Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Mehmet Açar Büyüleyici ses, hüzünlü film
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        “Maria”, Şilili yönetmen Pablo Larrain’in 20. Yüzyıl’da yaşamış 3 ünlü kadını konu alan üçlemesinin son filmi… “Jackie” (2016) Jackie Kennedy, “Spencer” (2021) ise Lady Diana üzerine kuruluydu. Her iki film de ana karakterlerin hayatlarındaki kritik dönemeçleri getiriyordu karşımıza. Larrain, bu kez efsane opera şarkıcısı Maria Callas’ın (Angelina Jolie) hayatındaki son bir haftayı anlatıyor.

        Steven Knight’ın yazdığı senaryo, sadece son bir haftada yaşananlar üzerine kurulu değil. Film, siyah beyaz “flash-back” sahneler eşliğinde, genç Maria Callas’ın 2. Dünya Savaşı sırasında Alman işgali altındaki Yunanistan’da başına gelen olaylardan, Aristotle Onassis’le (Haluk Bilginer) olan çalkantılı ilişkisine kadar uzanıyor. Travmatik gençliğini birkaç sahneyle geçerken, ikincisine daha çok zaman ayırıyor. Filmin büyük bölümünde ömrünün son günlerinde olup bitenleri seyrediyoruz. Kaybettiği sesini yeniden kazanmak istiyor Maria Callas. Hatta İngiliz besteci Jeffrey Tate (Stephen Ashfield) ile sahnede prova yapıyor ve o eski parlak günlere dönme hayalleri kuruyor. Buna karşılık, kötü alışkanlıklarından kurtulmak için kayda değer bir çaba göstermiyor. Sigara bir yana, madde bağımlılığına dönüşmüş sakinleştirici ilaç kullanımından vazgeçemiyor. Üstelik doktorlarla görüşmeyi, onların dediklerini yapmayı reddediyor. Eve gelen ve hayranı olan hekim (Vincent Macaigne), hayati tehlikenin altını çizdiğinde istifini hiç bozmuyor. Biz ise o sahnede, 53 yaşındaki Callas’ın bedeninin yıllardır tehlike sinyalleri verdiğini ama hiçbirini çok ciddiye almadığını fark ediyoruz.

        Maria Callas, hayatının son döneminde Paris’te büyük bir dairede, “babam, abim, oğlum” dediği Ferruccio (Pierfrancesco Favino) ve “annem, ablam, kızım” dediği Bruna (Alma Rohrwacher) adlı iki yardımcısıyla birlikte yaşıyor. Üçü birlikte sıcak sevgi dolu bir aileyi andırıyorlar. Ferruccio ve Bruna’yı ilk sahnelerden itibaren hep kaygılı ve endişeli görüyoruz. Onların yüz ifadelerinden Maria Callas’ın ömrünün son yıllarını nasıl geçirdiğini tahmin etmek zor değil. Her ikisi de Callas’ın sesini geri kazanma hayallerinden ziyade sadece ruh ve beden sağlığına odaklanıyor. Ferruccio’nun Callas’ın kullandığı hapları tek tek yazma alışkanlığından ve doktor getirme ısrarından, son yılların nasıl zorluklarla geçtiği belli oluyor.

        Bir sabah Callas, öğleden sonra röportaj için eve çekim ekibinin geleceğini söylüyor. İlerleyen dakikalarda Ferruccio’nun punduna getirip röportajın “Hayal mi, gerçek mi?” olduğunu sorması, sadece Callas’ın psikolojik durumunu anlatması açısından önemli bir ipucu vermiyor bize. Aynı zamanda filmin yapısını ve hikâye örgüsünü de belirliyor.

        Pablo Larrain, birçok sahnede Maria Callas’ın hayallerine götürüyor bizi. Callas’ın zihninde Paris’in meydanları, merdivenleri opera sahnesine dönüşüyor; filme gerçeküstü bir hava getiriyor. Kodi Smit-McPhee’nin canlandırdığı genç sinemacı Mandrax ve onun kameramanı, karşımıza çıktıkları ilk sahnede bize iki gerçek karakter izlenimi veriyorlar. Ama dakikalar ilerledikçe, adını Callas’ın halüsinasyonlara neden olan ilacından alan Mandrax’ın hayal ürünü olduğu netleşiyor. Callas’ın Mandrax ile gerçekleştirdiği röportaj, hayat hakkındaki düşüncelerine ve geçmişine kadar uzanıyor. O yüzden, Steven Knight’ın tüm senaryoyu Callas’ın zihninin içinde gerçekleşen bir otobiyografi denemesi olarak yapılandırdığı söylenebilir.

