Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Mehmet Açar 'Birinci tekil şahıs' filmi

        En iyi film ve uyarlama senaryo dallarında Oscar’a aday olan “Nickel Çocukları” (Nickel Boys), ödül sezonu boyunca adından çok söz ettirdi. Öncelikle festivaller ve eleştirmenlerden aldığı ödüllerle dikkat çekti. Yazarlar Birliği Ödülleri’nde (WGA) “yılın en iyi uyarlama senaryosu” olarak seçildi. Yönetmenler Birliği Ödülleri’nde (DGA) ise “en iyi ilk sinema filmi” kategorisinin kazananı oldu.

        Senaryonun ve yönetmenliğin öne çıktığı bir film “Nickel Çocukları”. Öyle ki, sinema dili ile senaryo çalışmasını birbirinden ayırmak mümkün değil. Daha önce belgeseller çeken yönetmen RaMell Ross, ilk konulu filminde alışılmışın çok dışında bir kamera kullanımıyla çıkıyor karşımıza. Filmin büyük bölümünü iki karakterin bakış açısıyla çekip tamamlıyor. Diğer bir deyişle, onlar ne görüyorsa biz de onu görüyoruz. Senaryo da filmdeki kamera kullanım tekniğine göre kuruluyor.

        Alıştığımız standart film gramerinde sık karşımıza çıkan bir tekniktir bu ve sinema dilinin en önemli avantajlarından biridir. Öznel kamera veya “POV, point-of-view shot” (bakış açısı çekimi) olarak da adlandırılan anlatım tekniğinin edebiyattaki birinci tekil şahıs kullanımına denk geldiğini söylemek mümkün. Romandaki birinci tekil şahıs anlatımı, okuru karakterin zihnine götürmek gibi bir imkân verir yazara. O yüzden roman okuru, tekniğin sürekliliğinden rahatsız olmaz. Ama “Nickel Çocukları” veya geçtiğimiz ay seyrettiğimiz “Varlık” (Presence) gibi bazı özel denemeler haricinde, bir filmde sürekli öznel kamera ya da “bakış açısı çekimi” kullanıldığını çok nadiren görürüz. Seyirci bu anlatım tekniğinin sürekliliğine alışık değildir. Süreklilik seyirciyi zorlar; çünkü seyirci bakış açısını paylaştığı karakterlerin yüzünü görmek ister. “Nickel Çocukları”nda yönetmen RaMell Ross seyircinin bu vazgeçilmez arzusuna karşı koymuyor. Islahevindeki yemekhane sahnesinde Elwood’u (Ethan Herisse) yansımasından değil, ilk kez tam karşımızda, Turner’ın (Brandon Wilson) gözlerinden görüyoruz. Bu geçişin hemen arasında seyrettiğimiz, gerçeküstü imge gibi duran tren yolculuğunun anlamı, finale doğru netleşiyor. Daha sonraki bölümlerde, Elwood ve Turner’ın bakış açıları arasında gidip gelen bir film seyrediyoruz. 1980’li ve 2000’li yıllardaki çekimlerde ise kamera daha farklı kullanılıyor; bu kez oyuncunun başının hemen arkasına yerleştiriliyor. Yüzünü yine görmüyoruz ama karakterin bakış açısını paylaşmaya devam ediyoruz. Kameranın bu şekilde kullanılmasının işlevi de yine finalde netleşiyor.

        Söz konusu tekniğin seyirci ile Elwood ve Turner arasında kısa sürede bir özdeşleşme kurduğunu öne sürmek kolay değil. Hatta, tam aksine, uzun süre ana karakterin yüzünü görememek bizi ondan uzaklaştırıyor. Annesinin Elwood’u çocuk yaşta terk edip gittiğini, büyükannesi Hattie’nin (Aunjanue Ellis-Taylor) onu severek büyüttüğünü, okulda iyi bir öğrenci olduğunu ve genç yaştan itibaren ABD’deki sivil haklar hareketini ilgiyle takip ettiğini anlıyoruz. Ama yüzündeki duyguları görememek aramıza belirli bir mesafe koyuyor. Bu mesafe, burslu olarak eğitim göreceği üniversiteye giderken başına gelen talihsiz olaydan sonra kapanmaya başlıyor. Masumiyetine ve hiçbir sabıkası olmamasına rağmen, ırk ayrımcılığının sonucu olarak ıslahevine gönderiliyor. O noktadan sonra Elwood ile aramızda güçlü bir empati kuruluyor. Onun adına endişeleniyor, üzülüyor ve bir an önce oradan kurtulmasını arzuluyoruz. Bu arzuyla birlikte öznel kamera filmin etkisini artırıyor. Yüzünü ilk kez gördüğümüz sahnenin ardından özdeşleşme daha etkin şekilde kuruluyor.

