarete yönelik eleştiriler elbette olabilir. Bu, anlaşılır bir şeydir de. Tartışmalar daha iyiye yöneltir hepimizi. Ancak eleştirilerin ve tartışmaların doğru bilgi üzerinden şekillenmesi olmazsa olmazdır. Öbür türlüsü iftiraya, yalana, safsataya ve absürtlüğe doğru giden bir yoldur. Aklı başında insanların da bu yolu tercih etmeyeceğini bilerek, işin doğrusunu yazmanın önemli olduğunu düşünüyorum.
Önce ziyaretin en temel gerçeğiyle başlayalım.
Papa XIV. Leo Türkiye’ye Cumhurbaşkanımızın resmî davetiyle geldi. Bu, Vatikan Şehir Devleti’nin protokolünün de gereği zaten. Ankara’da düzenlenen devlet töreni, ziyaretin diplomatik niteliğini belirleyen en açık çerçeve. Fener Rum Patriği Bartholomeos ise protokolde yalnızca kendi kilisesine ilişkin dini içerikli programların parçasıdır; ziyaretin siyasi boyutunu belirleyen makam değildir, olamaz da.
Tam da burada tartışmanın ikinci halkası ortaya çıktı. İznik’teki ayin ve “ekümeniklik” meselesi. Türkiye’de bu sözcük, çoğu zaman Lozan’ın kırmızı çizgeleriyle birlikte düşünülüyor. Fakat “ekümenik” kavramı, uluslararası hukuk açısından herhangi bir statü değişikliği yaratmayan tarihî–teolojik bir ifadedir. Ne İznik’te yeni bir kilise açıldı ne de Patrikhaneye Lozan’ı aşan bir yetki tanındı. Törenlerin hiçbir hukuki sonucu yoktu; sembolik ve kültürel niteliği vardı.
Türkiye’de dini semboller gündeme gelince laiklik refleksi de hızlı devreye giriyor. Biraz araştırdım 1967 yılındaki Papa’nın ilk Türkiye ziyaretinde de benzer tartışmalar yaşanmış. Karşılama bandosunun ne çalacağından Papa’nın dini kıyafetle Ankara sokaklarından geçmesinin nasıl idare edileceği gibi birçok konu konuşulmuş zamanında.
Papa’nın İstanbul ve İznik’te ayin icra etmesinin laikliğe aykırı olduğu iddiası da bunun bir başka örneği. Oysa laiklik, devletin bir inancı zorlamaması ve vatandaşların buna yabancı devlet başkanları da dahil ibadet özgürlüğünü güvence altına almasıdır. Bu ziyaret, tam da laikliğin gereği olan çoğulculuk çerçevesinde icra edildi. Hiçbir anayasal kurum tarafından egemenlik zafiyeti tespiti de yapılmadı gördüğüm kadarıyla.
Bir diğer popüler iddia ise “Türkiye’de 100 kilise açıldı, ülke Hristiyanlaştırılıyor” söylemiydi. Her kesime yönelik bir dezenformasyon vardı son birkaç gündür sosyal medya hanemizde. Bu da onlardan biri işte.
İbadethanelerin inşası ve restorasyonu, Türkiye’nin kültürel miras politikasının parçası. Bugün de değil hem Osmanlı’dan beri bu topraklar, farklı dinî yapıların korunmasına yönelik bir devlet aklı üretmiştir. Bu koruma, egemenlik kaybı değil; kültürel sürekliliğin göstergesidir. Devletin kendine olan güveninin en büyük göstergesidir. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’da hem Ermeni Patriği’ni kurmuş hem de Fener Rum Patriği’ni tekrar ayağa kaldırmıştır mesela.
Yeri gelmişken Atatürk’ün zamanında Papa’nın ziyaretine karşı çıktığını söyleyen birçok sosyal medya hesabıyla karşı kaldık. Bunlar da tamamen yalan tabi. 1935 yılında İstanbul’a yaşayan Vatikan temsilcisi olan Roncalli yıllar sonra “Türk Papa” lakabıyla Papa bile seçildi. O dönem Atatürk’ün Papa’ya bir şerhi olduğuna dair en ufak bir belge ya da bilgi yok.
En popüler tartışma konularından biri de ilahi okuyan koroyla ilgiliydi. Sevgili dostum Akşam yazarı aynı zamanda sanat tarihi doktoru olan Murat Özer paylaştı aynen aktarıyorum.
“Papa'nın ziyaretinde ilahiler söyleyen Antakya Medeniyetler Korosu, Katolik Hristiyan, Ortodoks Rum, Ermeni, Süryani, Musevi, Arap Alevisi ve Sünni Müslümanlardan oluşuyor. Şarkılarını depremzedelerden, Diyarbakır Annelerine, Gazze'den Çanakkale şehitlerine kadar pek çok olay ve kişi için seslendirdiler. Tam 18 yıldır. Çoğunluğu gayrimüslim vatandaşlarımızın bu etkinlikte Hz. Muhammed'i (sav) öven ilahiler söylemesiyle ancak iftihar edilebilir. Sahne kostümleri ise yıllardır bu şekilde.”
Papa’ya Taleal Bedru ilahisi okundu da iddiası da yine bunlardan biriydi. Oysa ilahi, Papa salonda yokken, Antakya Medeniyetler Korosu tarafından seslendirildi. Papa salondayken icra edilen eser ise Ahmet Hatipoğlu’nun Tevhid ve Esma Zikri’ydi. Bu gerçek görmezden gelindi; bir kez daha semboller bağlamından koparıldı.
Son bir yanlış bilgiyi daha burada düzeltip kapatayım.
Sosyal medyaya düşen kukuletalı tören görüntülerinin Türkiye ile ilgisi olmadığı da basit bir görsel aramayla görülebilir. Video, yıllardır internette dolaşan İspanya’daki Semana Santa törenlerine ait eski bir kayıt. Yani Türkiye’deki bir ayinle ilişkilendirilmesi tamamen yalan.
Gördüğünüz gibi her mahalleye bir dezenformasyon üretilmiş. Her dünya görüşüne her ideolojik yaklaşıma her inanç kesimine yönelik bir dezenformasyon bombardımanıyla karşı karşıya kalmışız son üç dört gündür. Birinden kaçsanız diğerine mutlaka yakalanıyorsunuz.
Bu işlerle ilgilenen biri olarak şunu söylemek isterim.
Bu gibi yoğun dezenformasyon süreçleri genelde sistematik saldırıların bir sonucu. Bu kadar ince işçilikli bir yalan kampanyasının organik olmadığını çok rahat görebiliyoruz.
Sonuç olarak Papa XIV. Leo’nun ziyareti, ne eksen değiştiren bir adım, ne laik düzeni aşındıran bir hamle, ne de Patrikhaneye yeni statü kazandıran gizli bir anlaşma.
Ziyareti büyüten, ziyaretin kendisi değil; etrafına örülen dezenformasyon ağırlıklı gürültü korosu.
Türkiye’nin gerçek gücü, tam da bu gürültünün içinde soğukkanlılığını koruyabilmesinde yatıyor.
Ve bu kez bir kez daha görüldü ki; gürültü büyüyor, fakat devlet aklı kendi rotasında ilerlemeye devam ediyor.
Zira bizler Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu konulardaki liderliğini, stratejik aklını, farkındalığını, tarihsel olarak üstlendiği misyonunu, milletine ve inancına bağlılığını çok iyi biliyoruz.