“Yalnız Okurlar İçin” programında rahmetli Selim İleri anlatmıştı; oradan kalmış aklımda. Bir tarihte Selim İleri, Hulki Aktunç ile Cemal Süreya, bir “Aşk Şiirleri Antolojisi” hazırlamaya karar vermişler. Herkes beğendiği şiirleri bir sonraki buluşmada getirecek, üçü şiirleri okuyacak, kitaba girecek şiirleri üçü birlikte seçecekler. Uzun bir süre çalışırlar. Bir gün Cemal Süreya, toplantıya birkaç şiirle beraber bir de denemeyle gelir.
*
Edebiyatta en güzel aşk şiirlerini seçmek çok zor olsa gerek. Güzel hikâye, güzel deneme seçmek daha kolaydır, ama aşk şiiri öyle değil. Şairlerin önemli bir kısmı ilhamlarını aşktan almışlar. Şiirden aşkı çıkarın, geriye pek bir şey kalmaz. Aradan zaman geçtikçe, şairlerin aşık oldukları kadınlara yazdıkları şimdilerde ortaya çıkan mektuplardan bunu görmek mümkün. Erkek şairlerin önemli bir kısmı, aşık oldukları kadınlara yazmışlar şiirlerini; biz onları başka türlü okumuşuz. Ustalık da burada devreye girmiş zaten. Şiiri öylesine geniş bir evrene oturtmuşlar ki, okurken onu sevdikleri birisine değil de sizin duygunuzu alıp, kendi duygusu haline getirmiş, beyninizin içine girmiş, ruhunuz çalmış gibi gelir size. İster aşık olun bir kadına-bir erkeğe, isterseniz aşkınız bir “dava” olsun, isterseniz doğaya aşık olun, ağaca, börtü böceğe, su sesine fark etmez; karşınıza çıkan iyi bir aşk şiirini, şair onu kime yazmışsa yazsın, ilhamını neden almışsa alsın sizi ilgilendirmez, ona bakmaz, gerisini kurcalamaz onu hemen aşkınıza yazılmış gibi telakki eder, anında özdeşlik kurarsınız onunla.
Büyük şairin hüneri budur işte.
Aşktan kaçmışsınız mesela. Aldığınız darbeler sizi o şehirden kovmuş. Uzaklar, yaralarınıza iyi gelir sanmışsınız. Araya mesafe koydukça aşkın uzaklaşacağını düşünmüşsünüz safça. Bir otobüse binmişsiniz belki. Otobüsün camından, yaslandığı dağdaki köyün evlerinden tek tük kedi gözleri gibi ışık saçan evler görmüşünüz gecenin en derin yerinde. Uyuyan şehirlerden geçmiş, gece bekçilerini düdüklerini işitmiş, böyle böyle bir hayli uzaklaşmışsınız etinizi dişleyen acıdan. Otobüs bir yerde durmuş, inmişsiniz; sabahtır artık, fabrikaya düdükleri çalıyor, yorgun işçiler çıkmış yola, çıraklar kepenkleri çekiyor yukarı, tabelası rüzgârda sallanan bir otel ilişmiş gözünüze, çektiğiniz ıstırabın adını öğrenmeden, otelin adını öğrenmişsiniz ve eğer şiir meraklısıysanız o sırada Edip Cansever’in şiiri düşer aklınıza:
“(…)
Adını funda oteli koy
Sevdamızın da adını
Ayakları dibinde gün batımının.
Ve ağzında binlerce güneşin tadı
Dilinin ucunda yalnızca kendi adın.
Çünkü sevdikçe beni sen kendini tanıdın.”
