Her yazar, külliyatı içinde en çok bir başyapıtıyla tanınır. Gabriel Garcia Marquez onlarca roman yazmış ama o daha çok “Yüzyıllık Yalnızlık”ın yazarıdır. Tolstoy’un yazdıklarını üst üste koysan boyunu aşar ama “Anna Karenina” başyapıtıdır. Dostoyevsk’yi bu kadar kudretli yapan kitaplarının içinde adını en çok duyduğumuz “Suç ve Ceza”dır. Flaubert, “Madam Bovary”le bilinir, hatta sorduklarında “Madam Bovary benim” bile demiştir. “Teneke Trampet”i çıkarın, Günter Grass’ın diğer romanlarının adını pek hatırlamazsınız. Listeyi bir hayli uzatmak mümkün…
Bütün bu büyük yazarlar, bu mühim eserlerini hayatlarının bir döneminde, daha çok da genç sayılabilecek yaşlarda yazmış, birçoğu Nobel almış, Nobel alanların çoğu bu büyük ödülü aldıktan sonra roman yazamaz olmuş, birçoğu da başyapıtlarından sonra bir daha o kitabın düzeyine erişemeyeceklerine kanaat getirdiklerinden geride kalan zamanlarını önemsiz kitaplar yazarak doldurmuşlar.
Mesela bizden Orhan Pamuk, başyapıtı “Kara Kitap”ı genç sayılacak bir yaşta yazmış, ama dünya edebiyatında bir istisnadır o, başyapıtından sonra da çok güzel romanlar yazmaya devam etmiş. Yine Oğuz Atay’ın başyapıtı olan “Tutunamayanlar” romanı, ilk romanıdır. Ama mesela Ahmet Altan öyle değil. 1980’li yılların başında ilk romanı yayınlanmıştı. Kırk yıldır roman yazıyordu, ama sanırım yine dünya edebiyatında pek rastlanmayan bir ilke imza atarak başyapıtını ihtiyarlığında, yaşı 70’i aşmışken yazdı. Kırk yıl süren yazarlık macerasını, çilehanede geçirdiği onca zamanı nihayet, bence çok mühim bir başyapıtla taçlandırdı.
Sözünü ettiğim kitap, son romanı “Zarlar”dır.
*
Her büyük roman, aynı zamanda bizi mühim bir roman kahramanıyla da tanıştırır. O kahraman, o romanın hayatımıza girmesiyle birlikte girer ve dünya durdukça bir daha da çıkmaz oradan. “Don Kişot”tan beri bu böyle. Dünya edebiyatından “Hamlet”, “Raskolnikov”, “Anna Karenina”, “Madam Bovary”, “Joseph K”, “Oblomov”, “Jean Valjean”, “Kaptan Ahab”, “Küçük Prens”, “Faust”, “Goriot Baba”; bizden “Feride”, “Zebercet”, “Selim Işık-Turgut Özben”, “İnce Memed”, “Hayri İrdal”, “Celal Salik” gibi zamana direnen, ölümsüz karamanlar böylesi kahramanlardandır işte. Şimdi bu kahramanlara Ahmet Altan’ın “Ziya”sı da katılmış oldu bence.
*
“Ziya” adında bir katil gerçekten de var. Mahmut Şevket Paşa suikastında tetik çekmiş bir genç adam. Cinayeti işledikten kısa bir süre sonra yakayı ele vermiş, asılmış. Hakkında çok az malumat var, tetikçilerin içinden bir tetikçi, bir serseri, bir kumarbaz, birileri bulmuş onu bir yerde, silahı tutuşturmuş eline, o da hiç tanımadığı bir adamı, hem de bir sadrazamı (başbakan), gündüz gözüyle Beyazıt’ta makam arabasının içinde öldürmüş.
Ahmet Altan’ın “Zarlar” romanının kahramanı bu Ziya’dır işte. Ama yirmi iki yaşına kadar yaşamış, birilerinin suikastta görevlendirdiği gerçek Ziya değil, romancı Ahmet Altan’ın yeniden yarattığı Ziya’dır… Roman kahramanı Ziya yani… Öyle bir kahraman ki, budan böyle Türk edebiyat tarihini yazacak olanların es geçemeyeceği, zaaflarıyla, soğukkanlılığı ve haysiyet düşkünlüğüyle, kumarbazlığı ve erkeklik gösterisiyle bize benzeyen ama bizi çok aşan, bizim de pek tanımadığımız bizden bir kahraman… Şimdiden yukarıda isimlerini andığım ölümsüz roman kahramanları arasında yerini almaya aday bir kahraman…
Evet, iddia ediyorum; bundan sonra Türk edebiyatında, ölümsüz roman kahramanlarının içinde Ahmet Altan’ın Ziya’sının çok özel ve romanı “Zarlar”ın da müstesna bir yeri olacak.
