On dokuzuncu asrın ikinci yarısında doğan üç Osmanlı kadını, şiir, roman ve resim alanında ilkleri başarmış öncü kadınlardır.
1856’da doğan Şair Nigâr Hanım Türkiye’nin ilk kadın şairi; 1864’te doğan Fatma Aliye ilk kadın romancısı; 1880’de doğan Celile Hanım ise ilk kadın ressamıdır.
Üçü de Osmanlı mekteplerinde yetişmiş. Yaygın inanışın aksine Türkiye’de şiir, roman ve resim alanında ilklerin bayrağı, Cumhuriyet kadınlarının değil, Osmanlı kadınlarının elindedir.
*
Şair Nigâr Hanım, yedi dil biliyor, aslen Macar’dır. Türk edebiyatında Servet-i Fünun ile Tanzimat dönemi arasında kalmış “ara kuşaktan” bir şairdir.
Fatma Aliye, Nigâr Hanım’la arkadaştı. Tarihçi Cevdet Paşa’nın kızıdır. Kadınların hemen hemen hiçbir hakka sahip olmadığı bir dönemde kadın haklarını savunmuş, çok eşliliğe karşı çıkmış, kadınların da boşanma hakkını savunmuştur.
Celile Hanım’ın ise soyu Leh ve Polonyalı paşalara dayanır. Paris, Roma ve Berlin’de eğitim görmüş. Daha çok portre ressamı olarak bilinir. Yahya Kemal’in “Sessiz Gemi” şiirini, giden bir ölünün ardından değil, Ada’dan Celile Hanım’ı İstanbul’a götüren vapurun arkasından yazdığı söylenir.
*
Salâh Birsel, “Salâh Bey Tarihi”nin üçüncü cildi “Boğaziçi Şıngır Mıngır”da bazı Osmanlı kadınlarının çok uzun yıllar isimleriyle kendilerini ona bağladıklarını söyler. Gülçiçek Hatun, Gülbahar Hatun, Gülruh Hatun, Gülfem Hatun gibi gül kokan sultan adalarının yanında; Zevkibahar, Ebribahar, Hüsnibahar, Subuhgül, Gulizar, Laleruh adlarını almış, çoğu Macar, Rum, Rus, Çerkez, Gürcü, Sırp güzelleri de saraya cariye olarak getirilir getirilmez bu büyülü mis gibi isimlerle ortalığı şenlendirmişler.
Şair Nigâr Hanım’ın adını da bu büyülü isimler arasına sokar Salâh Bey; böyle uzun boylu ona takılmasının sebebini de gerçek adının “Nigâr Binti Osman” olmasına bağlar. Macar Osman Paşa’nın kızı olarak çalınmış kulağına bu isim ve duyar duymaz da ona bağlanmış. Güzel kadın, hayranı çok…
Şair Nigâr Hanım’a asıl meftun olan Abdülhak Şinasi Hisar’dır. Daha on yedi yaşında bir tıfılken, Nigâr Hanım yalısının üst kat odasında, ayna karşısında süslerinden arınırken onu görmüş, o esnada kapıldığı hayal üzerine yıllar sonra yazdığı uzun bir deneme, aşk şiirleri antolojisine girecek mahiyette muazzam bir metindir ki başlı başına bir yazı mevzusu… Hisar’a göre Nigâr Hanım Tanzimat’tan sonraki yenileşen edebiyatın “en çok şöhret kazanmış kadın şairidir.” Onun anlattığına göre şiirine güveniyordu Nigâr Hanım ama yalı komşusu Tevfik Fikret’e kızgın ve dargındı. Zira kadın şairlerle ilgili yazdığı bir yazıda Fikret onun adını anmamış, bu yüzden Tevfik Fikret’in yazdığı hiçbir şeyi bir daha da okumamıştır.
