Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Mehmet Açar Unutulması güç bir karakter

        İngiliz yönetmen Mike Leigh’nin yeni filmi “Acı Gerçekler” (Hard Truths), alternatif bir karakter dramı ve kariyerinin en cesur işlerinden biri… Cesur olduğunu düşünüyorum çünkü Leigh, seyircilerin beklentilerini boşa çıkarmaktan hiç endişe etmiyor. Aslına bakarsanız, filmin bir hikâyeye sahip olduğundan bile emin değilim. İki kız kardeşin ve ailelerinin gündelik hayatından bir kesit izliyoruz sadece. Çoğu filmde gördüğümüzün aksine ana karakter Pansy’nin (Marianne Jean-Baptiste) belirli bir amacı yok. Ciddi psikolojik sorunları olduğu belli ama çözmek veya yardım almak için hiçbir adım atmıyor. Ayrıca finalde olaylar bir yere bağlanmıyor, sadece film bitiyor: Pansy’nin önüne simgesel bir ikilem çıkıyor ve zihnimizde hayatının geri kalanını nasıl geçireceğine dair soru işaretleri beliriyor. Ya biraz daha iyiye gidecek ya daha kötüye… Hiç değişmeme ihtimali de azımsanacak gibi değil. Çünkü film boyunca kayda değer anlamda olumlu veya olumsuz değişim gözlemlemiyoruz kendisinde.

        Aslına bakarsanız, uzun süre “Yaşamın Kıyısında” (Manchester by The Sea) gibi bir film seyrettiğimizi düşünmemiz mümkün. Ne var ki, Leigh, her şeyi birbirine bağlayan çarpıcı bir geçmiş öyküsü veya travma sunmuyor bize. Birkaç sahnede mutsuzluğun nedenleri konusunda önemli ipuçları veriyor kuşkusuz ama yine de kim Pansy’yi tümüyle anlayarak, çözerek filmden çıktığını iddia edebilir ki?

        Peki, seyirciye tam olarak ne vadediyor Leigh? Her şeyden önce seyredenlerin aklında yer edecek bir ana karakter vadediyor. Daha önemlisi, karakterler arasındaki çatışmaların alttan alta hep sürdüğü, duygusal gerilimin finalde bile sona ermediği bir film seyrettiriyor bize.

        Film sona erdiğinde eminim herkesin kendine göre bir Pansy yorumu olacak. Mike Leigh’nin tam da istediği bir şey bu… Ama filmi çekerken bizim Pansy’yi nasıl yargılayacağımızdan ziyade onun içine kısılıp kaldığı nevrotik çıkmazı anlatmak istediği belli.

        Peki, kim bu Pansy? Uykuda bile huzur bulamayan mutsuz bir İngiliz ev kadını, diyerek başlayalım. Çığlık atarak uyanıyor genelde. Kâbus görmesi bir yana, hayat onun için bir kâbus aslında. Mutsuzluğunu kendi içinde yaşayan edilgen ve sessiz bir film karakteri değil. Tam aksine, agresif, baskın karakterli ve konuşkan… Bazen seyirciye sinir kahkahaları attırabiliyor. Özellikle de kendisine benzeyen asabi biriyle karşılaştığında… Pansy, karşısındaki insanlara sözlü saldırıda bulunarak içindeki mutsuzluğu dışarı yansıtıyor. Her yerde menfi ve kavgacı bir insan. Karşısındakilerin profesyonel olarak kibar davranmak zorunda olduğu yerlerde çok daha çekilmez biri… Etrafına sürekli negatif enerji yayıyor. Girdiği her söz dalaşında haklı olduğuna emin gibi görünüyor. Ama mobilya mağazasındaki görevli “Yöneticimi çağırmaya gidiyorum” dediğinde oradan hemen sıvışmasını, atlamamak gerek.

        Kontrol manyağı olduğunu düşünmek mümkün. Evi çok tertipli ve temiz. Bahçedeki güvercinlerden rahatsız oluyor. Böceklerden ve çiçeklerden hiç hoşlanmıyor. Yolu yanlışlıkla bahçeye düşen bir tilki onu dehşete düşürebiliyor.