Her yolculuk, yolcuyu değiştirir. Dönüş yolculuğunda “kendini tanımış” mısın, yoksa enkaz kaldırma çalışmasında birileri yardımıma koşar nasılsa deyip arkanızda bir yıkıntı bırakarak mı geri dönmüşsünüz bilmem ama, senin o halini Attila İlhan “adımla nasıl berabersem” şiirinde şöyle anlatır:
“hacet yok hatırlatmasına seni hatıraların
bir dakika bile çıkmıyorsun aklımdan
koşar gibi yürüyüşün
karanlıkta bir ışık gibi aydınlık gülüşün
*
hacet yok hatırlatmasına seni hatıraların
uzak uzak yıldızlarla çevrilmiş kâinatın
karanlık boşluklarında akıp giderken zaman
*
adımla nasıl berabersem öylece beraberiz
seninle her saat seninle her dakika seninle her saniye
gönlümüz mutluluğa inanmış olmanın gururuyla rahat
koltuğumuzun altında birer dinamit gibi kellemiz
ve sonra her zaman her ölümlüye
aynı şartlar altında kısmet olmayan
gerçekleri görmenin aydınlığı alınlarımızda
*
hacet yok hatırlatmasına seni hatıraların
sen bana kalbim kadar elim kadar yakınsın
Şehre geri döndün. Erdem Beyazıt’ın “Naciye”sine anlattığı gibidir şehir. “Altından kayan”o “büyülü şehri” durdurmasını istersin “güzeli”nden. “Güzel sıfatına en çok o gittiği” için “güzelim” demişti “Naciye”sine Beyazıt. Sonra demişti ki;
“Sana yazmak bir mum yakıp ona bakmak gibi
Kısık ateşinde, dev bir ilimle yükseliyor aklımda yüzün
Yeşil ve keder yüklü bir gemi olup su alıyor
Öpsem de huzura kapatsam dediğim helal gözlerin”
Naciye’siyle evlenmek üzeredir şair. “…. aynı yastığa baş koymalarına günler kalmış sadece”. Gözlerini kapatınca, gözleri “yaralarına değiyor gizli karasıyla”… Şiir;
“Naciyem;
Aynı mumun ışığında geceye gülümseyecek yakında yüreklerimiz
Hiçbir yeri olmayacak evlerimizde zehre bulanmış dokunaklı kederin"
diye bitiyor.
Sen hâlâ bekliyorsun. Tıpkı Ahmed Arif’in Leyla Erbil’e seslendiği gibi seslenmek istiyorsun;
“Yastığımda bir cehennem var, gel artık”
*
Gelelim, Cemal Süreya’nın “Aşk Şiirleri Antolojisi”nde yer alsın diye arkadaşlarına önereceği “deneme”ye. Evet, şiire değil denemeye… Cemal Süreya denemelerini de şiir gibi yazardı. Belki karşılaştığı bu harikulade denemeye şiir muamelesi yapmasının sebebi budur. Denemenin yazarı Abdülhak Şinasi Hisar, 1 Ağustos 1934’te Varlık Dergisi’nde yayınlanmış, başlığı “Şair Nigâr Hanım’a Dair Bir Hatıra”dır.
“Boğaziçi’ni kendine mahsus bir alem teşkil ettiği” zamanları anlatmakla başlar hatırayı anlatmaya Hisar. Her yalının bir kayığı olduğu zamanlardan… Şair Nigâr Hanım’la yalı komşusudurlar. Şair Nigar’ın kayığına, “arkalığında gök mavi renkli, üstü gümüş sırmadan yıldızlar ve bir de ay işlemeli ve dört uçları denize değen bir örtü” serilidir. Her gün ikindi vakti gezmeye çıkılır. Uzun uzun bu gezmeleri anlatır Abdülhak Şinasi… Gidişlerin bir de dönüşü var. Gün batmıştır. Bu dönüşlerde, “fazla miktarda şiir yuttuğu” için bir şiir sarhoşu olarak tarif eder kendini. Akşam inmiştir Boğaz’a, uzun uzun o anı anlatır üstat. “Bu zamanlarda mutlaka susardım” diyor. “Sandalda, akşamın ve gurubun şiirini geniş ve vahim dram gibi” seyreder, ruhu bu gıdayla dolu, tekmil bedeni şiirden ezilmiş bir haldedir.
Böyle bir akşam, benliği “manevi romatizmanın sızılarıyla dağılmış bir halde” bindiği sandal rıhtıma yanaşır.
