Pedro Almodovar’ın, geçtiğimiz eylül başında Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan kazanan yeni filmi “Yandaki Oda” (The Room Next Door), sakin bir akışa sahip. Melodram kodlarını, olay örgüsündeki iniş çıkışları, tesadüfleri, hayatın getirdiği irili ufaklı sürprizleri seven Almodovar’ın sinemasında alışık olmadığımız bir monotonluk hâkim filme. Oysa önceki filmi “Paralel Anneler”de (Madres paralelas – 2021) nerdeyse tam zıttı bir yapı vardı. Burada ise olaylar aşağı yukarı tahmin ettiğiniz gibi gelişiyor ve sona eriyor. Ama film, monoton akışın içinde derinleşip anlam kazanıyor.
Dramatik çatışmalar da açıkçası pek alıştığımız tarzda değil. İlk bakışta her şey ölümün karşı konulmaz gerçekliğiyle ilgili… Kuşkusuz, Martha’nın (Tilda Swinton) Ingrid’e (Julianne Moore) anlattığı ve Vietnam Savaşı’na kadar giden geçmiş hikâyesinde bazı önemli çatışmalar göze çarpıyor. Öyle ki, söz konusu yan hikâye nerdeyse “film içinde film” gibi duruyor ve melodramı andırıyor. Martha’nın özellikle kızından uzak kalması, filmin kritik noktalarından biri. Yine de filmin odaklandığı asıl çatışma, karakterler arasında değil, hayatla ölüm arasında, hiçbirimizin tam olarak çözemediği konularda…
Yıllar sonra New York’ta bir hastane odasında karşılaşan ve giderek yakınlaşan iki eski arkadaşın nasıl bir hikâyenin kahramanları olacağını tahmin etmeye çalışırken Martha’nın hastalığı, filmin merkezi olup çıkıyor. İlk sahnede kitabını imzaladığı genç okuruna yaşam karşısında ölümü bir türlü kabullenemediğini dürüstçe açıklayan Ingrid’in tüm bu süreçte Martha’nın en yakınında olması, hikâyenin can alıcı yanlarından biri kuşkusuz. Martha’nın daha da ileri giderek Ingrid’i ölümle nerdeyse yüzleşeceği zorlu sürece çekmek istemesi, filmin kırılma noktasını oluşturuyor.
Ne var ki, “Yandaki Oda”, Martha ile Ingrid arasındaki çatışmadan değil, dayanışma duygusu üzerinden ilerliyor. Tam da burada, Almodovar’ın bir kez daha en sevdiği temaya döndüğünü, kadın dayanışması üzerine bir film yaptığını söyleyebiliriz elbette. Ama kadın dayanışmasının gücü, Almodovar’ı hikâyeye çeken yegâne duygu değil. Martha’nın kendisini bekleyen ölüm karşısında verdiği sınav ve film boyunca yaşadığı duygusal deneyim, bence her şeyin önüne geçiyor. “Acı ve Zafer”de (Dolor y Gloria – 2019) yaklaşan yaşlılığı anlamaya çalışan Almodovar’ın “Yandaki Oda”da ölümün kaçınılmazlığı karşısındaki halimize bakmaya çalıştığına inanıyorum. Kaçınılmaz sonu kabullenme duygusunun filmi şekillendirdiği kesin ama ölümden ziyade hayatla ilgili bir film seyrediyoruz.
Martha ile Ingrid’in yıllar sonra karşılaşması, hikâyenin anahtar öğelerinden biri; çünkü bu sayede kendine duyarlı bir dinleyici bulan Martha hikâye anlatıcısına dönüşerek geçmişine ve kendisine belirli bir mesafeden bakabiliyor. Dolayısıyla, ölümü düşünmekten ziyade hayatını, mazide aldığı kararları, yaptığı hataları sorguluyor.
Kızının babasının çığlık atan insanları kurtarmak üzere yanan eve girmesi ile Martha’nın savaş muhabiri olması arasında da koşutluk kurulabilir. Nerdeyse anne ve babasız büyüyen kızı, belli ki Martha’nın kendisini en çok sorguladığı konu… Kızının, yıllarca anne ve babası tarafından sembolik olarak “kurtarılmayı” beklediği halde onu kurtaramadıklarının farkında…
Martha’nın savaş muhabirliği yaptığı yılları anlatırken yaptığı işi idealize etmekten uzak durması, kayda değer bir nokta… Ingrid ona gazeteci olarak dahil olduğu ve unutamadığı savaşı sorduğunda kendinden değil, direnen Bosna halkından söz ediyor. Savaş muhabirleri veya savaşta çalışan gönüllülerin libidosunun her zaman yüksek olduğunu belirtmekten kaçınmaması yine dikkate değer bir detay.
Martha, savaştan ruhu yaralı olarak dönen bir erkeğin çocuğunu doğurmayı her şeyin önüne koyan ama anneliğin altından kalkamayan bir kadın. Tam da burada, anneliği kutsayan filmlere imza atan Almodovar’ın mükemmel anne olamayan karakterlerine her zaman empati ve sempatiyle yaklaştığını unutmamak gerek. Martha’nın kızına en çok ihtiyaç duyduğu dönemde hak etmediği bir şefkatin peşine düşmemesi, kişiliği hakkında önemli bir ipucu veriyor. Martha mükemmel biri olmadığının farkında ama kendine karşı dürüst ve dürüstlük, yaklaşan ölümü beklerken iç huzurunun anahtarlarından biri.
