Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Bütün gece kar yağdı. İri iri kar taneleri, sokak lambasının etrafında pervaneler gibi döne döne uçuşup durdu sabaha kadar. Ben bütün gece Fethi Naci’nin “Anılar Kitabı”nı (Sel Yayıncılık) okudum.

        Sabah kalktım, pencereden berrak bir gökyüzü görünüyordu. Kar, her şeyin üzerine beyaz bir örtü çekmişti. Masaya oturdum, bütün gece beni meşgul eden, anıları anılarıma karışan Fethi Naci vardı aklımda hâlâ.

        *

        Bir anda 1997 yılının bir akşamüzerine gittim. Nereden çıkmıştık da böyle hızlı hızlı yürüyorduk hatırlamıyorum şimdi; Yaşar Kemal, Mehmed Uzun, ben… İstanbul’un üzerinde ekşi suratlı bir gökyüzü vardı, bulutlar gebeydi, ha yağdı ha da yağacak... Yaşar Kemal bizi Fethi Naci’nin evine götürüyordu. Elimdeki poşette, Mehmed Uzun’un o sırada çevirdiğim, yeni çıkmış romanı “Kader Kuyusu” vardı. Fikir Yaşar Kemal’in fikriydi; “Romanı Naci’ye götürelim, okusun, bir de yazı yazsın, sen o zaman bak yazarlık kaderin nasıl değişecek Memo” demişti o gürültülü kahkahası eşliğinde. Mehmed’in heyecanını bilmem ama ben, o zamana kadar edebiyat zevkime yön vermiş, “oku” dediği romanı mutlaka okumuş, “uzak dur” dediği romanı ise “neden uzak dur demiş olmalı acaba” diyerek merak edip okumuş bir büyük eleştirmenin evine gidiyordum, çalışma mekanını görecek, Yaşar Kemal’le muhabbetlerine tanık olacaktım. (“İki yitik hasret, iki parça can” idi Yaşar Kemal ile Fethi Naci ama gelin görün ki Fethi Naci öldüğünde Yaşar Kemal ona küstü.) Cihangir Susam Sokak’ta bir süre yürüdük, denize inen uzun bir merdivenin başına geldik, indik, indik, solda bir apartmana girdik. Kitaplara açıldı evin kapısı. Kitapların arasında Fethi Naci ile eşi bizi bekliyordu. Ev anason ve kitap kokuyordu. (Hatıralarına şu sözlerle girer Fethi Naci: “Yaşların da kokuları vardır: Karpuz sergilerinde hep eğreltiotu döşenir karpuzların altına, bunun için eğreltiotu kokusu benim çocukluğumun kokusudur, tıpkı anason kokusunun son yıllarımın kokusu olması gibi...”)

        Yarasına alkol sürüyordu çok uzun yıllardan beri. Kızı Deniz’in, 24 Aralık 1976 günü, oyuncu Sermet Serdengeçti’nin kullandığı, Zeytinburnu’nda virajı alamayıp denize uçan arabanın içinde boğulduğu günden beri “evladını kaybetmiş baba” acısıyla bir türlü baş edememişti. “Üzerine rakıların nöbet tuttuğu” bir acının pençesinde kıvranıp duruyordu. Yaşadığı acıya Deniz adını vermişti. Ona göre “gerçek acının tek ölçüsü var: Ölüm korkusunu yok etmesi. Hâlâ ölümden korkuyorsanız bilin ki gerçek acıyı yaşamamışsınız. Karşılaştırılamayacak tek şey belki de acıdır; ‘benimki böyle, seninki böyle’ diye söz edilemez acıdan. Acı aşılamaz. Acıya dayanabilmenin tek yolu acıyı çalışmaya, bir şey yaratmaya dönüştürebilmektir.

        Sonra 24 Aralık 1976’da her şey bitti. Şimdi artık bir ben var benden içeri: Deniz, güzelim benim, yalnızım, üzerinde güller açan kızım… Acıyı yaşadım ben ve yalnızlığı ve sevgisizliği. Bir, ölüm kaldı, o da umurumda değil: Ölüm yaşanmıyor ki…”

        *

        Oturup anılarını yazmamış Fethi Naci. Belli aralıklarla yazdığı, içinde hatırlar geçen yazıları yayına hazırlayan dostu Ferit Edgü, hayat hikayesini yazmak gibi bir düşü olduğunu söyler önsözde ama “buna ne zamanı vardı ne de sabrı,” diye de ekler. Kitaptaki Giresun’daki çocukluğu, Erzurum’daki parasız yatılı, sonra İstanbul, ardından İktisat Fakültesi yılları, Sultanahmet Cezaevi, TİP macerası, Gerçek Yayınevi’ni kurması ve tanıdığı dostlarının kısa vinyetleri zamanımı aldı bütün gece.