        Sesini kaybettikten sonra onun yerine neyi koyacağını bilemiyor Callas. Ablası Yakinthi (Valeria Golino), Yunanistan’da olup bitenleri kast ederek geçmişi unutması gerektiğini vurguluyor birkaç kez; “Kapıları kapat artık” diyor ona. Callas ise geçmişe sünger çekemiyor. Sadece gençliğindeki acıları değil, Onassis’in ona Jackie Kennedy ile yaşattığı gönül kırıklığını da unutamıyor. Öte yandan, Onassis ile tek sorunlarının Jackie olmadığının farkında. Onassis, Maria Callas’a koleksiyonundaki sanat eserlerinden biri gibi bakmak istiyor, şarkı söylemesine karşı çıkıyor. Callas, Mandrax’ın “Onassis neden seninle evlenmedi?” sorusuna “Beni kontrol edemediği için” diye yanıt veriyor. “Neden birlikte oldun?” sorusuna ise “Beni yeniden genç hissettirdiği için…” demekle yetiniyor.

        Geçmiş acılar ve Onassis’den ziyade hayatla bağını koparan asıl sorunun sesini kaybetmek olduğunu hissediyoruz. Bir sahnede Mandrax’a “Müzik mutluluktan değil, acıdan gelir” anlamına gelen bir şey söylüyor. Şarkı söylemenin onun için gençliğinden beri acılarla baş etmenin yolu olduğunu daha iyi anlıyoruz. Belli ki şarkı söyleyemediğinde hayat onun için anlamını kaybediyor. Başkalarının yanında kendi ses kayıtlarını dinlemek istemiyor ama yalnız başına kaldığında bir zamanlar ne kadar iyi söylediğini hatırlamak için eski plaklarını dinliyor. İyi bir opera yorumcusu olmanın fiziksel zorluklarından söz ediyor; mükemmel olma isteğinin kendisini tükettiğini ima ediyor. Finalde evinin salonunda beliren hayali orkestra eşliğinde verdiği konser, ölene kadar şarkı söyleme arzusunun bir yansıması…

        Callas’ın sesini kaybetmesinden duyduğu büyük acıyla geçmişe duyduğu özlem arasında gidip gelen bir film “Maria”… Yönetmen Pablo Larrain, ilk sahnelerden itibaren Maria Callas’ın altın çağını sürekli hatırlatıyor bize. Çünkü Callas’ın zihninden hiç çıkmayan hatıralar bunlar. Film boyunca sık sık araya giren “sahte arşiv görüntüleri” eşliğinde onu Covent Garden, Metropolitan, La Scala gibi büyük opera salonlarında Verdi, Puccini ve Bellini gibi bestecilerin klasik eserlerini seslendirirken gösteriyor.

        Larrain, Callas’ın şarkı söylediği sahnelerde paralel kurguyla geçmiş ve geleceği yan yana getiriyor. Geçmişteki sahnelerde Callas’ın muhteşem yorumunu dinlerken, şimdiki zamanda ise Angelina Jolie’nin sesini duyuyoruz. O yüzden geçmişle şimdi arasındaki fark, bariz hale geliyor. Bu arada, bazı sahnelerde Callas ve Jolie’nin seslerinin miks edilerek kullanıldığını belirtelim.