17 yaşında bir delikanlıdır. Şair Nigâr Hanım ona bir kitap verecek, bu yüzden kayıktan iner inmez yalısına gider, Nigâr Hanım onu odasına götürür. “Üst katta, pencereleri denize bakan, alçak tavanlı bir oda”dır şairin odası. Nigâr Hanım vereceği kitabı aramadan önce, aynanın önüne geçer ve ağır ağır başındaki yaşmağı çıkarmaya başlar. “Lambasız odanın içinde renkler büsbütün solmuş, demin görülen şeyler seçilmez olmuş”tur.
*
Sanırım, o günkü toplantıya Cemal Süreya, denemenin bundan sonraki bölümünü, beğendiği “en güzel aşk şiirlerinin” arasına sokarak götürmüştü ki, sonrasını olduğu gibi alıyorum buraya:
“Ben oturmuş, sükutu bozmadan bekliyordum. Ve Nigâr Hanım da susuyor, aynanın karşısında, yavaş yavaş başından yaşmağını, hotuzunu, kurdelalarını, iğnelerini çıkarıyor, süslerini, saçlarını bozuyor, düzeltiyordu. Sükut git gide derinleşiyor, akşamın renkleri gittikçe koyulaşıyor ve açık pencerelerin önünden geçen Boğaziçi sularının koyu bir gölge halinde aktığı görülüyordu. Bu gölgeler, bu karanlık, bu sessizlik, demin seyrettiği guruptan ruhuma sinmiş renkler ve manalar beni artmış düşünme ve duyma kabiliyetiyle hazırlamış ve ben yavaşça açılan, doğrusu yarım açılan manevi gözlerle biten bu akşama ve solan bu ayna karşısında bozulan, artık manasız bu süslere baktıkça her şeyin nasıl zeval bulmaya mahkûm olduğunu, bu nazlı ve ihtişamlı güzelliklerin faniliğini ve bundan gelen melalleri gizliden gizliye, derinden derine duymaya koyulmuştum.
Daha hemen çocuktum. Fakat çocuklar daha teferruatıyla düşünmedikleri şeyleri bile bir his bütünlüğüyle bulur, ihata ederler. Ve ben hayatı tecrübelerimle değil, daha ancak hayal ile his eden ben, bu anlarda, hiç aldanmadan hem tekmil hülyalarımı hem gelecek bütün saadetler ve mahrumiyetlerimi şimdiden beraber kucaklıyor gibi olmuştum. Sanki bu ayna karşısında birden gözlerim gelecek ve geçecek zamanları görmüştü. Ta ilerde, uzak ve çorak bir mevsime vasıl olarak, gelecek akşamların da birer çiçek gibi solduklarını, gelecek baharların da birer akşam gibi geçtiklerini, açılacak güzelliklerin de sonbahar içinde dökülen yapraklar gibi çürüdüklerini ve bütün bu şeylerin hep sönerek yokluğa inkılap etmekte olduklarını, bir anda istikbali de kavrayan bir nazarla görmüştüm. Ve baş döndürücü bir hızla akan Boğaz’ın suları gibi içimde birçok hislerle mevsimlerin ve güya hayatların kafileleri, küçük dalgaları birbirine karışarak ve hafif köpükleri birer birer sönerek geçip gittiler.
Boğaz’ın bütün suları ruhumun içinden geçiyor, akıyor, ademe kayıyor ve bunu biliyor gibiydi. Ben onları tutamıyordum. Onların hissine eş bir his, bir umumi zeval hissiyle, ben eminim ki o an, ruhum yerinden oynamış ve titremişti.
