Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Geçmişte hiçbir şey yaşadığımız gibi değil, her şey hatırladığımız gibidir.

        *

        Tahta köprünün üzerinde durmuş, altından akan suya bakıyordum. Şairin baktığı gibi değil, sahiden de suya bakıyordum. Zihin bizden bağımsızdır, başına buyruktur hafıza. Biz istemesek de birtakım iç içe geçmiş ters yüz kurgular yapar kafasına göre; çoğu zaman fazlalıkları atar, bazen de ayrıntı tarlasına dalar, orada küçülür, otların arasında dolaşan bir böcek olur mesela, o vahşi cangılda bir süre sonra kaybolur gider.

        Tahta köprüde durmuş, dirseklerim korkuluğa dayalı, yüzüm avuçlarımın içinde, suya bakıyordum. Feqiyê Teyran’ın “Av û Av” şiiri düştü aklıma; kovdum. Şairin “Sana Bakmak” şiiri aldı onun yerini; onu da istemedim. Teslim olmaya niyetim yok. Hafızam yönlendirmeyecek, onun istedikleriyle meşgul olmayacağım, aklımda “Troçki” ve “Simo” diye iki isim var. Buraya gelmeden önce kaldığım yerin sayfasını kıvırıp sehpanın üzerine bıraktığım kitapta okuduklarım beni götürmüştü “Simo”ya…

        İlle de 1979 yazında kalacaktım. O kuyuda… Bu kuyu metaforu da “Görme Biçimleri”nde John Berger’den ödünçtü. “Geçmiş içinde yaşanacak bir şey değildir. Eyleme geçerken içinden bir şeyler çekip çıkarttığımız bir sonuçlar kuyusudur,” der Berger.

        1979 yazından hiçbir sonuç çıkarmıyorum. Hatıranın yaşadığım hali mi buldu beni bu tahta köprüde, yoksa hatırladığım mı beni alıp götürdü o günlere, doğrusu bilmiyorum. Dedim ya, hafıza annesinin sözünden çıkmış, başına buyruk haşarı bir çocuktur bazen.

        *

        Bazıları, yaşadığımız her şeyden yola çıkarak yaşadıklarımıza “geri dönüp bakmayın” diye tembihler bizi… Hep ileriyi gösterirler. Bu “ilericilerin” piri Lut olsa gerek. Hani gazap yağıyordu kavmine. Günaha girmişlerdi. İmkânı yok helak olacaklardı. Karısıyla kaçıyorlardı hani. Sodom yanıyordu. “Geri dönüp bakma sakın” diye tembihlemişti karısını hani. Ama kadın dönüp baktıydı. Ve o lahza tekmil bedeni pul pul tuz olup dökülmüş, sonra da tuzdan ışıltılı bir kaya olmuştu. Çok iyi yaptı diyenler de var, sonuçlarını bilmiyordu diyenler de… Sonuç, tuzdan bir kayaya işte. Anna Ahmatova, Stalin’in o korkunç saltanatı hüküm sürerken, insanlar kafileler halinde rejime kurban edilmek üzere insan kanıyla kirlenmiş sunaklara götürülürken, şiirini yazmıştı hani:

        “Bu kadının yasını kim tutacak?

        Çok mu önemsiz geliyor size?

        Ama benim kalbimde yeri hep mevcut

        Dönüp bakmak uğruna canını verdiğinden.”

        Ahmatova’ya göre Lut, karısına “bakma” dememiş, tam tersine “dönüp bakabilirsin” demişti:

        “Doğup büyüdüğün Sodom’un kızıl kulelerine

        Bir zamanlar şarkı söylediğin meydana

        İplik eğirdiğin barakaya

        Evlilik döşeğini oğulların ve kızlarının kutsadığı

        Yüksek binanın şimdi boş pencerelerine”

        “bakabilirsin” demişti.

        Dayanamamış kadın, dönüp tek bir nazar fırlatmıştı:

        “Ve anî bir acı

        Gıkını çıkaramadan dikti gözkapaklarını birbirine

        Vücudu pul pul berrak tuz olup döküldü

        Çakılıverdi hızla koşan ayakları yere.”

