Orta öğrenim kurumlarındaki akran zorbalığı ve trajik sonuçları, sinemanın sıklıkla ele aldığı konulardan biri olmayı sürdürüyor. Bu arada, saldırgan ve mağdurların 18 yaşın altında olduğu ölüm, yaralanma ve intihar vakaları hakkında sanki daha çok haber okuyoruz son yıllarda. ABD’deki lise katliamlarının arkasında akran zorbalığı olduğu zaten yıllardır bilinen bir gerçek… Medyada çıkan haberlerin ve konu üzerine çekilen filmlerin ardı arkasının kesilmemesi, sorunun görünenden daha büyük olduğunu gösterir mi, bilemem; çünkü elimde yapılmış bir araştırma yok. Tek bildiğim, son yıllarda seyrettiğim filmlerin, dizilerin, sözbirliği etmişçesine orta öğrenim çağındaki akran zorbalığının sosyal medyayla birlikte çok daha kötüye gittiğinin altını çizmesi… İngiliz yapımı mini dizi “Adolescence” da onlardan biri.
Tecrübeli yazar Jack Thorpe ile filmin oyuncularından Stephen Graham’in yazdığı dizi, dört epizottan oluşuyor. İlk epizot, polislerin, 13 yaşındaki cinayet şüphelisi Jamie Miller’ı (Owen Cooper) sabahın altısında evinden alarak merkeze götürüp sorgulama sürecini bürokratik detaylarına inerek anlatıyor. Bu yanıyla, “polis prosedürü” olarak bilinen suç dizisi alt türünün bir örneğini seyrediyoruz.
Polisin evi basarken kullandığı aşırı güç ile Cooper ailesinin çaresizliği arasındaki orantısızlık, hukuk devletinin bürokratik ve düzgün işleyişi tarafından dengeleniyor. Çünkü her aşamada her şeyin kuralına göre yapıldığını fark ediyoruz ama yine de “13 yaşındaki bir çocuğu evden almak için tüm bunlar biraz fazla değil mi?” sorusunu aklımızdan çıkaramıyoruz. Olaylar öyle hızlı gelişiyor ki evi darmaduman eden polislerin giderken anne (Christine Tremarco) ve babaya (Stephen Graham) “Bizi şikâyet etmek ve maddi zararlarınızı karşılamak istiyorsanız, buyurun” diye form uzatmasına dahi gülemiyoruz. “Cinayet şüphelisini ilk sorgusuna çıkarma” sürecinde polislerin özgüveni ve soğuk kuralcılığı ile Jamie’nin ailesinin yaşadığı büyük şok arasında kalakalıyoruz.
Philip Barantini’nin yönettiği “Adolescence” dizisinin her epizodunda “gerçek zamanlı olarak tek plan, tek çekim ve mobil kamera tekniği” kullanılıyor. Epizot, sözgelimi 60 dakikaysa 60 dakika süren tek çekim seyrediyoruz. Baskından 5-6 dakika önce, iki detektif Luke Bascombe (Ashley Walters) ve Misha Frank’in (Faye Marsay) muhabbetiyle başlayan dizi, polis merkezindeki sorgu sahnesiyle sona eriyor. Takip ettiğimiz karakterler ve mekânlar arada değişiyor. Birçok sahnede sürekli hareket halinde olan kamera, karakterlerin peşine düşüyor, mekândan mekâna geçiyor. Barantini’nin, aynı tekniği 2021’de başrolünde Stephen Graham’ın oynadığı, Türkiye’ye “Umami” adıyla uyarlanan “Boiling Point” filminde de kullandığını not edelim.
