Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muhsin Kızılkaya İz bırakanların, kaybolan izleri!

        Eskiden; memleket dışına, daha çok da Avrupa’ya “cevelan” maksatlı veya “tedavi” sebebiyle gitmek bu kadar kolay değilken, devlet her önüne gelene pasaport vermezken, verse bile herkese “cebinde gezdirmesi yasak” olan döviz temininde pek cimri davranıyorken yani; Ahmet Haşim’den Ahmet Hamdi Tanpınar’a, Sait Faik’ten münevverandan başkalarına kadar, Avrupa’ya, özellikle de Paris’e ayak basar basmaz ilk ziyaret etmek istedikleri yer; ilk entelektüel gıdalarını eserlerinden aldıkları, çoğu zaman özendikleri, zaman zaman mısra, tema “aşırdıkları”, çokça onun gibi olmak istedikleri oralı büyük yaratıcıların, yazarların, şairlerin, ressamların, müzisyenlerin sık sık gittikleri kafeler, doğdukları ve öldükleri müze evleri olurdu.

        Paris’e gidenlerin hepsi, İstanbul’a yeni gelmiş Anadolu köylüsünün yaşadığına benzer bir şaşkınlık, bir mahcubiyet yaşadılar. Hep bir hayranlık hissiyatı halesi kuşattı çevrelerini. Ama içlerinde Nuri Pakdil’e benzeyenler de vardı tek tük. Nuri Pakdil “Batı Notları”nda bir seminer vesilesiyle gittiği Paris’e (o sanki ne bulsam da yerin dibine batırsam gözüyle dolaşır Paris’i) onu önce heykellerin karşıladığını yazar. “Taşın bile fıtratını bozdular” der. Paris içinse şunları söyler:

        “Uyandım gözüme plastik bir güneş parçası yapışmıştı. Uzun süre silmeye uğraştım. Niçin güneşi plastik Paris’in? Çünkü yükselen Batı isi, güneşle Paris’in arasında kalın bir duvar. Bu is, bildiğimiz baca isi değildir. O yüzden temizdir Paris’in havası. Biz Doğuluların, Doğulu duygusuyla hissettiğimiz, yorumu da bize ait olan bir is.”

        Belli ki Nuri Pakdil, diğerlerinin merak ettiği mekanları pek merak etmemiş ama mesela Ahmet Haşim, tedavi için gittiği Frankfurt’ta hastaneden önce Goethe’nin evini merak etmiş yazdığı “Frankfurt Seyahatnamesi”nde. Haşim Almanya’ya gittiğinde, Hitler çizmelerini parlatıyordu. Her yerde şairin deyimiyle, “San bezden uydurma bir avcı üniforması üzerinde, uydurma bir kayış, uydurma bir matara ve bir muhayyel müstakbel seferin uydurma donatımı ile erken süslenmiş bayağı çehreli adamlar” dolaşıyor, “içi kurtlu, pembe ve büyük bir elma”dır Almanya ve bu Almanya’da en çok Goethe’nin evini görmek ister şair.

        *

        İlk gün Frankfurt’ta fazla dolaşmadan, hatta hastaneye gidip doktora görünmeden önce Goethe’nin evine koşar.

        Haşim, Goethe’nin evinin önünde durduğunda, büyük şair öleli tam yüz yıl olmuş. Evin içi hınca hınç doludur. Hepsi de Alman ziyaretçiler. Evi dolaşır, “Şairin hatırası bu evin her tarafında nefes alıyordu” der.

        Evin her yerini gezdikten sonra nihayet sıra büyük Goethe’nin çalışma odasını görmeye gelir. Mihmandar kafileyi, “üstü baştan başa mürekkep lekeleriyle kaplı eski bir yazı masasının önüne” getirdiğinde orada durur ve der ki:

        “Goethe Faust’u bu masa üzerinde yazdı. Bu lekeler Faust’un lekeleridir!”

        Herkes çok heyecanlanır.

        Haşim şunları yazar:

        “Herkes o mukaddes gölgeleri yakından görmek için medeni nezaketi unutarak masaya yaklaşmak üzere kendine yol açmaya çalışıyordu. Bu hayran gözlerde lekeler, mürekkep lekeleri değil, fakat bir ebedi lacivert semada namütenahi yıldız serpintileri idi.”