        Bu tahta köprüde, suya bakarken, Ahmatova da yardım etmişti Simo’yu hatırlamama… Sonra Lev Davidoviç’in, herkesin bildiği adıyla Troçki’nin “Hayatım”da anlattığı o ana…

        Devrim gününe…

        *

        8 Aralık mıydı? Colani ve arkadaşları Şam’a girmiş, Şam düşmüş, yürüyüşçülerin lideri yere diz çökmüş, alnını dayayıp toprağa, secdeye varmıştı. İşte en çok o ana benzer anları çapraz kurgularla beynimde bir düzene soksun istiyorum hafızam bugün. Böyle bir anı hiç yaşamadım, yaşamam da… Ama yaşayanları ne çok merak etmişim, yazarak anlatamam. Fatih Sultan Mehmet’in surları delerek Konstantinopolis’e girdiği an da böylesi bir andır, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Ankara’ya ulaştıkları an da… Fidel Castro ve arkadaşlarının Havana’ya girişi de öyledir, Humeyni’nin Tahran’a geldiği gün de… Liste uzadıkça uzar.

        Sonrasının planını yapmışlar mıydı o devrimciler? İlkin kimlerden intikam alacak, kimlere merhamet göstereceklerdi? Hangi işler yanlıştı, neyi düzelterek başlayacaklardı işe? O an için nasıl bir hayal kurmuşlardı? İktidar, kavuşulduğu anda cazibesi artan bir şey miydi, yoksa tahtına oturulduğunda dikenleri her yerine batan rahatsız, her an elden uçacakmış gibi duran bir emanet mi? Ve en önemlisi nasıl bir vazife bölüşümü yapacaklar? Kimin hangi görevi üsteleneceğine kim karar verecek? Devrimin lideri tek irade miydi? Her şey onun iki dudağı arasından çıkacaklara mı bağlıydı?

        Aslında devrim anına kadar, lider diye öne çıkan, sadece eşitler arasında birinci olandır. Onun da tek oyu var, ya da onun iradesi herkesin iradesi değildir. Her şeyin tek iradeye getirilip bağlanması, birisinin “diktatörlüğünü” ilan etmesi, yani “iradem iradendir” kıvamını alması zaman alır. Lideri lider yapan zamandır. O andan itibaren herkes Hannah Arendt’in deyimiyle “şefin yalan söylediğini” bilir. “Mühim olan şefin yanılmazlığı değil, yenilmezliğidir.” Şef yenilirse hepsi yenilir çünkü. Lider devrimi yapan değildir. O sırada birçok lider adayı sırada bekler. O an geldiğinde öne çıkan lider, yavaş yavaş ötekilerin defterini dürer.

        *

        Tahta köprüde suya bakarken, o sene 1979 yazında “devrim yapsaydık” eğer, her şey nasıl olacaktı sorusu belirdi beynimde.

        İşte bu yüzden Simo geldi aklıma.

        Simo, o yaz bizi iktidara getirmişti!

        Devrimin hikayesini bile kafasında yazmış, ama yazma yeteneğinden yoksun olduğundan birilerine anlatması gerekiyordu kendi kelimeleriyle.

        Doğuda herkes durmadan anlatır, o anlatılara çok kişi kulak verse de duyanlar pek azdır. Herkes herkesin hikayesini dinler görünür ama çok az kişi duyar, çünkü o sırada onun aklı biraz sonra anlatacağı kendi hikayesindedir.

        Ben Simo’nun hikayesini dinlemeye namzettim. Her hikâye, başka bir hikâyeye yol verir, bunu daha o zamanlar idrak etmiş olduğumdandı. O gün, orada bulunanlar gibi yapsaydım, Simo’nun anlattıklarını dinliyormuş gibi yapıp yarın şehre gelecek filmi düşünseydim mesela, o hikâye bugün, bu denemenin konusu olmayacaktı.

        *

        Hafızaya dair Samipaşazade Sezai, “Sergüzeşt” romanında tam da bana yol gösterecek bir paragraf yazmıştı, vakti zamanında defterime not etmişim:

        “Zavallı hafıza! Günden güne yok olduğunu hissettiğimiz vücut denilen şu toprak yığıntısının üzerinde sürekli kalmaya çalışır durur. Hüzün verici bir bakışı senelerce korur; bir sözü, bir tebessümü yıllarca saklar. Etrafından baş dönmesi verecek surette büyük bir hızla geçen hatıra ve duyguların tamamını hemen kaydetmeye çalışır. Bu tahammülü aşan çalışmayla bütün kuvvet ve takati kaybolunca, bize ümit veren gelecek biter. Hayatımıza eşlik eden geçmiş, unutuşun okyanusu içinde mahvolur. O zaman tehlikeli surette yaralanmış bir asker gibi bizi mezarın kapısında bırakarak hizmetini terk eder.”