*
Balzac, “Roman, büyük tarihsel figürlerin görülüşüne ancak ikinci derecede karakterler olarak katlanır,” der. Demesi o ki, mesela İkinci Abdülhamit’i veya Mustafa Kemal’i bir romana başkahraman yaparsanız eğer, buradan iyi bir roman çıkarmanız pek mümkün değildir. Yaşayan “büyük tarihsel figürü” aşağı yukarı hepimiz tanıyoruz, ona romancının neyi yakıştırıp neyi yakıştırmayacağına yazar değil, biz okurlar karar veririz, zira o sırada o figürü biz romancıdan daha iyi biliyoruz, hepimizin imgeleminde ona dair bir fikir var, muhayyilemizdeki figüre aykırı gelen her şey bizi o romandan soğutur, uzaklaştırır. Bu yüzden iyi yazarlar, bu tür figürlerin olduğu devirleri anlatırlarken, o günkü hayatın içine hayali kahramanlar yerleştirip, yaşamış olanları onların etrafında döndürmeye çalışırlar. Mesela bizden Nahit Sırrı Örik’in “Sultan Hamit Düşerken” romanında çok başarılı bir şekilde yaptığı böyle bir şeydir.
Ahmet Altan’ın başarısı, Ziya’nın “büyük bir tarihsel figür” olmamasıdır. Hiçbirimiz tanımıyoruz onu. Sıradan bir katil, hayatını, o zamana kadar yaşadıklarını hiç kimsenin merak etmediği bir safra… Bir sadrazam öldürdü, asıldı ve toplum dışına atıldı, o kadar. Ama bu hikâyenin gerisinde, iyi bir romancı için muazzam bir malzeme var. Çok genç yaşta, yirmili yıllarının başında bir çocuk nasıl olur da bir Başbakan’ın katili olabilir? En iyisi, soruyu eşi Hrant Dink de aynı yaşlarda bir genç tarafından öldürülen Rakel Dink’in sorduğu biçimde sormak:
“Bir bebekten bir katil nasıl yaratılır?”
Hapishanede, idamla yargılanıp müebbet hapis cezası almış olan ve “bir daha dünyayı görmeyeceğim” diye düşünen Ahmet Altan’ın da kafasını bu soru uzun süre meşgul etmiş olmalı ki, bir romancı için bulunmaz bir malzeme teşkil eden Mahmut Şevket Paşa suikastına odaklanmış. Aslında Abdi İpekçi’nin katilini de Hrant Dink’in katilini de Musa Anter’in katilini de anlatabilirdi. Nihayette hemen hemen bütün bu katil “çocuklar” birbirlerine benziyorlar. Bir dava, bir öfke, bir intikam veya vatan uğruna hayatını feda etmeye hazır serdengeçtiler… Cinayeti niçin işlediklerini bilmeyen ve eğer yaşarlarsa hayatları boyunca da öğrenemeyecek olan kara cahil yeniyetmeler…
*
Gerçek, romancının bir avcı iştahıyla peşine düştüğü ürkek bir ceylandır romanda. Yazar daima onu kovalar ve bir yerde kıstırır. O andan itibaren de ondan yılan görmüş gibi kaçar. O ürkek ceylan, bir anda zehirli bir yılan olur yazarı sokmaya kalkışır çünkü. Aslında onun aradığı o yılan soğukluğuna benzeyen gerçek değil, James Wood’un demesiyle “her romancının göz koyduğu kurmaca atlasıdır”. Geniş bir coğrafyanın atlasıdır o atlas. İşte iyi romancı, bu atlasın üzerinde, onun tek hükümdarı gerçek denilen tiranla savaşa savaşa, kendi gerçeğini, yani “kurmaca gerçeği” üstün kılmaya çalışır. Başaranlar zamana direnir, tarihe kalır, büyük romancı olur; başaramayanlar da tarihin kenar mahallelerinin birinde ölümünü beklemeye başlar.