        *

        Bizde, masasında mürekkep lekelerini görmek için geçtim yüz sene önce ölmüş olmasını, birkaç sene önce aramızdan ayrılmış hangi yazarın evini ziyaret etsek acaba? Bırakın çalışma masasını ve üzerindeki örtüye düşmüş mürekkep lekelerini muhafaza etmeyi, kıymetli bir şahsiyet bizde ölür ölmez, evde toz yapan, fazla yer işgal eden, kitaplarını ve ıvır zıvır diye tabir edilen evrakını çuvallara doldurup sahafların yolunu tutarlar. O kitaplar, ıvır zıvırlar evden çıkınca ev biraz daha genişler. Bu durum başını sokacak evi olanların ölümünden sonra başına gelenler. Ya kendisine ait evi olmayanlar. Onlar hepten Allah’a emanet…

        *

        1990’ların başına kadar çoğu yazarın kendi evi yoktu zaten. Yaşar Kemal “İnce Memed”i Serencebey’de kiralık bir dairede, sobada yakacak odun kömüre verecek parası olmadığı için, Boğaz’ın sularının donduğu o yaman kışta, elinde kalın yün eldivenler, başında karapapak kalpağı, soğuktan tir tir titreyerek yazmıştı.

        Orhan Kemal Cibali’de topu topu 58 metrekare bir kiralık eve yerleşmişti ailesiyle birlikte. Bir fabrikada iş bulmuştu, sabah saat yedide iş başında olmak zorundaydı, sabaha karşı saat üçte, dörtte uyanıp ortalık ışıyıncaya kadar yazıyordu bu evde. “Bereketli Topraklar Üzerinde”, “Gurbet Kuşları”, “Evlerden Biri” ve “Sokakların Çocuğu” romanlarını burada yazdı.

        1951’de Adana’dan, Yaşar Kemal’le birlikte İstanbul’a gelen Orhan Kemal, 1954 senesinden başlayarak 1966 yılına kadar bu evde yaşadı ailesiyle. Oğlunun yayına hazırladığı “Eşe Dosta Selam” adlı mektuplarından oluşan kitapta, o sırada Adana’da bulunan ve onu İstanbul’a göndermiş olan Abidin Dino’ya oturduğu evi şöyle anlatır:

        “Unkapanı’nda, daha doğrusu Cibali’de oturuyorum. Bir yanımda tütün fabrikası Tekel’in. Her sabah fabrika borusunun kalın kalın ötüşü ve penceremin önünden kadınlı erkekli işçilerin geçişi. Hele yağmurlu, çamurdan günlerin mor sabahlarında, biri kucağında, ikisi yanında, bir lokma için koşan kadın işçilerin telaşı, yaşamak için çabalamaları, kendimi, kendi dertlerimi bana unutturuyor. Onların ‘Yaşama savaşı’ yanında, benimki, bizimki vallahi ‘lüks’. Asıl haklı onlar...”

        Beraber yaşadığı o yoksul işçilerin yazarıydı Orhan Kemal, aslında o da onlardan biriydi. Cibali Tütün Fabrikasında tütün saranları, overlokçuları, ara ütücüleri, doklara gözyaşı akıtanları çok iyi tanıyor, onların küçük hikayelerini yazıyordu. Hep “sevgili bir yoksullukla” cebelleşti durdu. Çok sonra, “72. Koğuş”tan kazandığı parayla, Basınköy’de, Yaşar Kemal’in de evinin bulunduğu yerde, gazeteci Halit Çapın’ın satılığa çıkardığı evini alarak ev sahibi olabildi Orhan Kemal.

        *

        Birkaç ay önce, Orhan Kemal’in İstanbul’a geldikten sonra uzun süre yaşadığı, birçok romanını yazdığı Unkapanı’ndaki evin sahipleri tarafından satılığa çıkarıldığı haberleri çıktı gazetelerde, oğlu Işık Öğütçü macerasını anlattı uzun uzun. Meğer bu eski evin bulunduğu küçük sokağın adı Orhan Kemal Sokağıymış. Birkaç kez evin duvarına “Orhan Kemal’in 1954-66 tarihleri arasında bu evde yaşadığına” dair bir plaket çakmış oğlu ama her defasında plaket sökülüp atılmış. Ev sahipleri 10 milyon lira fiyat koymuşlar küçücük eve, devlet, belediye satın alıp orayı bir türlü mesela bir “Orhan Kemal Çocuk Kütüphanesi”ne çeviremiyormuş, mutlaka hazreti mevzuat engeldir ama Orhan Kemal’in fikrine yakın belediyelere iş yapan bir müteahhit de çıkıp o paraya kıyıp evi alıp belediyeye bağışlayamıyor galiba. Fatih Belediyesi evin dış cephesini bu arada onarmış, boyayıp paklamış ama akıbeti hâlâ meçhul.