        *

        Simo’dan bana kalan “söz”, “o sırada kız meslek lisesi dağılır” sözüydü. O gün çok gülmüştüm bu lafa, şimdi hafızam onu oradan alıp bu tahta köprünün üzerinde suya bakan bana getirince, o “tebessümü yıllarca sakladığımı” anladım. Tekrar gülümsedim.

        1979 yazıydı. Toprak ve Su İşleri’nde mevsimlik işçi olarak çalışan bir grup gencecik devrimciydik. Neyi devirecektik sahiden? Çoraplarımızı yıkamaktan mustariptik! Babalarımızın verdiği harçlıkla yaşıyorduk. Hiçbir şeyimizi değiştirmiyorduk ama düzeni değiştirecektik! Yerine getireceğimiz şey ne menem bir şeydi, bilenimiz yoktu. “Üç ev görsek, şehir sanıyorduk.” Fıstık aşılıyorduk Zap vadisinde bıttın ağaçlarına. Kızılay çadırlarına benzer kamp çadırlarımız vardı. Akşam yemeğinden sonra kamp ateşinin etrafına halka oluyor, yüksek sesle Lenin’in “Sosyalizm ve Savaş” kitabını okuyorduk birbirimize. Paragraf paragraf okuyup sırayla şerh ediyorduk. Kitapta hepimizin anladığı tek cümle “Başka ulusu ezen bir ulus özgür olamaz” cümlesiydi. Bizim ulusumuzu başka bir ulus eziyordu. O halde o ulus da özgür değildi. Kendi ulusumuzu bırakıp öteki ulusa sosyalizmi getirip özgürleştirirsek eğer, kendiliğinden ulusumuzu da özgürleştirmiş olacaktık. Bir taşla iki kuş misali! Allah’ım ne ağır bir yük yüklemiştik, bizi taşımaya bile mecali olmayan çelimsiz, sıska bedenlerimize.

        İmanı en kuvvetli “okuyucu” bendim. En çok Simo sıkılıyordu bu okumalardan. Şu sıkıcı kitap bitse de şu angutlara “devrim anını” anlatsam der gibi bakıyordu bize, en çok da bana. Vazife biraz sonra bitecek, “hadi Simo anlat” diyeceğim daha önce defalarca dinlediğim hikâyeyi.

        *

        Lev Davidoviç anlatıyor kitabında. İhtilal yapmışlardı. O günler için, “olağanüstü günlerdi” diyor. Halkla beraber adım adım “tarihe yürüyorlardı.” Bir avuç, çoğu yirmili yaşlarını süren devrimci genç koca bir halkın geleceğini belirleyecekti. Üst üste kararlar alıyorlardı. Marx’ın kitaplarında okudukları bir nazariye vardı ezberlerinde. Okuduklarını şimdi hayata geçireceklerdi. Daha önce hiç kimsenin yapmadığı bir şeyi ilk defa onlar yapacaktı. Yeni bir iktisadi hayat, yeni bir sosyal düzen, yeni hukuksal normlar, yeni bir din, yeni bir hayat tarzı…

        Ne zor vazifeydi! Bizim vazifemizden kat kat fazla… Bilinçte olan bir fikri şimdi bilinç dışına çıkaracaklardı. Bir şeylerden esinlenmeliydiler zira, “Devrim, tarih içinde coşkun bir esinlenme anı”ydı. Ama daha öncesine bakamazlardı çünkü onlar için “daha öncesi” yoktu. Tarihi, donduğu bir yerden çözüp yeniden akışkan hale getireceklerdi.

        Bir avuç devrimci, başlarında Lenin ile Troçki, “yeraltı” insanı hayaletinin dolaştığı Petersburg’ta bir mektebi işgal etmiş, orayı karargâh seçmiş, o zamana kadar kimsenin hayata geçirmediği yepyeni bir fikri o çorak coğrafyada neşvünema kılmak için uğraşırlarken, sokaklar karışık, herkes birbirine girmiş, havada kurşunlar vızıldıyor; koca şehir başını omuzları arasına çekmiş, devasa bir insan yığını, o bir avuç devrimcinin kendilerine uygun görecekleri kaderi bekliyordu.

        İşte en sevdiğim, en merak ettiğim ana geldim. En çok merak ettiğim o ana dair altın değerinde bir sahne hediye etmişti bana Troçki kitabında.