Gönlümde, gözlerimde artık tesellisi bir daha büsbütün bulamayacak bir fanilik melali başladı. Eyvah!.. En sabit sandığım güzellikler, gönlümün lisanlarını iyice şerh ve tefsir edemediğini bildiğim için daha okşamaya, sevmeye kıyamadığım ve asıl vuslatlarını kemale erecek bir ati alemine sakladığım bu güzellikler, bu akşamlar, guruplar, geceler ki size daha hep yan gözle bakar ve kendimden büyük kadınlar gibi, yüzünüzden öpmeye cesaret etmezdim, meğer ne fani imişsiniz! Hürmetimden koparıp koklamaya cesaret edemediğim yıldızlar, meğer birer kandil gibi sönecekmişsiniz!.. Hayat ancak akan, mahvolan, muhteşem bir şelale, hayat, bu geçen şey, demin tekmil ve şimdi bozulan bu şekil ve şimdi mevcut fakat uçan bu rayiha, solan bu renk, dağılan bu saatmiş!
Ben hâlâ bekliyordum. Yaşamayı bekliyordum. Nigâr Hanım’ın vereceği kitabı bekliyordum.
O, aynanın karşısında, süslerini bozuyor, çıkarıyordu. Gurubun demin içtiğim sessiz musikisinden kahramanlaşmış ruhumla ben, karanlıkta, son süslerini dağıtan beyaz ellerini hâlâ seçiyor, seyrediyordum. Fakat bildiğim Nigâr Hanın gölgeye karışmış, onun yerine, beyaz ellerini gördüğüm hülya gibi bir kadın, gittikçe gölgede kalan ve dağılan bir âlemin güya perisi gibi, karanlıklar içinde, sanki kendi kendisini dağıtıyordu. Ve ben sanıyordum ki kararan gözlerimin ve solan aynanın karşısında o, artık yorgun argın, intihal eden bütün bu saatin, bu muhitin, bütün hayatın ve tabiatın süslerini ve varlıklarını dağıtıyordu. Gittikçe koyulaşan akşam içinde, böyle umum bir dağılış seziyordum. Bu beyaz elleriyle bir kadının, bütün abes süsleri, geçen modaları, solan çiçekleri, uçan hararetleri, ölen hisleri, zeval bulan güzellikleri karanlığa karıştırdığını, ademe yolladığını ve bu kâinatın sanki ta içinde bozulup dağıldığını, en sağlam sandığım temeller ve köklerin, hafif dumanlar gibi, incelip havaya karıştığını görür gibi oluyordum. Hatta, elbette Boğaz ve akşam bile, böyle ihtişam ile yaşadıkları bir gün, bütün güzellikleriyle bir daha dirilmemek üzere can verip geçeceklerdi.
Elimde nafile kitap, iki adım ötedeki yalımıza o kadar yorgun ve bitkin döndüm ki, bu geçmiş zamanların, mevsimlerin ölüsünü taşıyor, yahut taşımış gibi idim. Diz kapaklarım erimiş, kollarım kırılmış, gözlerim sönmüş ve ruhum donmuştu. Annem beni görünce benzi atarak: “Nen var? Ne oldun?” diye sordu. Utandım. Cevap veremedim. Ne söyleyebilirdim ki makul olmak için: “Ademi gördüm ve anladım!” gibi bir şey demek lazım gelecekti!” (Abdülhak Şinasi Hisar, “Geçmiş Zaman Edipleri”, s.121-127)
*
Abdülhak Şinasi Bey’in uzun denemesinden bu bölümü Cemal Süreya, “en güzel aşk şiirlerinden” birisi olarak görmüş. Aşk, tek kişi yaşanır; bela bir kişinin başına gelir.. Tek kişiye aşık oluruz. Bizi kendisine aşık eden şeyin ne olduğunu kesinlikle bilmeyiz; kaldı ki başkasının bizim halimizden anlaması… Şiir de öyle, hepimiz aynı şiirde anlaşsaydık, yeryüzüne bu kadar şair gelmez, hepimiz Shakespeare veya Hafız’la asırlarca idare ederdik.
Bana sorarsanız, bendeki en güzel aşk şiiri, iki şairden iki mısradır. Birincisi Ahmed Arif’in “Kapama gözlerini üşüyorum”; ikicisi Murathan Mungan’dan “Ben sende bütün aşklarımı temize çektim” mısraıdır.
Sizdekini bilemem…