*
1848’de Macaristan ve Polonya’da bir ihtilal vuku bulunca, Nigâr Hanım’ın asker olan babası buradan kaçarak Osmanlı’ya sığındı, adını Osman Nihali olarak değiştirip Müslüman oldu. Kısa süre sonra Harbiye Mektebine müdür oldu. Türk askerlik tarihinde özel bir yeri var Osman Paşa’nın. Batı kültürüyle yetişmiş, aynı zamanda bir musikişinastır. “Marş-ı Osmaniye” onun bestesidir. Kızı Nigâr okul çağına gelince, onu Kadıköy Fransız mektebine yazdırdı. Okulda Fransızca, arkadaşlarından da İtalyanca, Rumca ve Ermenice öğrendi. Piyano ve resim kurslarına gitti, “faziletli hocam” dediği Şükrü Efendi’den de özel ders alarak Türkçe, Farsça ve Arapça öğrendi. On bir yaşından sonra babası kızının eğitimiyle bizzat ilgilendi. Kızı da yazdığı bütün şiirleri “Nigâr Binti Osman” imzasıyla yayınlayarak babasının adını yaşattı. Çok erken yaşlarda, 13 yaşında evlendi. Mutlu bir evliliği olmadı. Birkaç sene sonra ayrıldı. Ama üç oğluna büyük bir emek harcadı. Babasının ona yaptıklarını, o da oğulları için yaptı. Şiirleri edebi mahfillerde takdirle karşılanırken, muzip Süleyman Nazif, üç oğlunu şiirlerinden üstün tuttu. Sağda solda, her vesileyle, “Şair Nigâr Hanım’ın en kıymetli eserleri üç oğludur,” dedi. Meşrutiyet’in ilanından sonra, varlıklı Türk kadınları arasında Cumhuriyet döneminde yaygınlaşacak bir geleneği ilk defa o başlattı. Osmanbey’deki küçük evinde, salı günleri, erkek ve kadın, Türk veya ecnebi misafirlerini aynı anda kabul ederek edebiyat ve şiir sohbetleri düzenlemeye başladı. Bu toplantılara katılan dönemin edipleri, fikir insanları, şair ve yazarları arasında haremliği selamlığı kaldırarak bir devrim yaptı. Bunu yaparken hakkında çıkan dedikoduların hiçbirisine itibar etmedi, annelik vazifesini unutmayarak şairliğini sürdürdü.
Şair Nigâr Hanım, Birinci Harbin son senesinde tifoya yakalandı, 1 Nisan 1918’de vefat etti, Aşiyan Mezarlığı’nda toprağa verildi.
Birçok erkek şaire ilham vermişti Nigâr Hanım. Bunu bildiğinden, “Şair olmak güzeldir, fakat şiir ilham eden kadın olmak daha güzeldir,” dedi.
Nigâr Hanım’ın yaşadığı süre boyunca uzun uzun günlük tuttuğu uzun süre dilden dile dolaştı. Salah Birsel, bu günlüklerin gün yüzüne çıkmasını sabırsızlıkla beklediğini yazar bir denemesinde. Nihayet yakın zamanda bu günlükler iki cilt halinde yayınlandı.
*
Şair Nigâr Hanım ile Fatma Aliye yakın iki arkadaştır. İkisi de her şeye erkeklerin karar verdiği bir toplumda, kadınların varlık mücadelesinin öncüsü oldu. Fatma Aliye, arkadaşı Şair Nigâr için, “Bir bülbül terane-i latifi o muhit halkın sabahın nurlarına, şemsin ziyalarına davet ediyordu. Bu da Nigâr idi. En büyük lezzet aldığım şeylerden biri alem-i matbuatda yek diğerimizi sena ve takdir etmekti. Şi'rimizde nisvaniyyetin (kadınlığın) bir numune-i intibahı (uyanış numunesi) bir eser-i terakkisi bir heykel-i iktidarıdır (ilerlemenin nişanesi)” demişti.