“Adolescence”ın ilk epizodu mükemmel bir tempoya sahip. Tempoyu montajın değil, kamera hareketi ve mizansenin, yani oyuncuların hareketlerinin belirlediğini düşündüğümüzde, Barantini’nin yönetmen olarak iyi iş çıkardığını söyleyebiliriz. Öte yandan, senaryo da “gerçek zamanlı tek plan tek çekim” tekniğini kâğıt üzerinde sağlam şekilde kuruyor. Sözgelimi, ilk epizotta Jamie’nin evden o şekilde alınmasını gerektiren delilin ne olabileceği üzerine dayalı geciktirme ve merak öğesi, gerilimi sonuna kadar ayakta tutuyor. Her şey topu topu 1 saatlik zaman diliminde olup bittiği için “geciktirme” inandırıcılığını kaybetmiyor. Çünkü Eddie Miller, oğlunun tam olarak neyle suçlandığını aslında çok gecikmeden bir saat sonra, prosedür gereği sorgu sırasında bizle birlikte öğreniyor.
İlk epizot baskın sahnesiyle seyirciyi yakalıyor, nefes nefese izleniyor ve hikâyenin çerçevesini kuruyor. Adolesan Jamie’nin korkunç bir cinayet işlediği iddiası, zihnimizde elbette onlarca sorunun belirmesine neden oluyor. Üstelik kendisiyle ilgili ilk izlenimlerimiz olumlu: Yaşına göre olgun görünen, aklı başında ve zeki bir çocuğun geleceğini karartan böylesi bir saldırıyı gerçekleştirebileceğine inanamıyoruz. Kaldı ki, o da yapmadığını, masum olduğunu söylüyor.
İkinci ve üçüncü epizodlarda cinayetin hangi koşullarda ve nasıl işlendiğinin yanı sıra cinayete yol açan gerçek sorunun temelde ne olduğu sorusuna hem psikolojik hem sosyolojik anlamda derinlemesine dalınıyor. Her anlamda cinayetin anatomisi çıkarılıyor. Dolayısıyla, “Adolescence” asıl olarak ikinci ve üçüncü bölümlerde “sözünü söyleyen”, farkını ve kalitesini ortaya koyan bir dizi…
İkinci epizot, okulda geçiyor. Günümüz sinemasında birçok örneğini gördüğümüz, diğer orta öğrenim kurumlarıyla paralel çizgide, sorunlara gömülmüş bir okul çıkıyor karşımıza. İdarecilerin yönetmekte aciz kaldığı, öğretmenlerin işlerini yapamadığı bir yerdeyiz. Öğrenciler arasındaki durum ise şu: Herkesin herkesi önce okulda sonra sosyal medyada ezmeye çalıştığı, ezenlerin sosyal hiyerarşide en üste çıktığı, zayıfların ise ezilme şiddetine göre altta kaldığı bir sistem kurulmuş durumda. “Adolescence” yazarlarının altını çizdiği en önemli ve tüyler ürpertici nokta ise öğrencilerin acımasızlığı, bencilliği… Yaşanan cinayetin kimisini korkuttuğu açık ama olayı umursamayanlarla olayı eğlence vesilesi olarak kabul edenlerin sayısı az değil. Bana sorarsanız, en can yakıcı konu, çoğunun yaşanan olaydan ders çıkarmak gibi bir derdinin olmaması… Ölen kızın en yakın arkadaşının fiziksel şiddete varan aşırı agresyonu bunun en iyi örneklerinden biri… Cinayetin gerçek nedenini en iyi bilenlerden biri ama polise bunu anlatmak yerine, hıncını birilerinden çıkarıp rahatlamak istiyor. Çünkü öğrenciler kim ne derse desin, okuldaki sistemin “Altta kalanın canı çıksın” mantığına göre işlediğinin ve hep öyle işleyeceğinin farkında. Kendilerine her yerde hatırlatılan doğruların, ahlaki değerlerin okul içi ilişkilerde hiçbir işe yaramadığını düşündükleri belli. Sonuçta her şey havalı ve popüler olmakla ilgili… Cinayetin olumlu ve olumsuz anlamda hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini düşünüyorlar. Tek umursadıkları, başlarının derde girmemesi… Psikolojik akran zorbalığı konusunda ise rahatlar. Belli ki o konuda kimsenin başı derde girmiyor. Polis olan babasının önünde dahi hiç çekinmeden sınıf arkadaşına psikolojik zorbalık yapan öğrencilerin olduğu bir mekândayız. Gerisini artık siz düşünün. Özetlersek, okul, her gün çocukların ruhunun üstünden silindir gibi geçen bir mekân haline dönüşmüş durumda. Hayatları suç dünyasının içinde geçen iki yetişkin detektif bile okulda geçirdikleri süreye katlanmakta zorluk çekiyorlar.