        Pansy’nin eşi Curtley (David Webber), bir tesisatçı… Evin haline ve ailenin yaşam standartlarına baktığımızda, işlerinin kötü gitmediği kesin. Zaten ortada geçim sorunu olmadığı belli. Pansy’nin, oğlu Moses (Tuwaine Barreth) ve eşi Curtley’ye -bırakın sevgi ve şefkat göstermeyi- film boyunca iyi davrandığı tek bir an dahi hatırlamıyoruz. Moses, 22 yaşında hâlâ ergen hayatı yaşayan işsiz güçsüz bir genç… Çoğunlukla odasında yaşıyor, müzik dinliyor ve uçaklarla ilgili kitaplar okuyor. Arada dışarıya dolaşmaya çıkması rahatsız ediyor Pansy’yi. Aylak bir oğul istemiyor; sokaklarda dolaşan işsiz siyah bir gencin polislerin dikkatini çekeceğini düşünüyor. Ama film, Moses’ın aylak dolaşmalarının olumlu sonuçları olabileceğine dair bir işaretle bitiyor. Babası “ayakkabılarını dahi bağlayamadığı” gerekçesiyle yanına çırak olarak almıyor onu. Pansy bundan da rahatsızlık duyuyor. Ama baba – oğulun kötü anlaştığı söylenemez. Tam tersine, Pansy’nin ev içinde estirdiği sözel teröre karşı sessiz ittifak kurduklarını hissediyoruz. Curtley ve Moses, film boyunca Pansy’yi ses çıkarmadan, müdahale etmeden, yanıt vermeden dinliyorlar genelde. İkisi de sakin kalıyor. Umursamıyorlar mı, yoksa olay çıkmasın diye mi susuyorlar? Orası pek belli değil.

        Pansy’ye aile içinden müdahale edebilen tek kişi, kız kardeşi Chantelle (Michele Austin)… Onları tanıdıkça ikisinin aynı aileden nasıl çıktıklarını anlamakta zorlanıyoruz. Kuaförlük yapan Chantelle, neredeyse Pansy’nin tam zıttı… Müşterilerini dinlemeyi bilen, duyarlı ve güler yüzlü biri. İki yetişkin kızı, Kayla (Ani Nelson) ve Aleisha (Sophia Brown) ile sürdürdüğü aile hayatına baktığımızda üçünün bir arada çok pozitif ve neşeli olduğunu görüyoruz. Chantelle, Pansy’ye yardım etmek için elinden gelen her şeyi yapmaya hazır, samimi ve özverili bir kardeş portresi çiziyor. Anneler Günü’ndeki mezarlık sahnesinde Pansy’nin, kardeşinin cömert sevgisi ve sıcak şefkati karşısında kayıtsız kalamadığını, kalbinin taştan olmadığını seziyoruz -ki filmin en etkili sahnelerinden biri… Chantelle ile olan mezar başı diyalogları, Pansy’nin mutsuzluğunun annesiyle olan ilişkilerine ve çocukluk yıllarına kadar uzandığının göstergesi… Belli ki evliliği de onun için büyük hayal kırıklığı. Hemen ardından gelen evdeki aile buluşması sahnesi, Pansy’nin umutsuz vaka olduğunu düşündürüyor bir kez daha. Mutluluğa, neşeye, muhabbete sanki alerjisi varmış gibi duruyor.

        Mike Leigh filmografisini yakından takip edenler için Pansy, çok şaşırtıcı bir karakter değil… Çünkü Leigh, ilk filmlerinden bu yana kendi mutsuzluğunu inşa eden karakterlere ilgi duyar. Hatta onun filmlerini seyrederken iyilik ve kötülükten ziyade insanları “mutlu olmayı beceren ve beceremeyenler” diye ayırdığını bile düşünmüşümdür. Ayrıca Leigh, başka filmlerin birçoğunda gördüğümüzün aksine psikolojik sorunların çözüleceğine inanmayan biri gibi gelir bana. Pansy karakteri de Leigh filmografisinin en umutsuz vakalarından biri…