        Yeri gelmişken, Angelina Jolie’nin filmde yer alan opera eserlerini seslendirmek için 7 ay boyunca eğitim aldığını söylemekte yarar var. Beden dili ve aksanı ayrıca not etmek gerek. Ama bence asıl başarısı, yansıttığı duyguların gücü… Her yere yanında taşıdığı “diva egosu”, ölçülü kaprisleri, ani öfkeleri, dürüstlüğü ve hiç kaybetmediği zarafetiyle betimliyor Callas’ı. Angelina Jolie’nin karakteri derinlemesine yakalayan, şovdan, abartıdan uzak sakin oyunu, filmin en güçlü yanlarından biri… Sözgelimi, Ferruccio ve Bruna ile olan sahnelerinde katmanlı bir oyunculuk çıkarıyor. Genel olarak alaycılık ve ince mizah duygusunu da ihmal etmiyor. Maria Callas’ı, gerektiğinde kendisiyle dalga geçebilen, kendine karşı dürüst bir insan olarak yorumluyor.

        Aristotle Onassis rolünde Haluk Bilginer’in gösterdiği performans her zamanki gibi yine çok iyi. Zaten Bilginer, filme öyle bir giriş yapıyor ki hiç çıkmasın, hep kalsın istiyorsunuz. Tanışma sahnesinde, Onassis’in, Callas’ı ve bizi dumura uğratan özgüvenini ince bir mizah duygusuyla yorumluyor. Yatının yatak odasında Callas’a Hermes heykelini gösterdiği sahnedeki oyunculuğu da akılda kalıcı… Tarihi eserleri ne pahasına olursa olsun kişisel koleksiyonuna katma arzusu ile dünyanın hayranlıkla takip ettiği güzel, ünlü kadınlara sahip olma tutkusu arasındaki marazi bağı ve toksik erkekliği hissettiriyor.

        “Maria”, 1977 yılının eylül ayında geçiyor. Pablo Larrain ve görüntü yönetmeni Edward Lachman’ın, 1970’lerde çekilen film hissini vermek istedikleri belli. O yüzden, dijital kameralarla değil, negatif film kullanan eski usul kameralarla çekmişler “Maria”yı. Paris manzaralarının hüzünlü sonbahar renkleriyle birleştiği filmin görüntü çalışmasının Oscar’a aday olduğunu hatırlatalım. Lachman’ın aday olmasının nedeni, sadece o mükemmel renk paleti değil. Larrain, Callas’ın gençliğini sahte belgesel görüntülerle anlatmayı tercih ettiği için, 8mm ve 16mm gibi eski kameralar da kullanılıyor filmde. Dolayısıyla, kadraj ölçüleri film boyunca değişiyor. 35mm ile çekilen sahnelerde 1.85:1’i tercih ediyor Larrain. Alan derinliği sağlayan geniş açılar dahil hikâyesini farklı lenslerle anlatıyor. Birçok çekimde Maria Callas’ı kadrajın merkezine yerleştiriyor.

        Önceki filmlerinde olduğu gibi “Maria”da da yönetmenliği, anlatımı ve görüntüleri çok beğendim. Pablo Larrain, biçimi çok önemsemesine rağmen seyirciye hissettirmeyen, hikâye ve karakterin önüne geçirmeyen bir yönetmen.

        Larrain’in üçlemesi, tarihe geçen güçlü kadınların portrelerini çıkarırken kırılgan, hassas yanlarına dikkatimizi çeken filmlerden oluşuyor. Üçlemenin sevdiğim noktalarından biri, anlatımın klasik melodramdan uzak yapısı ile ana karakterlerin yoğun duygusallığı arasındaki kontrast... Bu arada, çoğu meslektaşımdan farklı olarak “Jackie”yi üçlemenin en iyi filmi olarak görmediğimi söylemeliyim. Tam aksine, bana hitap etmeyen, etkilenmediğim bir filmdi “Jackie”. “Spencer” ve “Maria”yı ise daha çok sevdim. Evet, “Maria” ilk bakışta daha klasik, hatta melodramatik duruyor. “Gençlik travmaları”, “Onassis ile ilişkisi”, “sesini kaybetme sorunu”, “hayatının son dönemindeki ruh hali”, “yardımcılarıyla ilişkileri” gibi izlekleri ve bence gereksiz “Başkan Kennedy’yle konuşma” sahnesiyle biraz dağınık duruyor. Ama ben yine de başta Jolie ve Bilginer olmak üzere oyunculukları; Larrain’in yönetmenliği, Lachman’ın görüntüleri ve tabi ki Maria Callas’ın o büyüleyici sesinin etkisiyle baştan sona severek seyrettim.

        7/10