*
Şimdi gelelim Ahmet Altan’ın Ziya’sına… Ziya, ruhu “koyu bir karanlığın içinde doğmuş”, ağabeyi Arif Bey tarafında şekil verilmiş, dört yaşındayken “kapaklanıp düştüğünde” Arif Bey’in “erkekler ağlamaz” diyen sesini duyduktan sonra bir daha ağlamamış, büyüdükçe “erkeklik kavramının istekli kölesi” olmuş, birkaç sene sonra da “erkek” kalıbına, “gururlu bir erkek” kelimesini eklemiş, “o katı ve karanlık ruhunu” bu üç kelime biçimlendirmiş bir çocuktur. Yeniyetmeliğinde abisi Arif Bey’den öğrendiği en önemli şeylerden birisi de sadece kendisinin ve ailesinin “gururunu” muhafaza etmenin yetmeyeceği, bunun yanında “mensubu olduğu Çerkez kavminin gururunu” da korumasının görevleri arasında olduğudur… Ziya’nın küçük abisi Hakkı da büyük abinin korumasındadır… Arif Bey’in iki kardeşine öğrettiği ilk şey, “Bir erkek ölüm de dâhil hiçbir şeyden korkmaz”, “korkaklık en büyük ayıptır”. Gurur her şeyin üstündedir. “Bir erkek gururu ile hayatı arasında tercih yapmak zorunda kaldığında, gururunu tercih etmek zorunda”dır. Ölmek, gurursuz yaşamaktan yeğdir. Hiç kimse gururlu bir erkekle alay etmeye kalkışamaz, alay etse cezası ölümdür. Arif Bey bunları iki kardeşine de iyice belletir. Bir de tabanca kullanmayı... Ellerine tabanca verdiğinde Ziya on, Hakkı on üç yaşındadır. Böyle böyle, “Ziya’nın huzursuz ruhu, huzur dolu bir sükûnetin içinde, ölümle hayatın birbirini gözetlediği puslu sınırlarda dolaşmak için” zamanla biçimlenip sertleşir.
Ziya’nın çocukluğu “erkekliğini” kanıtlamakla geçer ve günün birinde her şeyi, “benzemek istediği”, onu biçimlendirmiş, “gururu”, “erkekliği” ve “korkusuzluğu” öğretmiş olan ağabeyi Arif’in bir kavgada Matlı denilen bir kabadayıyı tokatlamasından sonra gelişen hadiseler sonucunda öldürülmesi, hayatını baştan aşağı değiştirir.
*
Bu cinayet alelade bir cinayet değildir. Katil Matlı Mustafa saray mensubu bir Arnavut, maktul Arif ise bir Çerkez’dir. Bu durum iki kavmin savaşına yol açma noktasına gelir ve Matlı Mustafa’nın mahkemesi Arnavutların gövde gösterisine dönüşür. Bu arada iki kardeş de intikam yollarını ararlarken Hakkı’nın, intikam almasın diye emniyet tarafından Düzce’ye yollanması üzerine, intikam alma işi küçük kardeş Ziya’ya kalır. Ziya da mahkeme günü, tabancasını çeker, Matlı’yı oracıkta öldürür. İnzibatlar onu yakalayıp sürükleyerek götürürlerken, Ziya hep gülümser. O buz gibi gülümsemesi o gün yüzünde donar… Daha sonra kendisine doğrultulacak olan bir tabancanın üzerine de aynı gülümsemesiyle yürüyecektir. Bu sırada Ziya on altı yaşındadır, Matlı’yı vurmuş olması bir anda namını kabadayı âleminde büyütür. Aynı salonda Ziya da yargılanır, ama salonu bu kez Çerkezler doldurmuştur. Yargılama sırasında Ziya’nın hissettiği tek şey “ölümü ve ölmeyi ne kadar sevdiği”dir. “Bir ölüm, ona bir hayat kazandırmış”tır.
*
Ziya’nın Sinop Cezaevi’nde geçen günleri ise, romanda en sevdiğim bölümdür. Bu bölümü okurken, Sabahattin Ali’nin de yattığı sonradan türkü olup dillere pelesenk olan “Aldırma Gönül” şiirini yazdığı Sinop Cezaevi’nin eski fotoğraflarına baktım. “İçine atılanın bir daha kolay kolay çıkmadığı, cehennem gibi, ürkütücü bir bina” olarak anlatmaya başlar yazar orayı. “Çoğunlukla katiller yatardı orada. Arada bir yöneticilere günahkâr gibi gözüken siyasi mahkûmların da oraya koyulduğu olurdu,” der. Kendi yaşadığı hapishane deneyimini de yer yer satır aralarında serpiştirdiği bu bölümde Ahmet Altan hapishaneyi, “Katillerin yan yana yattığı, yavruların daha doğmadan birbirlerini yediği bir köpekbalığı karnı gibi kanlı bir karanlıkla” dolu olarak tasvir eder. Hapishanede zamanın önemi yoktur, günlerin bir ismi yoktur, “bütün günler tek bir günden” ibarettir. Zamanı kıpırdatacak bir hareket olmaz burada.