        Lenin yorgun ama gözleri parlak, “Ne dersin Lev Davidoviç… bu kadar büyük bir maceradan, gizli hayattan, badireden sonra iktidara gelmek…” Aslında “şimdi ne hissediyorsun” demek istiyordu yoldaşına. Troçki, elini başının çevresinde döndürüyor, bir kelime arıyor, tek bir kelime… Ve nihayet bildiği diller içinde Almancada buluyor o kelimeyi:

        “Es schwindelt”, “Başım dönüyor” diyor sadece.

        İkisinin dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme yayılıyor, birbirlerine bakıyorlar, bir iki dakika öyle kalıyorlar, fazla değil… Sonrasında yığınla iş bekliyor ikisini…

        *

        Şairden desturla; “Çölemerik üzerinde bakır bir bilezik gibiydi hilal.” Ateş sönmek üzereydi. Lenin’in kitabı kapanmış Simo’nun ağzı açılmıştı. Simo’nun göğsü, sönmeye yüz tutmuş ateşi yeniden harlandıran bir körük gibi inip kalkıyor, kelimeler ardı ardına dilinden dökülüyordu. Siyasi fikri bizim fikrimize benzemeyen tek bir adam vardı şehrimizde, o da güçlü bir aşirete mensuptu ve şehirdeki öğrenci yurdunun müdürüydü. Tek sivil düşmanımız oydu. Simo da onu diş bilemişti. Onu öldürerek devrimi başlatacaktı.

        Akşam saat beşte kız meslek lisesi dağılırdı. Delikanlılar kol kola girerek ille de okul dağıldıktan sonra kızların geçtikleri yerde, Atatürk heykelinin oralarda gezinirlerdi. Simo da o saatte oradadır. Dağılma anı yakındır, Simo Atatürk heykelinin oraya varır, yurt müdürü aniden çıkar karşısına. Simo önünü keser, üzerine yürür, üstünde beyaz bir gömlek var, yurt müdürü erken davranır, bıçağını çeker, Simo’nun karnına bıçağı saplar, Simo sendeler, bembeyaz gömleği al kanlara bulandığı anda, işte tam o sırada “kız meslek lisesi dağılır”, kızlar Simo’yu o halde görür ve devrim başlar!

        Yaralı Simo’nun yanına vardığımda bana, “çabuk Van’a git, orada bir uçak bekliyor seni, seni Moskova’ya büyükelçi atadım” diyor bana. En kıyak görev benimdir. Devrim liderinden gelen ilk sözlü talimat budur.

        *

        Lenin ile Troçki, Merkez Komite’nin birkaç azasıyla şimdi hükümet kuracaklar. İyi de görevlendirdikleri adamlarına ne isim verecekler? Daha öncekiler gibi “bakan” diyemezler, Lenin’e göre bu “aşağılık bir söz”, hem “cıcığı çıkmış” kelimenin… “Komiser” kelimesi çıkar Troçki’nin ağzından ama o sırada ortalık “komiser” dolu, “yüksek komiser” de kulağa hoş gelmiyor ama ya “halk komiseri”? İçinde “halk” geçiyorsa başımız gözümüz üstüne, Lenin çok beğenir bunu. “Bakanlara” bundan sonra “Halk Komiseri” diyecekler tamam da ya “hükümete” ne diyecekler? Buna da çözümü Troçki bulur; “Sovyet, evet Sovyet… Halk Komiserleri Sovyeti, ne dersiniz, haa?” Lenin sözü tekrarlar, “İşte bu çok iyi. Adamakıllı devrim kokuyor.” Lenin, devrimin estetik yanıyla ilgili değil, o kokusunun peşinde...

        Yine altın değerinde bir bilgi daha… Olur da Lenin ile Troçki’nin başına bir iş gelirse, yerlerine Sverdlov ile Buharin’i halef seçerler, Stalin’in adını anan yok henüz o sırada!

        Kendine devrim lideri payesini biçmiş olan Simo, beni Moskova’ya büyükelçi olarak göndermişti de Lenin Troçki’ye henüz bir görev bulamamıştı. Aklından geçen ilk vazife “Halk Komiserleri Sovyeti Başkanlığı”, yani kapitalist memleketlerde hüküm süren başbakanlığa denk gelen vazife… Troçki istemez, Lenin ısrar eder.

