“The Platform” (El hoyo - 2019), pandemi nedeniyle nerdeyse herkesin evine kapandığı bir dönemde seyircilerle buluşmuştu. Öylesine karanlık, klostrofobik bir filmdi ki insanların morale ihtiyaç duyduğu o günlerde “Acaba hiç yazmasam daha mı iyi olur?” diye düşündüğümü bile hatırlıyorum. Öte yandan, Netflix’te 4 hafta içinde 56 milyon kullanıcıya ulaşarak pandemi döneminin en çok seyredilen ve konuşulan filmlerinden biri olmayı başarmıştı.
Yönetmen Galder Gaztelu-Urrutia’nın ilk uzun filmi, bir çağdaş dünya alegorisi gibi gelmişti bana. Resmi adı “Dikey Öz Yönetim Merkezi” olan, içinde yaşayanların ise Çukur olarak adlandırdığı, gardiyanların olmadığı gizemli bir hapishanede geçiyordu film. Bildiğimiz hiçbir cezaevine veya zindana benzemiyordu. Dışarıya açılan kapı veya penceresi olmayan 333 katlı dikey bir binaydı. Tam ortada, bütün hücreleri birleştiren bir boşluk vardı. En üst kattaki lüks mutfakta hazırlanan mükemmel ve leziz yemekler, dikey boşlukta hareket eden büyük platformun üzerinden aşağıya doğru iniyordu. Yiyecekleri yemeyip sakladığın anda hücrede ölümcül bir sıcak veya soğuk başlıyordu. Bunun dışında hiçbir kısıtlamanın olmadığı, öldürmek dahil her şeyin serbest olduğu bir yerdi. Üst kattakiler şanslıydı çünkü istedikleri kadar yiyebiliyorlardı. Alt kattakiler ise açlığa mahkumdu.
Platformun üzerinde aşağı inen mükemmel sofrayı, gezegenimizin hepimize ait olan kaynakları olarak görmek mümkündü. Herkes sadece hayatta kalacak kadar yese ve alt kattakilerin aç kalmaması için çaba gösterse, belki hiçbir sorun çıkmayacaktı. Ama Çukur’da tümüyle orman kanunları hüküm sürüyordu. İlk filmin hikâyesi, ana karakter Goreng’in kaynakların adil paylaşımı için, gerektiğinde kaba kuvvet kullanmaya dayalı bir hareket başlatmasıyla şekilleniyordu.
“The Platform 2” (El hoyo 2) ise Goreng’in hayallerinin, ideallerinin hayata geçirildiği bir Çukur’da açılıyor. Kuşkusuz, yine her şeyin serbest olduğu, dışardan hiç kimsenin olaylara müdahale etmediği bir ortamdayız. Ama bu kez içerde bir dayanışma ağı kurulmuş durumda ve Çukur’da kalanların, sadece Dikey Öz Yönetim Merkezi’ne girerken ısmarladıkları yemek veya yiyeceği tüketmesi bekleniyor. Amaç mümkün olduğu kadar çok kişiyi hayatta tutmak, kaynakları adil şekilde paylaşmak… Film başladığında, gereğinden fazla yiyenlerin cezalandırıldığı eşitlikçi sistemin bir şekilde işlediğine tanık oluyoruz. Lakin işlemesi için ikna ve propagandanın yetmediği noktada, kaba kuvvet ve şiddetin devreye girmesi gerekiyor.
İlk filmin ana karakterinin önünde iki seçenek vardı. Ya uygarlığın ideallerine sahip çıkacak ya “altta kalanın canı çıksın” mantığında ilerleyen orman kanunlarına uyum sağlayacaktı. İkinci film ise kaba kuvvetle gelen “ideal düzen”in nereye kadar ayakta kalabileceğini sorguluyor. O yüzden ilkine oranla daha karamsar ve bunaltıcı bir hikâyesi var.
Hikâyeyi, sadece “zaman”a ihtiyacı olduğu için Çukur’a geldiğini söyleyen Perempuan (Milena Smit) ve işlediği suç nedeniyle orada olduğunu anlamakta çok gecikmediğimiz Zamiatin’in (Hovik Keuchkerian) hücresinden takip ediyoruz. İlk ay eksi 24’ncü kattalar ve yemek sorunları yok. 23’ncü kattakilerin yönlendirmesiyle sadece kendilerine ayrılan yiyeceği tüketme kuralına uyuyorlar ama yine de Zamiatin, iştahına hâkim olmakta zorlanıyor.
Hikâye ilerledikçe irade sahibi güçlü bir kadın olan Perempuan’ın, ihtiyacından fazla yemek yiyenlere karşı duyduğu öfkeye ve cesaretine tanık oluyoruz. Dayanışmaya, eşitlikçi sisteme inanıyor ama bir süre sonra, sistemin kurallarını çok katı ve acımasız şekilde uygulayan liderlerle hiç beklemediği şekilde karşı karşıya geliyor. Çünkü Dagin Babi (Óscar Jaenada) adlı lider “Hiç kimsenin ölmeyeceği bir gelecek için öldürüyoruz” diyerek en basit kuralları ihlal edenleri dahi çok ağır şekilde cezalandırıyor. O noktada filmin neyi tartıştığı da netleşiyor: Şiddet, ideallere ulaşmanızı sağlar mı, yoksa beraberinde onlardan uzaklaşmanızı mı getirir?