        *

        Yazarın bu semtte yaşadığını, burada gördüğü insanların küçük hikayelerini romanlarında anlattığını bilen çoğu okuru, Cibali’de Orhan Kemal’in izini araya dursun, Kastamonulu bir avuç insan da ta ölümünden itibaren, yani 1977’den bugüne neredeyse elli sene boyunca, Oğuz Atay’ın adını kendi şehirlerinde yaşatmak için olağanüstü bir çabanın içine girmişler meğer. Nail Tan’ın “Kastamonu” adlı yerel gazetede yazdığına göre çabaları nihayet 2020 yılında sonuç vermiş, Kültür Bakanlığı sonunda Oğuz Atay’ın isminin bir kütüphaneye verilmesine değecek iyi bir yazar olduğuna karar vererek adının Kastamonu’da bulunan bir kütüphaneye verilmesine cevaz vermiş.

        Oğuz Atay’ın babası Cemil Atay Kastamonuludur. Ağır Ceza reisidir ki daha sonra Sinop ve Kastamonu milletvekilliğini da yapmış. Nail Tan’ın verdiği bilgiye göre Oğuz Atay, babası İnebolu’da hakimlik yaparken gelmiş dünyaya, aile Devrekâni nüfusuna kayıtlıdır. Babası vekil olup aile Ankara’ya taşınınca Oğuz Atay 1940 yılında bu şehirde başlamış mektep hayatına. Nüfus cüzdanında ili Kastamonu, Nahiyesi Devrekani, Köyü Etçiler diye geçer.

        Oğuz Atay’ın doğduğu şehir olan Kastamonu’da adının bir kütüphaneye verilmesi ölümünden tam 43 sene sonra nasip olmuş bu durumda. “Kastamonulular olarak Oğuz Atay’la ne kadar övünsek azdır” diye yazılar yazan Tan, girişimlerinin her defasında sonuçsuz kalması üzerine yazdığı yazıda, “Bu Oğuz Atay Kastamonululara ne kötülük etti? Beğenmiyorsanız başka bir ile verin gitsin!” diye yazmak zorunda kalmış en sonunda.

        Oğuz Atay ne kötülük yapacak hemşerilerine ey muharrir! Bence hemşerilerinin büyük bir çoğunluğu adını bile duymamışlar. Nihayetinde ne futbolcudur ne de güreşçi ne de manken. (Bu meslekleri küçümsediğim için değil, bizde en çok bu işleri yapanlar tanınıyor da ondan.) Ama bugün çıksan Kastamonu’ya, Oğuz Atay’ı yazar hemşerileri olduğunu belirterek sorsan “kitaplarını okudunuz mu?” diye, eminim çoğu kimse “okudum kitaplarını, beş para etmez, hiçbir kitabında Kastamonu’nun sorunlarını dile getirmemiş, tarihi ve turistik yerlerini yazmamış” der.

        Bizde yazarlık, ahalinin dertlerini yüksek katlara götürmekle görevli bir tür arzuhalcilik olarak görülmüş öteden beri ve bu durum hâlâ böyle.

        *

        Oğuz Atay şanslı, hiç olmasa doğduğu şehirde kırk küsur sene sonra bile olsa adını bir kütüphaneye verdiler ama mesela Sait Faik’in Şişli’de oturduğu evinin bulunduğu sokakta adı yokmuş. Sokak adlarıyla ilgili önceki yazımı okuyan dostum Metin Celal yazdı bana. Şişli Belediyesi o sokağa “Nakiye Elgün” adını vermiş. Nakiye Elgün önemli siyasetçi olabilir, kız çocuklarının eğitimi için saçını süpürge yapmış bir eğitimcidir amenna, adı mutlaka bir yerde yaşatılmalı ama Sait Faik’in evinin bulunduğu sokak da Sait Faik’in olsun değil mi? Kimsenin tanımadığı bir sürü kasabın, manavın, sandalcının ismi var Şişli sokaklarında, birisini tabelasını silip yerine “Nakiye Elgün” yazılabilir, Sait Faik’in sokağı da ona kalmış olur. Sadece o mu, yine Metin Celal’in verdiği bilgidir; “Her varoluş beraberinde ölümü de getirmiyor mu?” diye soran, “Yaşamın Dışına Yolculuk”a karar verip canına kıyan, kırılgan yazar Tezer Özlü’ye Feriköy’de oturduğu sokağa adını çok görmüşler. Yine bir dostum aracılığıyla Ferit Edgü’nün eşi Filiz Hanım’dan bir mesaj geldi. Yazarın ölümünden sonra İstanbul Büyük Şehir Belediyesi’nden kendisini aramışlar. Ferit Edgün’nün hem atölyesi hem de çalışma mekânı olan Tünel’deki Botter Apartmanının girişine “Ferit Edgü Burada Yaşadı” tabelasını asacaklarını söylemişler ama o günden bugüne o tabelayı gören olmamış.