        Elwood’un, film boyunca yaşadığı talihsiz olayların ardı arkası kesilmiyor. O yüzden, “Nickel Çocukları” açıkçası iç karartıcı bir film. Ama istismar edici türde bir “acıların çocuğu” filmi değil elbette. Elwood ve Turner’ın yaşadığı tüm talihsizlikler, 1960’lar ABD’sinde yoğun şekilde sürüp giden ırkçılığın boyutlarını gösteriyor bize. O dönemde yaşayan ve alt sınıftan gelen Afrika kökenli gençleri yansıtan iki ayrı profili temsil ediyorlar. Elwood, dönemin ruhundan etkilenerek sivil haklar hareketine ve ırk ayrımına karşı mücadele etmenin gerekliliğine inanıyor. Turner ise hiçbir şeyin değişmeyeceğini düşünüyor; Elwood’u kaderine razı olması için ikna etmeye çalışıyor. Hikâyenin sürprizlerine girmek istemiyorum ama Elwood – Turner arkadaşlığında, karşılıklı etkileşim, karakter değişimi, suçluluk duygusu gibi filmin omurgasını oluşturan önemli unsurlar var.

        Colson Whitehead’in 2019’da yayımlanan “The Nickel Boys” adlı romanından uyarlanan filmin önemli bir kısmı, sivil haklar hareketinin giderek yükseldiği, Afrika kökenli ABD yurttaşlarının anayasal hakları için mücadele ettiği ve bazı kazanımlar elde etmeye başladıkları bir dönemde, yani 1960’larda geçiyor. Aynı dönemde, ırkçı beyazlar, siyahlar üzerindeki yasa dışı şiddet ve baskıyı artırıyorlar. Islahevinin yöneticisi Spencer (Hamish Linklater) bu şiddeti yansıtan merhametsiz bir karakter. Elwood, ıslahevine geldiğinde ayrımcılığın en üst düzeyde uygulandığına tanık oluyor. Üzücü olan nokta ise ıslahevindeki siyahların öğrenilmiş çaresizliği kader gibi kabullenmeleri... Spencer’a bağlı olarak çalışanların otoriteye bağlılığı, gençler arasında dayanışma yerine akran zorbalığının hâkim olması, durumu daha da kötüleştiriyor. Daha da korkunç olan ise Spencer ve diğer beyazların, sadece dayakla, kötü muameleyle yetinmemeleri; iktidarlarını pekiştirmek için gençleri öldürmekten kaçınmamaları… Tüm bunların devlete ait, “sürekli denetlenen” bir ıslahevinde, 1960’ların ikinci yarısında gerçekleşmesi, ırkçılığın dehşeti hakkında net bir fikir veriyor.

        Elwood ve Turner, kurmaca karakterler ama filmdeki ıslahevi gerçek. Sadece adı farklı. Filme esin kaynağı olan Florida’daki Arthur G. Dozier School for Boys adlı ıslahevinin tüm şikayetlere rağmen 2011 yılına kadar faaliyetlerini sürdürdüğünü biliyoruz. Özetle, Elwood’un yaşadığı tüm olaylar, bir kuşağın çektiği acıları temsil ediyor. Öte yandan, film sivil haklar hareketinin önemi ve değerini bir kez daha gösteriyor. Martin Luther King’e hayranlık duyan Elwood, ıslahevinde bu hareketin kendisine verdiği özgüven ve kararlılıkla hareket ediyor; Turner’ı etkilemeyi başarıyor. Zaten film tam da bu etki üzerine kurulu… Çünkü eşitliğin önce zihinlerde başlaması gerekiyor.

        “Nickel Çocukları”, 1960’lı yıllara ait ses kayıtları ve arşiv görüntülerini sıklıkla kullanan bir film. 1958 tarihli Hollywood yapımı “Kader Bağlayınca” (The Defiant Ones) filminden parçalar da seyrediyoruz. RaMell Ross, dönemin haber filmleri ve belgesellerinin yanı sıra ABD’nin Ay çalışmalarını yansıtan görüntüler de kullanıyor. Ay’a gitmeyi hedefleyen bir ülkenin, aynı dönemde geleceği parlak masum, yoksul bir gencin hayatını yargı ve infaz sistemi gibi devlet kurumları üzerinden merhametsizce karartması gerçekten korkutucu. Ve film tam olarak bu acımasızlığı konu alıyor.

        “Nickel Çocukları” yarı deneysel diyebileceğim tarzda bir film. Sadece kamera kullanımıyla değil, montajı, ses bandı, müzik çalışması ve oyunculuklarıyla da dikkat çekiyor. Öznel kamera veya bakış açısı çekiminin kullanımı açısından bundan böyle adının anılacağını tahmin etmek zor değil. RaMell Ross ve görüntü yönetmeni Jomo Fray’in geniş perde yerine 1.33:1 gibi dar bir kadraj formatı tercih etmelerinin de film için doğru karar olduğunu düşünüyorum. Karakterlerin neyi gördüğüne odaklanıyor, çevredeki fazlalıklardan kurtuluyoruz. Alışageldiğimiz tarzda sallantılı belgesel tarzı bir el kamerasından ziyade karakterlerin gördüklerini imgelere çeviren, filmin görsel niteliğini yükselten bir yaklaşım var. Farklı lenslerin kullanıldığı film boyunca izlediğimiz birçok çekimin özellikle mizansen ve hareket planlama açısından hayli zor geçtiğini tahmin etmek zor değil.

        Edebiyattan ilham alarak “birinci tekil şahıs filmi” diyebileceğimiz “Nickel Çocukları” bence geçtiğimiz yılın en dikkat çekici görüntü yönetimi çalışmalarından biri… Hem kamera kullanımı hem görsel kalite açısından.

        7.5/10