İlk filmde Goreng, vahşi rekabete dayalı kapitalizmi andıran serbest sisteme karşı mücadele ederken, ikinci filmde Perempuan’ın komünist diktatörlüğü andıran otoriter sisteme isyan etmesini seyrediyoruz. Sisteme ve cezaya inanan Dagin Babi ile Perempuan’ın vicdan ve merhametinin karşı karşıya geldiği bir film “The Platform 2”… İlk filmin, adalet ve eşitlik; ikinci filmin ise özgürlük mücadelesi üzerine kurulu olduğunu söylemek de mümkün.
İlk filmdeki hücre arkadaşı Trimagasi’nin (Zorion Eguileor) Goreng’e “Komünist misin?” diye sorması ve Trimagasi’nin yeni filmde hikâyenin yine kritik bir anında Perempuan’ın sürpriz bir şekilde karşısına çıkması, kuşkusuz tesadüf değil. Hikayenin geçtiği zaman hakkında da bilgi sahibi oluyoruz böylelikle. Kendi adıma, filmin “Hadi, kapitalizmden sonra komünizmi de eleştirelim” yaklaşımıyla alegoriyi biraz fazla zorladığını ve asıl meselenin dayanışma olduğunu unuttuğunu düşünüyorum. Çünkü bence burada asıl söz konusu olan kaynakların eşit paylaşımından ziyade hayatta kalma mücadelesi… Film kolay yolu seçerek dayanışmacı sistemin yozlaşma sürecini anlatmıyor. Tam aksine, yozlaşmış bir sistem çıkarıyor karşımıza. Ayrıca iktidar zehirlenmesi sürecine de hiç girmiyor. Tek söylediği, orantısız cezalandırma sisteminin intikamcı liderlerin elinde kontrolden çıkması... “İyi de cezalar ne zaman orantısız hale geliyor?” gibi soruların yanıtı bize bırakılıyor. Dagin Babi, fanatik bir iktidar zincirinin hem kurbanı hem sürdürücüsü olarak geliyor karşımıza.
Kendi adıma, Perempuan ile Zamiatin üzerinden gelişen ve suçluluk duygusuyla ilgili geçmiş öyküye uzanan psikolojik altyapının da Çukur’da verilen özgürlük mücadelesine anlamlı şekilde bağlanamadığını düşünüyorum.
Hikâyenin finalini sevdiğimi söylemem de mümkün değil. İlk filmdeki kafkaesk yapı burada da korunuyor. Yani, Dikey Öz Yönetim Merkezi’nin neden kurulduğuna, onca insanın neden ölüme terk edildiğine dair yine hiçbir bilgi verilmiyor. Gerçi özel teşebbüs veya derin devlet eliyle yürütülen bir deney veya araştırma olduğunu düşünmek olası ama yine de film boyunca bu konuda net hiçbir şey söylenmiyor. Açılış sahnesinden itibaren ara sıra gördüğümüz üniformalı çocukların kim oldukları ve orada ne aradıkları, sorularına bizim yanıt bulmamız isteniyor. İlk filmde de karşımıza çıkan çocuk motifinin, deneklerin veya mahkumların vicdanını, vahşetin masumiyet karşısındaki gücünü test etme amacını taşıdığını tahmin ediyoruz.
Filmin son dakikalarında soruları ve gizemi artıran olayların gerçekleşmesine itirazım yok. Belli ki amaç, her şeyin ardında tahmin ettiğimizden daha büyük bir şey olduğunu hissettirmek; üçüncü filmin yolunu açmak. Ama sonlara doğru olup bitenlerin hikâyeye ve filme ne katkısı var, derseniz, olumlu bir şey söylemem imkânsız. Bazı gizem filmlerinin sonunda öyle şeyler olur ki bir anda her şeye bakışınız değişir ve okumalarınız derinleşir. Burada ise iki filmin geçtiği zaman dışında kayda değer bir veri yok. Sadece içi boş bir merak duygusu çıkıyor ortaya. Ayrıca, gizemli filmlerde de insanın inanmadığı, ikna olmadığı yerler vardır. Sizi bilmem ama “The Platform 2”nin son 20-25 dakikasında aklıma pek yatmayan yerler olduğunu söylemek zorundayım.
Özetle yönetmen Galder Gaztelu-Urrutia’nın ikinci filmin altından yüzünün akıyla çıkamadığını düşünüyorum. Hikâyenin yönü ne kadar farklı görünürse görünsün, görsel açıdan iki filmin birbirine çok benzediği, birçok açıdan birbirinin tekrarı olduğu inkâr edilemez. Özellikle klostrofobi, karanlık, şiddet ve kan konusunda her şeyiyle birbirine benzeyen iki film seyrediyoruz.
Milena Smit ve Hovik Keuchkerian başta olmak üzere oyunculuk filmin artı puanlarından biri ama karakterlerin ilgimi çektiğini söylemem zor. İlk film kişilikleri, hikâyesi ve tartıştığı meseleleriyle açıkçası daha kayda değerdi. Ana karakter Goreng üzerinden Don Kişot metaforu iyi işliyordu ve tüm film bitimsiz bir kâbusu andırıyordu. Burada Perempuan’ın suçluluk duygusu üzerinden şekillenen geçmiş öyküsü ise o kadar iyi işlemiyor. Öte yandan, tartışmaya açtığı konular üzerinden baktığımda, yer yer ilgiye değer hale gelen bir film seyrettiğimi de inkâr edemem. (Netflix)
6/10