Ziya, zarlarla bu hapishanede tanışır. Kumarı burada keşfeder. Bir zar atıyorsun ve her şey bir anda değişiyor! O da zarları eline alır. Atar kaybeder, atar kaybeder, zamanla “kaybetmeyi ve kaybetmenin yarattığı o muazzam kazanma umudunu” öğrenir.
Ziya hapishanede, Matlı’yı öldürmüş namlı bir “ağa” olur çıkar.
Günün birinde, hiç tanımadığı bir kişi gelir hapishaneye, onu oradan alıp bir gemiye bindirilerek Mısır’a gönderir. Ziya’nın, bir süre sonra Sadrazam Mahmut Şevket Paşa’nın katili olma yolundaki macerası o gün başlar. Kahire’de “Paşa Hazretleri”nin çiftliğinde yapayalnız bir hayat yaşamaya başlar. “Hiç kimse yalnızlığın kıymetini uzun zaman hapis kalmış biri kadar bilemez, yalnızlığın özlenebileceğini kavrayamaz”, böyle bir yere gelmesi onun için bir şans olur zira “yalnızlığı niye istediğini kimseye anlatmak zorunda” değildir. Burada karşısına Nora diye bir Yahudi kızı çıkar. Bir katilin sert yüreği de hiçbir zaman açığa çıkmayacak olan içten içe bir aşka yenik düşebilir, ama günün birinde Paşa, İstanbul’a gitme vaktinin geldiğini söyler ve Ziya Başbakan öldürmek üzere İstanbul yolculuğuna çıkartılır.
*
Kumar âlemi, mekânı haraca bağlama, fahişeler derken Ziya İstanbul’da yeraltı âleminin kralı olur çıkar. Günü geldiğinde Kâzım Bey denilen biri onu bulur; artık görev zamanıdır. Sadrazam Mahmut Şevket Paşa’yı öldürecek, böylece daha önce İttihatçılar tarafında öldürülmüş olan kendi kavminden Çerkez Nazım Paşa’nın intikamını almış olacak!
Ta çocukluğundan beri “kavminin de haysiyetini korumakla görevli olduğuna inanmış olan Ziya” bu görevi seve seve üstlenir. Onun için sadrazamın öldürülmesi bir intikam eylemidir, gerisini sorgulamaz, hiçbir soru sormaz.
*
Şimdi, İttihatçıların gündüz gözüyle Babıali’yi basarak yaptıkları darbeden bir sahne:
Darbeciler, cesetlerin üzerinden atlayarak Vükela Meclisi’nin kapısına dayandılar. Birden kapı açıldı, içeriden Harbiye Nazırı Nazım Paşa çıktı, elleri cebindeydi, karşısında Enver’i görünce, “Ne oluyor? Aklınızca Sadaret’i basmaya mı geldiniz? Haddinizi biliniz, pezevenkler,” dedi sertçe. (Daha önce anlaşmışlardı, rol yapıyordu.) Enver Bey kendinden üst rütbeli kumandanı askerce selamladı, bu da rolün bir parçasıydı. “Biz” diye cümleye başlamıştı ki, cümlenin gerisini getirmeden, Yakup Cemil ani bir hareketle paşanın sırtının gerisinden silahını uzatarak sağ şakağı hizasından ateş etti. Harbiye Nâzırı ve Başkumandan Vekili kanlar içinde yere yığıldı. Enver Bey beklenmedik bu hadise üzerine hiddetle, “Ne yaptın Yakup?” diye haykırdı. Yakup Cemil, “Bu adamlara başka türlü laf anlatılmaz” dedi. (Muhsin Kızılkaya, “At sırtında darbe yapmaya gitmek”, Habertürk, 26 Eylül 2021)
*
İşte Ziya, bu darbeden sonra Kıbrıslı Kamil Paşa yerine sadaret makamına getirilen Mahmut Şevket Paşa’yı öldürerek, Çerkez Nazım Paşa’nın intikamını almış olacak! Suikastta beş kişi görev alacak. Çerkez Kazım Bey; Ziya, ağabeyi Hakkı ve diğer üç kişiyi bir masa etrafında toplar. “O masada oturan beş suikastçının her birinin ayrı bir hesabı, ayrı bir öfkesi, ayrı bir nedeni bulunuyordu ama görünen ortak hedefleri, siyasi iktidarların silahşorları tarafından vurulup öldürülen ‘Çerkez’ Nazım Paşa’nın intikamını almaktı.” Kazım Bey, Ziya’ya döner, “Mahmut Şevket Paşa’yı vuracak grubun başında sen olacaksın” der, Ziya “Tamam” der. “Daha çocuk denebilecek yaşta, ilk içkisini içmeden, ilk kadınla yatmadan, ilk zarını atmadan önce ilk cinayetini işlemişti; hayatla ölüm, yaşamakla öldürmek onun için neredeyse aynı anda başlamış, zihninde ölümün kolaylığıyla hayatın önemsizliği birbiriyle kaynaşmıştı.” (Zarlar, s. 134) Bizim için dehşet veren şeyler onun için sıradandır. İmparatorluğun Sadrazamını vuracaktı. O kadar. Bu iş öyle çok abartılacak bir şey değildir. Kimsenin öldürmeyi düşünmediği birisini öldürmek ona fazladan bir “onur” kazandıracaktı. “Cesaret ve onurdan daha kıymetli bir şey yoktu ve erkek herkeste saygı uyandıracak böyle bir onuru ancak ölmeyi baştan kabul ederek öldürdüğünde ele geçirebilirdi.” (s. 139)
*
Peki, Ziya’nın öldüreceği Sadrazam Mahmut Şevket Paşa kimdi?
