Her gün yeni bir yaşımıza girer gibi hissediyoruz hayatı. Misal doğan güneşle yeni bir tanıma uyanıyoruz…
Son popülerimiz; “Kırılgan Ateşkes”. Malum şu an İran ve İsrail arasında ABD tarafından inşa edildiği öne sürülen saldırmazlığı tanımlıyor…
“Kırılgan” sözünü sadece bir Sting şarkısıyken seviyorum ben. Söz konusu olan insan hayatı ve kitlesel kaygıysa, ayağı yere basmayan hiçbir anlaşma insanı güvende hissettirmiyor…
Coğrafyanın bir gün keder, bir gün keder olarak idrak edildiği Ortadoğu’da kırılganlık tarifi sadece insan hayatını karşılar bana göre. Yokolması potansiyel yeni kurbanları yani…
Dolayısıyla herkesin kendine yonttuğu bir zaferden çok, ciddi bir soru işaretinin gölgesinde yaşayacağız bir süre daha…
O gölgeden gelecek karanlıklara karşı kırılgan olmayan bir duruşla vaziyet almalıyız. Yeterince düş kırıklığı yaşadık çünkü tarih boyunca; hem dosttan hem düşmandan…
O yüzden yıkıcı bir “savaş bitti” sözü, en iyi “kırılgan ateşkes” tanımlamasından evladır bizim için. Haksız mıyım?
***
Bu filmi hiç izlemesek…
Yunanistan’da yaşayan bir kuzenim var. Ülkenin de saygın astrologlarından biri. Ben arkeoloji geçmişim olmasa takılmam böyle şeylere…
Ama antik çağlardan bugüne medeniyetlerin ufka bakmadan önce yıldızların yerini kontrol ettiğini bildiğim için ilgisiz kalmak mümkün değil…
Neyse. Geçende lafladık benim kuzenle. Geçtiğimiz yıl bu yılı işaret ederek savaşların belirlediği yarınlardan bahsediyordu…
Çok da haksız çıkmadı. Hal böyle olunca malum ateşkes haberi üzerine yorumunu merak ettim…
“Bu izlediğin her neyse, izleyeceğinin sadece fragmanı” dedi. “Ağzını hayra aç” diyecektim ki, “Film 2026 baharında başlar, siber ağırlıklı yürür ve bu kez kazananı filan da olmaz” diye yapıştırdı kelimeleri boğazıma…
Dün gece yıldızları izledim. İstanbul semalarında öylece göz kırpıyorlardı. Bir anda acayip bir savaş filminin afişi gibi gözüktüler gözüme. Pencereyi kapatıp, perdeyi çektim üstüne…
Ve bir de dua ettim. Bu film hiç gösterime girmesin diye…
***
Yatarı olmak kurtarır mı?
Bayram affıyla aramıza katılan hükümlülerin üç haftası dolmadan önemli bir bölümü yine geldikleri yere geri döndüler…
Bir gün içinde verdiğim en az beş haberde afla birlikte tahliye edildikleri söyleniyordu. Bunlar seçmeceydi oysa. İnfazlarını doldurmuş ya da ucuna kadar gelmişlerdi. Hafif suçtan hüküm yiyenlerde çoğunluktaydı keza…
Eh, ne oldu? Olmadı. Hadi iyi niyetle kader mahkûmlarını saymazsak, içeri dönenlerin birçoğu yarım bıraktıkları işi tamamladı ya da dışarıya entegre olamadı…
“İçeriyi özleyenler bile var aralarında” dedi bir hukukçu arkadaşım. Yok artık. Ama var işte; adam dışarıda kendini bir anda içinde bulduğu yoksunlukla mücadele edemiyor. En iyi bildiği hayata dönmek yegane şansı oluyor…
Neyse. Kapsamlı bir af hazırlığı filan görünmüyor yakın ufukta. Ama Türkiye’de neyin, ne zaman gündeme geleceği belli olmaz…
Üstelik Adalet Bakanı Yılmaz Tunç’un dediğine göre yeni ceza yasasında sadece “cezasızlık algısını” gidermek için “yatarı olmayan suç” diye bir şey kalmayacak. Misal, bir yıl ceza yiyen en az 18 gün bilfiil girecek cezaevine…
Hangisi iyi kestiremiyorum? İçeri sokmak mı, içerden salmak mı? Cezasızlık kadar cezanın da caydırıcı olmadığını örnekleriyle gördükten sonra hele!
***
İki gözüm iki “Çeşme”…
Bodrum tamam da Çeşme ne olacak? Biz Bodrum’dan beklerken Çeşme tam anlamıyla terse yatırdı bizi plaj adisyonlarında…
13 kişiye kesilen 95 bin liralık hesap “vay arkadaş” dedirtti tek nefeste. Geceliği 7500 Euro tutan lüks otellerde kişiye özel hizmetli olduğunu öğrenince, önümüzdeki günlerde magazin manşetlerinde Çeşme’nin daha sık yer alacağı da kesinleşti…
Peki, iki yöreyi karşılaştırdığımız da hangisi ağır basar sizce? İkisinin de özgün tarafları var ama Çeşme hiçbir zaman bir Bodrum olamayacak bence…
Bodrum sadece kadim tarihi değil, coğrafyası, iklimi, denizi, köyleri ve farklı seçenekleriyle Çeşme’yi iki gözü iki çeşme ağlatır…
Ama Çeşme de bu yaz magazin bombardımanı başlatacak fiyat/ performans depremleriyle Bodrum’u ağlatacak gibi duruyor görünürde…
Bodrum’un yerinde olsam hiç sesimi çıkarmam. Malum plajlarla başlayıp, lahmacun fiyatlarıyla yediği dayağın izlerini kaç senedir silemiyor bir türlü… Hazır fırsatını bulmuşken atıversin topu kuzeyine. Nokta!
***
Nobel de alsın mı?
Bizim memlekette de seveni var mı bilmiyorum ama ABD’nin muhafazakârları Trump’ı bir başkandan çok, bir Mesih gibi görüyorlar resmen…
Ortadoğu barışının mimarı olduğunu söyleyenler öyle az buz değil. Hatta af edersiniz, yancılıkta sınır tanımayan bir Cumhuriyetçi Senatör ikinci kez “Nobel Barış Ödülü” adaylığı için komiteye başvurdu Trump için…
“Fıkra bu kadar” diyeceğim ama bir şekilde o ödülü alırsa fıkra gibi bir çağda yaşadığımız da kanıtlanmış olacak…
Güldürmeyen fıkra olur mu? Oluyor işte, bu kez hiç güldürmüyor hem de!