        Troçki devrimden sonra ne olacağını hiç düşünmemiş, “kendi geleceğini iktidara bağlamayı tek bir gün aklından” geçirmemişti anlattığına göre. Gençlik zamanlarından, hatta çocukluğundan beri hep yazar olmayı hayal etmişti. Ama yazar olduğunda, yazarlığını devrim yolunda kullandığını fark etmesi onu çok mutlu etmişti.

        Bu kez Lenin ona içişleri komiserliğini önerir, onu da ret eder. Ah Dahiliye… Oysa bizde ihtilal yapan İttihatçılardan Talat Paşa dahiliyeye gelmek için ne entrikalar çevirmişti?

        *

        Burada tekrar hafıza giriyor devreye. Hafızanın bana oynadığı bir oyundan söz etmenin sırası şimdi de. Bu hadiseyi vaktiyle okumuştum bir yerde veya bir dostum anlatmıştı. Tam tersiydi aklımda kalan… Troçki, Lenin devrime yakın bir zamanda Rusya’ya geldiği için devrimin lideri olarak kendini görür. Sözünü ettiği toplantıda, kendini lider seçtirmeye kalkışır. Lenin eteğinden tutar, “Bu koca Hıristiyan toplum başında bir Yahudi görmek istemez, otur yerine” dediği kalmış aklımda. Meğer tam tersiymiş, içişleri komiserliğini, yani dahiliye nazırlığını ret eden Troçki’ymiş meğer, ret ederken de Yahudiliğini öne sürmüş, “bu durum düşmanlarını eline güçlü bir silah verir” demiş Lenin’e. Lenin bu söze çok gücenir, “Biz beynelmilel bir devrim yapmışız, böyle şeyler önemli mi olur?” deyince ikisi arasında “gülünç bir çekişme” başlar:

        “Devrim büyük ama daha bir sürü budala var ortalıkta…”

        “Peki biz budalaların isteklerini mi yapacağız?”

        “Onların isteklerini yapmak değil elbette! Ama bazen budalaları da hesaba katmak gerekir. Niçin daha ilk ağızdan önemsiz şeyleri mesele haline getirelim?”

        Troçki, en sonunda barış anlaşması imzalanıncaya kadar dışişleri komiserliğini kabul eder.

        (Devrimin iki güçlü adamı arasında her devrimde görev bölüşümü konusunda tartışma çıkar. Falih Rıfkı Atay’ın eşi anlatır. Bir akşam evlerine yemek davetlisi olarak gelen Mustafa Kemal’i çok moralsiz, canı sıkkın bulur karı koca. İkinci Adam İsmet Paşa başvekildir ve birçok icraatı Birinci Adam, Reisicumhur Mustafa Kemal’in canını sıkıyor. Şefika Hanım, can sıkıntısının sebebini sorunca Mustafa Kemal, “Sorma hanımefendi, İsmet’e iş bulacağız diye Başbakanlık makamını kendi başıma ben bela ettim” der.)

        7 Kasım’da Merkez Komitesi, bütün görev bölüşümlerini tamamlar. Şu satırlar Troçki’nindir:

        “Güç ve tehlikeli bir ameliyattan çıkmış bir cerrah gibiydim, ellerimi yıkamak, gömleğimi çıkarmak ve gidip yatmak istiyordum.” (Lev Troçki, “Hayatım”, s.357-370)

        *

        Hayatımız boyunca yaşadığımız hiçbir şey yaşandığı gibi değil, aklımızda kaldığı gibidir. Belki de bu tahta köprüde, dirseklerim korkululara dayalı, yüzüm avuçlarımın arasında, suya bakarken hatırladıklarımın hiçbirisini yaşamadım, belki de Troçki’nin kitabında anlattığı hiçbir şey gerçekten de öyle yaşanmamıştır. Belki de devrimin ikici adamı daha sonra bir zorbaya dönüşüp Troçki’nin beynini patlatacak olan Stalin’dir; ona sorsan bendim diyecek. Ama Simo’nun devrimden sonra bana tevdi ettiği görev Moskova büyükelçiliğiydi, buna eminim!

        Şimdi bunları yazarken geldi aklıma. İlkokulda öğretmen hep sorardı, sonra ortaokulda da aynı soruyla karşılaştım. Eminim size de sorulmuştur, “Büyüyünce ne olmak istersiniz?” diye. Bu soruya ben hep “Mutlu olmak isterim öğretmenim” diye cevap verirdim.

        Çok şükür, mutluyum şimdi. Yazı yazabiliyorum ya, daha ne isterim rabbimden!