Kadınların “saçı uzun aklı kısa” diye aşağılandıkları bir dönemde şiir ve roman yazamayacakları inancı yaygın olduğundan, Nigâr Hanım’ın yazdığı şiirleri bir erkeğin yazdığı sanıldı, Fatma Aliye’nin yazdığı “Muhadarat” adlı romanını da babası tarihçi Cevdet Paşa’nın düzelttiği dedikodusu ortalığa yayıldı. Oysa Fatma Aliye roman yazmakla kalmıyor, Fransızca romanları Türkçeye çevren ilk kadın edebiyat mütercimi olarak da gecesini gündüzüne katıyordu. Georges Ohnet’in “Volenté” adlı romanını “Meram” adıyla çevirdiğinde, dönemin şartlarını göz önünde bulundurarak çeviren olarak “Bir Kadın” adıyla yayınlamak zorunda kaldı. Daha sonraki tercümelerine, “Meram” tercümesi çok tutulunca, “Mütercime-i Meram” takma adını kullandı.
Ahmet Mithat Efendi, Fatma Aliye’nin “Meram” tercümesini pek beğendi. Onu manevi kızı ilan etti ki daha sonra, 1990’ların başında sadeleştirilmiş hali Sel Yayıncılık tarafından yayınlanan, “Bir Muharrirey-i Osmaniye’nin Neş’eti” adıyla onun 30’lu yaşlarına kadar olan kısa bir biyografisini yazdı. Oturup birlikte “Hayal ve Hakikat” diye bir roman da yazdılar. Romanın bir kadının ağzından anlatılan “Vedad” bölümünü Fatma Aliye; erkeğin ağzından anlatılan “Veda” başlıklı ikinci bölümünü Ahmet Mithat Efendi yazdı. Ancak gelin görün ki roman, “Bir Kadın ve Ahmet Mithat” imzasıyla piyasaya çıktı.
*
Tarihçi Cevdet Paşa, kızı Fatma Aliye’yi neredeyse oğlu ile bir tuttu ama kız çocuklarının okula gönderilmediği zamanlardır. Kardeşi Ali Sedat için tutulan öğretmenlerin evde verdikleri dersleri o da dinledi ve kendi kendini yetiştirmeye başladı. Dile çok meraklıydı, kolayca Fransızca öğrendi.
Yazdıklarında hep kadınlar vardır. Muhafazakâr fikirleri var ama kadın hakları konusunda son derece ilericidir. 1896 yılında bazı arkadaşlarıyla “Muhadenet-i Nisvan” adında bir kadın derneği kurdu. Yazdığı “Nisvan-ı İslam” (İslam Kadınları) ile “İstilayı İslam” kitaplarıyla da Türk kadının sesi oldu. Çok eşliliğe karşı çıktı. 1908 yılında “Mahasin” dergisine yazdığı bir yazıda, sokaklarda kadına karşı estirilen hoyrat havaya şu şekilde karşı çıktı:
“Yakını olan erkeklerle kadınların birlikte arabalara binmeleri yasak edildi. Kadın, babası, kocası, erkek kardeşi, oğlu gibi kimselerin yanında ne yapabilir? Baskısız, kontrolsüz, koruyucusuz gezenlerden bir takımının uygunsuz halleri yasaklanabilir mi? Kimi kez, kadınların paytona binmeleri önleniyor. Açık tramvaylarda bile, kadınlar için yer yok. Kadın bir kupa arabası ya da kapalı tramvay bekliyor. Yaz mevsiminde ise bunlar az mı az. Kadın uzun süre kaldırım üzerinde kalıyor. Boy bos gösteriyor. Dikkati çektiği için de gelen geçen bakıyor. Buna önem verilmiyor. Çünkü adet… Kadınlar kışın da gerek duydukları hava ve güneşten yararlanmak için duvarlı, kapalı bahçelerden birinde bile az buçuk hava almaya imkân bulamıyor. Sonra kadınlar, sokak setlerinde ehram yapıp sebilhane bardağı gibi diziliyorlar. Çünkü bu da çoktan beri adet.” (Tezer Taşkıran, “Tarih Boyunca Türk Kadınının Hak ve Görevleri, s. 55)
Fatma Aliye 72 yıl yaşadı. Bütün ömrünü, durmadan dinlenmeden Türk toplumunu “aydınlatmak” için uğraşıp durdu. Salâh Birsel’in aktardığına göre Ercüment Ekrem Talu onun için, “Harem ve kafes çağında, Türk kadınlığı bile bile koyu bir belirsizlik içinde boğulurken, okur, yazar ve yazdığını okutur olarak dost düşmana gösterebileceğimiz birkaç kadının başında o vardı. Çok temelli bir öğrenimden geçmiş ve öğrendiklerini öğütmüştü” dedi.