        Leigh filmlerinde mutlu olmayı bilen pozitif insanlar, çevrelerindeki sorunlu insanlara yardım etmek için ellerinden geleni yaparlar. Burada da Chantelle ve kızları, yardıma hazırlar. Ama Leigh, sorunlara çözüm bulmanın bazen hiç de kolay olmadığının altını bir kez daha çiziyor. Sözgelimi, “Ömrümüzden Bir Sene”deki (Another Year – 2010) Mary, yardım edilmesi zor bir karakterdir. Ona her zaman evlerini açan, sevgi gösteren arkadaşlarını bile sonunda çileden çıkarmayı başarır. Çünkü bencilliğini bir türlü engelleyemez, marazi yanlarını bastıramaz. Pansy de haksız olduğunu bilse bile sinir krizlerini durduramıyor. Çünkü çocukluğundan beri hep kurban ve mağdur olarak kodluyor kendini. Haklı mı, haksız mı? Ne yazık ki, orası da meçhul bırakılıyor.

        Mike Leigh filmlerinde tezler, tartışmaya açılan fikirler pek yoktur. Karakterlerine entelektüel ve bilgiç şekilde yaklaşmaz. Olayları sadece sınıfsallığa, kültüre veya psikanalize bağlamaz. Filmlerinde düşünceler veya ölçülü biçili hikâye örgüleri değil; sadece karakterler, durumlar ve duygular vardır. Bunlar bazen öyle güçlü duygulardır ki sahicilikleriyle bizi kuşatırlar. Çünkü gerçek hayatta karşılıkları olduğunu biliriz. “Acı Gerçekler” de böyle bir film. Ama yerli ve yabancı meslektaşlarıma oranla filmi çok beğenmediğimi söylemek zorundayım.

        Önceki filmlerine oranla Leigh, bu kez çok geniş bir yorum ve değerlendirme alanı bırakıyor bize; ipuçları konusunda nedense çok cimri davranıyor. Oysa oyuncularıyla karakterleri oluştururken filmde bizden sakladığı tüm bu detayları kafalarında netleştirdiklerine eminim. Sözgelimi, Curtley ve Moses’ın bazen asap bozucu hale gelen sessizliği… Daha önce konuşmayı deneyip de susma kararı mı almışlar, yoksa en başından beri hep böyle mi davranmışlar? Sürekli sessiz ve duyarsız kaldılarsa, Pansy’nin sinir hastası olmasında birinci derecede sorumlu oldukları iddia edilebilir ama kesin veri yok elimizde. Özetle, Leigh’nin aile içi ilişkilerin geçmişini bizden saklamasının filme zarar verdiğini düşünüyorum.

        Sadece eldeki veriler üzerinden gittiğimizde, Moses’ın suçluluk duyduğunu var saymak olası. İftihar edilecek evlat olmadığının farkında. Pansy, oğlu Moses’a karşı hep böyle sert miydi? Yoksa, Moses’ın aylaklığı ve yalnızlığı mı onu bu kadar agresif yaptı? Moses yüzünden hep eşini mi suçladı? Moses’ın babasına benzemesi mi onu sinir hastası yaptı? Tüm bu soruların yanıtının hayal gücümüze bırakılmasına itirazım yok ama ipuçlarının yetersizliği, sizi bilmem ama filmle arama tam bir duvar ördü.

        Mike Leigh filmlerinde benzersiz olan ve beni her seferinde etkileyen bir şey “Acı Gerçekler”de de var… O da karakterlerin sahiciliği… Leigh, geniş kitleleri elinden kaçırma pahasına hayatın gerçekliğini yakalamaya çalışan yönetmenlerden ve yakalıyor da… “Acı Gerçekler” belki en iyi işlerinden değil ama yine unutulması güç bir film yaptığı kesin.

        Leigh, çekim öncesi oyuncularıyla çok uzun çalışmalar yapan bir yönetmen. Karakteri ortaya çıkarma konusunda oyuncuyu işin içine dahil ediyor. Önceki çalışmalarında olduğu gibi oyunculuk filmin yine en güçlü yanlarından biri… “Sırlar ve Yalanlar”da (Secrets and Lies – 1996) birlikte çalıştığı Marianne Jean-Baptiste başta olmak üzere tüm kadro üstüne düşeni fazlasıyla yapıyor.

        6.5/10