        Bütün bunların içinde en komik hadise ise Yaşar Kemal’in başına gelmiş. Bilirsiniz Adana’da her cadde oralı bir meşhurun adını taşır. Yaşar Kemal de Adanalı, hatta Adana ve Çukurova’nın adını kitaplarıyla dünyanın belli başlı dillerine taşımış bir büyük yazardır, yıllar yılı o da şehrinin bir caddesinde, bir bulvarında adını görmek istemiş. Sonunda bu isteğini yerine getirmiş belediye. Yaşar Kemal’in adını yaşarken bir parktaki yürüyüş yoluna vermişler. Evet, parkın içindeki yürüyüş yoluna… “Yaşar Kemal Yürüyüş Yolu”… Herhalde Yaşar Kemal’i çok iyi tanıyordu belediye yetkilileri. Zira Yaşar Kemal hemen hemen bütün romanlarını yürüyerek yazdı. Evden çıkar, kafasında başlar yazmaya, yürüdüğünü unutur, saatlerce yürür, sayfa sayfa düşündüklerini beynine kaydeder, hızlı hızlı eve gelir, defteri önüne alır, kelemle başlardı yürürken kurguladıklarını deftere geçirmeye. Adını yürüyüşle ölümsüzleştirmeyecek de ne yapacak belediye? Yaşar Kemal bu yüzden dargındı Adana’ya.

        Bunları yazmışken bir düzeltme de farz oldu bu arada. Diyarebekir’de, daha önceki belediyeler kayyum dönemine kadar (kayyum bir kültür merkezine adını vermişti) Sezai Karakoç’un adının bu şehirde bir yere verilmediğini yazmıştım önceki yazımda. Mehdi Eker abimden öğrendim, meğer yanılmışım. 1994 yılında belediye başkanı olan Ahmet Bilgin tarafından Şehitlik Semtindeki bir caddeye Sezai Karakoç adı verilmiş ve o caddenin adı o günden bugüne değişmemiş.

        Zira pirimiz Refik Halit Karay, 27 Mart 1950’de “Yeni İstanbul” gazetesinde çıkan “İsim Değiştirme Keyfiyeti” başlıklı yazısında şunları yazar:

        “İstanbul Belediyesi sokak isimlerini değiştirmeye pek meraklıdır. Eğer askerlik şubeleri, muamelâtı zorluğa uğrattığından dolayı işi frenlemese, Şehir Meclisi’nin her toplantısında faraza bir ‘Ciğerci Şaban’ sokağını bilâ lüzum ‘Kasap Hasan’a çevirmesinden yahut o aylar içinde ölen az çok tanınmış yâran ve ahibba adlarını sokak köşelerine asmaktan kendini alamayacağı muhakkaktır.”

        Sadece İstanbul Belediyesi mi böyle ya hafız?

        *

        Bir biçimde Avrupa’ya yolu düşmüş eski zaman münevveranın, ilk işleri bu kıtanın tarihi şehirlerinde yaşamış kıymetli insanların evlerini ziyaret etmek istemeleri gibi birkaç sene önce ben de İstanbul’a Ayşe Şasa’nın, Ümit Meriç’in anlattığı Kemal Tahir’in evini bulmak için bir bahar günü kalkıp gittim Suadiye’ye büyük bir heyecanla. Adresi girdim, elektronik rehber beni bir noktaya götürdü, “aha burasıdır” dedi. Allah Allah, orada Ümit Meriç’in babası Cemil Meriç’i her sabah koluna takarak götürdüğü “sakız gülleriyle çevrili balkonu” olan, perdeleri her daim açık, duvarları boydan boya kitaplarla süslü, ölümünden sonra oradan geçen birkaç polisin o kitapları görmesi üzerine “mutlaka burası bir komünistin evidir” diyerek bastığı, evde bulunan yazarın babasından kalmış duvardaki kılıcını suç aleti diye birçok kitapla birlikte götürdükleri ev falan yoktu. Hemen oradaki esnafa “Kemal Tahir’in evi buralarda olacak” gibi bir şey sordum, Kemal Kılıçdaroğlu’nun evini soruyormuşum gibi tuhaf tuhaf baktılar yüzüme. Çaresiz navigasyonun gösterdiği noktaya geri döndüm. O noktada göğe yükselen devasa bir apartman vardı.

        O “sakız güllerinin” üzerine betondan bir dağ yapmışlardı bir süre önce!