Tüm bunları bize düşündüren ikinci epizot, tek başına bir “okul filmi” aslında… Kalabalık öğrenci gruplarının yer aldığı sahnelerde kadraja giren herkesin oynadığını ve kendi karakterinde kaldığını görmemiz mümkün. Böyle çekimlerde, kamera hareketi ve aydınlatma kadar zordur mizansen ve oyuncu yönetimi. Barantini’nin liderliğindeki reji grubunun başarısı, okulu arka fondaki detayları hiç ihmal etmeden inandırıcı şekilde karşımıza getirmeleri…
Okulu gördükten sonra “Umarız abartmışlardır” diye düşünmeden edemiyorsunuz. Çünkü öğrencilerin ruhsal yaralar almadan oradan kurtulmaları, hiç kolay değil. Üçüncü epizot da 13 yaşındaki Jamie’nin geçmişte aldığı ruhsal yaraların derinliğine odaklanıyor öncelikle. Jamie’nin geçmişi ve psikolojik profili üzerine bir bölüm seyrediyoruz. Sinema tarihinde örneklerini daha önce de gördüğümüz “iki karakter ağırlıklı, psikolojik gerilim türünde diyalog temelli” bir epizot… Bizim de zihnimizde netleşmeyen “Jamie bilmecesi”ni çözmeye kararlı psikolog Briony Ariston’un (Erin Doherty) profesyonel ısrarı, sabrı ve inadına tanık olduğumuz üçüncü epizot, cinayetin anatomisini bütün yönleriyle çıkarıyor ortaya.
Dördüncü epizot ise Jamie’nin annesi, babası ve ablası Lisa’nın (Amélie Pease) tatil günlerinde geçirdikleri sıkıntılı bir saat üzerine kurulu… O bir saatte yaşananlar, ailenin geçmişi, şimdiki zamanı ve geleceği üzerine anlamlı bir çerçeve kuruyor. Asıl önemlisi, Jamie konusunda ailenin sorumluluğu sorgulanıyor. Bana sorarsanız, ailenin sorumluluğu üçüncü epizodun satır aralarında çok daha etkili şekilde ortaya çıkıyor. İlk epizodun ardından aileye bir daha hiç dönülmemesinin doğru olmayacağını elbette biliyorum. Ama özellikle ikinci ve üçüncü kadar etkili olduğunu söylemem zor.
Dizi genelinde senaryo, yönetmenlik ve kamera çalışması dışında oyuncu kadrosunu da beğendiğimi söylemem gerek. İlk iki bölümde polis detektiflerini canlandıran Ashley Walters ve Faye Marsay öne çıkıyorlar. Dizinin iki yazarından biri olan Stephen Graham, dizinin ilk ve son bölümlerinin yıldızı… Bu arada, karakterlerin ağırlığının bölümlere göre değiştiğini söylemek gerek. Mesela, üçüncünün ana karakteri, diğer epizotlarda yer almayan psikolog Briony Ariston… Erin Doherty tarafından mükemmel şekilde canlandırılıyor. Aynı bölümde Jamie rolündeki Owen Cooper’ın da yaşından beklenmeyecek kadar iyi performans çıkardığını görüyoruz.
Akran zorbalığının ve sosyal medyadaki saldırgan acımasızlığın doğurabileceği sonuçların nereye varabileceği üzerine kafa yoran “Adolescence”, kendi benzerleri içinde en karanlık ve trajik anlatılardan biri. Aynı zamanda en iyileri arasında… Seyretmenizi öneririm. (Netflix)
8/10