Arapça, Farsça, Fransızca bilirdi. Hafız’ı ne kadar çok okursa, Lamartine’i o kadar okurdu. Yine Birsel’in M. Turhan Tan’dan aktardığına göre Fatma Aliye, sayısı henüz çoğalmaya başlayan aydın Türk kadınlarının en kıymetlilerindeydi. Çünkü o, peçenin Türk kadın yüzünü karanlıkta bıraktığı günlerde bilgi güneşinden ışık alarak bir isyankâr gibi yaşamıştı. O Avrupa kültürüyle yetişmiş ilk Türk kadınıydı. Kadın kaleminden çıkmış ilk Türk romanının da müellifiydi. “Refet”, “Udi”, “Enin” adlarında peş peşe romanlar yazmıştı.
Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası, 2008 yılında 50 liralık kâğıt paranın bir yüzüne başı açık resmini basma kararını aldığında, memleketin nasyonalistleri ayaklanmış, nedense onu Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı kadın ilan etmişlerdi.
*
Ressam Celile Hanım’ın annesi Leyla Hanım; gemilerde miçoluk yapan, çalıştığı gemi İstanbul Boğazı’ndan geçerken suya atlayıp Osmanlı’ya sığınan, saraya götürülerek Mehmet Ali adını alan, daha sonra da paşalığa kadar yükselen Karl Detroit adında bir Alman’ın kızıdır. Üç kız kardeşi daha var. Seher Mehmet Ali Aybar’ın annesi; Zahide, Ali Fuat Cebesoy annesi; Saniye ise romancı Sabahattin Ali’nin babaannesidir. Şair Oktay Rifat’la Rasih Nuri İleri de bu ailendendir. Celile Hanım’ın babası ise Polonya asıllı dilci Hasan Enver Paşa’dır.
Celile Hanım’ı eve gelen özel öğretmenler yetiştirdi. Babası o sırada Sultan Abdülhamit’in yaveriydi. Bu vesileyle kızı Celile, saray ressamı Fausto Zonaro’dan resim dersleri almaya başladı. Resimde de daha çok portrelere ağırlık verdi. Tablolarına pastel renkler hakimdir; daha çok dostlarının ve akrabalarının resimlerini yaptı.
Genç yaşta Şair Nazım Paşa’nın oğlu Hikmet Bey’le evlendi. Bir süre sonra evlilikleri çatırdamaya başladı. 1919’da aralarında başlayan anlaşmazlık, boşanmayla sonuçlandı. Kocası hovardaydı, o da geri durmadı. Henüz boşanmadan, Kısıklı Bektaşi Dergahında ilk defa karşılaştığı şair Yahya Kemal’le aşk yaşamaya başladı. Gönlünü, kendisinden dört yaş küçük Yahya Kemal’e kaptırdığında iki çocuk annesiydi. Yahya Kemal onun için “ela gözlü pars” diye şiirler yazdı. Celile Hanım pek güzeldi, şaire aşık olduktan sonra adeta bulutların üzerinde uçmaya başladı. Ancak gelin görün ki, şairin yüreği bu cesur kadını taşıyacak kadar büyük değilmiş meğer. Telaşa kapıldı. Korku sardı her yanını. Herhalde bu kadar güzel bir kadını kendine “fazla” gördü. Sadakatine bir türlü kendini inandıramadı. Aşkından korktu, “Bunca yıllık kocasını bırakan, beni hayda hayda bırakır” diye düşündü, kaçtı, izini kaybettirdi.