Diğeri ise elbette yan odadaki kişinin varlığı, onun kim olduğu… Türkçe’de “bir ses, bir nefes” diye özetleyebileceğimiz o arzunun Martha’nın konumundaki biri için ne kadar önemli olduğunu anlatıyor “Yandaki Oda”… Belli ki Ingrid, yıllar sonra kendisinin de benzer bir kişiye ihtiyaç duyabileceğini hissediyor.
Ingmar Bergman’ın “Persona”da (1966) yakın plandan iki kadının yüzünü gösterdiği çekimi, sinema tarihinin en çok gönderme yapılan imgelerinden biridir. Almodovar’ın filmde bu imgeyi açık şekilde işaret ettiği planı yatakta geçiyor. Martha uyurken, Ingrid onu kontrol etmek için arkasından yaklaşıyor ve detayına girmek istemediğim çekim, hepimize huzur veriyor. Böylece Almodovar, Bergman’ın hafif tekinsizlik içeren tanıdık imgesini alıp hem başka bir duyguya çeviriyor hem filmin anahtar anlarından biri haline getiriyor.
Ingrid filmde sevgi dolu bir melek gibi. O yüzden, son bölümde Ingrid’in Alessandro Nivola’nın canlandırdığı karakterle olan diyaloğunun önemli olduğunu düşünüyorum. Almodovar’ın kimin tarafını tuttuğu elbette belli. Zaten asıl hedefi başka: Bizi o ana kadar getirdiği duygu seviyesinden uzaklaştırma pahasına tümüyle farklı düşünen “karşı taraf”ın Ingrid’e ve öyküyle ilgili ipucu vermek istemediğim için burada adını geçirmeyeceğim “tartışma konusu”na nasıl bir açıdan baktığını göstermek istiyor.
Bu sahneden sonra gelen final ise filmi çok daha başka duygulara taşıyor. Kuşkusuz, burada Edward Hopper’ın filmde açıkça referans verilen ve Woodstock yakınlarındaki evin duvarında asılı olan “People in the Sun” tablosundan söz etmek gerek. Almodovar, film boyunca tablonun kompozisyonunu benzer şekilde uygulayan bir kadraja imza atmıyor aslında. Ama evin verandasında geçen birçok çekimde tabloyu dolaylı olarak filmin içine dahil ediyor. Özellikle de uzaklara bakma halini… Dahası, görüntü yönetmeni Eduard Grau ile birlikte sadece bu tabloyu değil, Edward Hopper’ın eserlerindeki görsel duyguyu filmin bütününe yaymayı başarıyorlar.
Öte yandan, “Yandaki Oda”, Hopper tablolarındaki hüzünden farklı olarak hayatın güzelliğini yansıtan huzur verici imgelere sahip. Ölümün karanlığı ve kasveti filmin görsel tasarımını pek etkilemiyor. Grau ve Almodovar, canlı renklerden kaçmayan aydınlık, ferah imgelerle çıkıyor karşımıza. Almodovar genellikle seyircinin içinde olmak isteyeceği mekanlar kurmayı hep sever ama yine de “Yandaki Oda”da hayatın görsel güzelliğini, ölümün karşısına çıkardığını söylemek mümkün. Sözgelimi New York, iç ve dış mekanlardaki bütün güzelliğiyle yaklaşan ölümle tezat teşkil eden bir şehir olarak resmediliyor. Hastanenin penceresindeki Manhattan manzarası dahil Almodovar, New York’u çok hoş kadrajlarla dahil ediyor filmine. Modernist mimari örneği olan orman içindeki ev de aynı duyguyu veriyor. Evin, 1968 kuşağıyla özdeşleşen rock festivalinin yapıldığı Woodstock’ta olması, bir tesadüf değil sanki… Bu arada, söz konusu evin gerçekte Madrid yakınlarındaki El Escorial çam ormanlarında bulunduğunu belirtelim.
“Yandaki Oda” herkesi yakalayacak bir film değil. Akıldan ziyade duygulara hitap ediyor. Sevmezseniz, her yanına kusur bulabilirsiniz. Mesela üçüncü karakter olarak filme giren ve John Turturro gibi usta bir oyuncu tarafından canlandırılan Damien’ın hikâye örgüsündeki işlevi belli ama filmde güçlü iz bırakamadığı aşikâr.
Almodovar sinemasının son yıllarda en sevdiğim yanı filmlerinin de onunla birlikte yaş alması, yeni temalara yönelmesi ve kendi meselelerini sorgulaması… Sigrid Nunez’in “What Are You Going Through” adlı romanından uyarladığı “Yandaki Oda” bunun örneklerinden biri. Sade, duru ve hüzünlü bir film seyrediyoruz. İngilizce olarak çektiği ilk uzun filminde Julianne Moore ve Tilda Swinton gibi iki şahane aktrisle çalışması da kuşkusuz en büyük şanslarından biri… İkisi de filme damgalarını vuruyorlar.
7/10