Paşa, Almanya’da eğitim görmüştü. Topçu kuleleri konusunda uzmandı. O zamanlar Harp Okullarında okutulan kitapları o yazmıştı. 31 Mart vakası sırasında Rumeli’den İstanbul’a gelen “Hareket Ordusu”nun komutanıydı. Herkesten saygı görüyordu, kendini beğenmiş bir komutandı. Babıali Baskınını düzenleyen Enver ve şürekâsı onu sadaret makamına getirdiklerinde bu görevi ikici defa üstleniyordu. Hem Sadrazam hem de Harbiye Nazırıydı. Göreve başlar başlamaz yaptığı ilk iş muhalif avına çıkması oldu. O kadar çok İttihat Terakki muhalifi tutuklamıştı ki, hapishanelerde yer kalmamıştı. “Bunun üzerine ‘Birkaç tokat atıp bırakın’ dediği katilleri hırsızları hapisten salıverip yerlerine muhalifleri doldurmuştu.” (s.145) Sertti, herkes ondan korkuyordu, padişah bile çekiniyordu. Hiçbir öneriye kulak asmıyor, herkesi azarlıyor, dediğim dedik, öttürdüğüm düdük diyordu. “Kimsenin diktatörlüğe itirazı yoktu ama herkes diktatörün kendi ekibinden olmasını istiyordu. Paşa, herhangi bir gruptan olmayı gururuna yediremediğinden iktidardaki partiyi de muhalifleri kadar aşağılayıp bunaltıyordu.” (s.146)
Ziya için “vurulacak adam önemli değildi, onu vurmanın onuruydu önemli olan.” “Belki çok genç yaşta işlediği cinayetten, belki doğuştan gelen özelliklerden, belki kaderin zarların dönüşüne bağlı olduğunu kabul eden kumarbazlığından her şey ona biraz oyun geliyordu.”
*
Aslında Mahmut Şevket Paşa suikastından devletin ilgili birimlerinin hepsinin haberi vardı. Tıpkı Hrant Dink suikastı gibi. Peki, İttihatçılar cinayetten haberdar oldukları halde, neden önüne geçemediler? Bu soru her devrin sorusudur. Bu hadisedeki cevabı, İttihatçıların iktidara iyice çöreklenmek için bu suikastı araç olarak kullanmak istemeleridir. Kalan muhalifleri de bu vesileyle temizleyip mutlak iktidarın sahibi olacak; Ziya ise, Çerkez kavminin intikamını aldığı sanacak.
“Ziya tuzağa düşmüştü. Zarlar hileliydi.” (s.193)
*
Ahmet Altan’ın amacı, hepimizin bildiği Mahmut Şevket Paşa suikastını temcit pilavı gibi ısıtıp tekrar önümüze sürmek değil. Siyasi cinayetler karşısında muktedirlerin tavrını anlatmak da değil… Bir “çocuğun yüzünde soğuk bir gülümsemeyle bir katile dönüşüm sürecini” adım adım takip ederek, içine kendi hapishane deneyimini de yedirerek, insan ruhunun en karanlık yerine doğru uzun, çok uzun bir yolculuğa çıkmak…
Yolculuk boyunca elimizde zarlar da var.
Haydi kemik!