Celile Hanım her yerde onu aradı durdu, mektuplar yazdı, hiç birisine cevap alamadı.
Yahya Kemal, arkadaşı Yakup Kadri’ye bu “kaçışın” sebebini şu sözlerle açıkladı:
“Bu kadar dile gelmiş bir kadınla ben nasıl evlenebilirim? Sonra herkes bana ne der? Ne gözle bakar?”
Baş edemediği bu duyguyu da şöyle şiire döktü:
“Son zevkin ağır aşk ise ummana karış, tat!
Boynundan o canan dediğin laşeyi silk, at!
Kirpikleri süzgün o ihanet dolu gözler
Rikkatle bakarken bir fırsatı gözler.”
Yakup Kadri “Gençlik ve Edebiyat Hatıraları” kitabında arkadaşına hiç yakıştırmadığı sözlerine şöyle tepki gösterdi:
“Hem Yahya Kemal o büyük aşkını hangi cemiyetin göreneklerine ve telakkilerine feda ediyordu. Kaça göçe riayet etmeyen, sokağa iki kat peçe ile çıkmak adetine uymayan bir genç ve güzel kadına türlü çamurlar atıldığı, birbirinden kaba ve iğrenç adlar takıldığı geri bir Şark cemiyetinin değil mi?”
Celile Hanım 1919 yılında eşinden ayrıldı, resim çalışmaları için Paris’e gitti. İstanbul’a döndükten sonra karma sergilere katıldı, kişisel sergiler açtı, bir anda dönemin en aktif kadın ressamlarından biri oldu çıktı.
Oğlu Nazım Hikmet, 1938 yılında “askeri isyana teşvik” suçundan 28 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Aynı yılın haziran ayında, çıkarılması düşünülen bir affın kapsamına alınsın diye Celile Hanım, milletvekilliği ve sefirlik yapmış, o sırada etkili bir şair olan Yahya Kemal’e “Size maziden bir ses sesleniyor” diye başlayan bir mektup yazdı. Ancak şair o sesi duymadı.
1950’de, 12 yıldan beri hapishanede bulunan Nazım Hikmet açlık grevine başladı. Celile Hanım da oğluna destek vermek için Galata Köprüsü üzerinde açlık grevine oturdu. Bir görüşe göre o sırada oradan geçen Yahya Kemal, Celile Hanım’ı gördü, ancak yanına gitmedi.
DP iktidara geldi, çıkardığı bir afla Nazım Hikmet özgürlüğüne kavuştu. Şair 1951 yılında askere alınıp öldürüleceği korkusuyla Moskova’ya kaçtı. Oğlunun gidişiyle birlikte Celile Hanım kör oldu. 1956 yılında Ankara’da vefat etti.
*
Üç Osmanlı kadınıydı. Biri ilk kadın şair, biri ilk kadın romancı, öteki ilk kadın ressamdı. Şair Nigâr Hanım’ın adı bugün Osmanbey’de işlek bir sokakta yaşıyor; romancı Fatma Aliye’nin başı açık bir resmi 2008 yılında Merkez Bankasının bastırdığı kâğıt 50 liranın bir yüzünde duruyor. Ressam Celile Hanım ise “Şair Nazım Hikmet’in annesi” olarak biliniyor.
*
Kaynaklar
Taha Toros, “Mazi Cenneti”, İletişim Yayınları
Salah Birsel, “İstanbul-Paris”, Sel Yayıncılık
Salah Birsel, “Boğaziçi Şıngır Mıngır”, Sel Yayıncılık
Ahmet Mithat Efendi, “Fatma Aliye, Bir Osmanlı Kadın Yazarın Doğuşu”, Sel Yayıncılık
Saime Göksu-Edward Timms, “Romantik Komünist”, YKY
Abdülhak Şinasi Hisar, “Geçmiş Zaman Edipleri”, YKY