        Şair Özdemir Asaf’la İktisat Fakültesi’nde sınıf arkadaşıdırlar. Özdemir Asaf, Hukuk’u bırakmış, İktisat’a geçmiş ama istatistikten hiçbir şey anlamıyor. Fethi Naci arkadaşını çalıştırır ama nafile. Sınav günü gelir, hani öğrenciler “elektrikler kesikti, annem hastaydı” falan gibi bahaneler bulur da neden çalışmadıklarını anlatamaya çalışırlar ya hocalarına; sınav yapmak üzere sınıfa giren hocanın önünü Özdemir Asaf keser, “Efendim, bu sabah çocuğum oldu, sınava hazırlanamadım” der, hoca ne diyeceğini şaşırır.

        Fethi Naci, İktisat Fakültesi’ni bir kamu kuruluşunun verdiği bursla okudu. Asıl adı Naci Kalpakçıoğlu’dur. Yazı yazarken, Babasının “Fethi” olan adına, soyadını bir kenara bırakarak “Naci”yi ekledi. Bazı dostları, özellikle de Yaşar Kemal ona hep “Naci”derdi. Anılarını başlı başına bir kitap olarak yazmamasının sebebi de “anı yazma yaşının” bir türlü gelmemesine bağlıyor. Zaten o yaş birçok insan için bir türlü gelmiyor işte. Cahit Sıtkı Tarancı daha yirmi yedi yaşındayken, “Çağınız başlıyor ey hatıralar” demişti “Gençlik Böyledir İşte” şiirinde, “Yarıyı buldu ömrüm” diyordu aynı şiirde, oysa 54’ü bulamadı şair, 46’sında öldü.

        *

        12 Mart’ta, sabaha karşı Fethi Naci’nin de kapısını çalarlar. Bir astsubayın komutasında bir sürü askerle birlikte iki sivil polis cümbür cemaat bir anda hole doluşur. Astsubay, “evi arayacağız” der demez etrafa dağılan erler hep bir ağızdan bağırırlar, “Komutanım çok kitap var, her yer kitap dolu, nasıl başa çıkacağız?” derler. Astsubay bütün duvarları dolduran kitaplara bakarken giyinip gelmiş olan Fethi Naci onu kara kara düşünürken bulur: “Bu kadar kitap… Bu kadar çok kitap… Ne yapabiliriz ki…” Sivil polislerden biri, “Komutanım bir telefon edip durumu bildirseniz” der. Astsubay, komutanı arar, kitapların tahminlerin üzerinde olduğunu, ne yapmaları gerektiğini sorar, komutan, “Çuvallara doldurun, getirin” emrini verir. Çuvalla çözülecek bir sorun değil, astsubay tekrar komutanı arar, konuşma bitince rahatlamıştır, “Komutan rastgele beş kitap alın, adamı da getiririn dedi” der. “Uzman” bir polis daha sonra gelecek, kitapları o toplayacak, bu yüzden bir asker kapıda nöbetçi olarak kalacak. Onu da alıp beş kitapla birlikte götürürler. Ertesi sabah, “uzman” polis onu alıp eve getirir, “uzman” polisin ne demek olduğunu o sırada anlar. Eve geldiklerinde evde eşinin yanında şair Edip Cansever, Rauf Mutluay ile Ferruh Doğan var. “Uzman” polisin elinde, “yasaklanmış kitaplar” listesi var. Evdeki bütün kitapları o listeyle karşılaştıracak ki iş değil. Polis kitaplığın alt sırasından başlar, bir kitaplara bakıyor, bir elindeki listeye… Bir süre sonra, “Bu şekilde gidersek biz bu işi günlerce bitiremeyiz, siz de yardımcı olun bana” der çaresizce oradakilere. Listeyi Fethi Naci alır, polis kitabı raftan alır, ona gösterir, o da eliyle “alın” işareti yapar veya “kalsın” der. İki saat içinde yüze yakın kitabı “sakıncalı” diye bir kenara ayırırlar. Polis, “Bu kadar yeter” der, sıra alınan kitaplar için tutanak tutmaya gelir. Rauf Mutluay, çalışma masasına oturur, daktilosunu çıkarır, polis söyler, Rauf Mutluay yazar. (Bu arada Mutluay, meşhur edebiyat öğretmeni, büyük roman eleştirmeni, aynı zamanda bir Türkçe aşığı yazar…) Polis, “yapılan taharriyâtta” der, Mutluay “yapılan aramada” diye yazar, polis kızar, Edip Cansever, Ferruh Doğan, Fethi Naci kıs kıs güler, polis aynı kararlı ses tonuyla, “lütfen parantez açar mısınız” der, Mutluay parantezi açar, polis “lütfen ‘yapılan taharriyâtta’ yazar mısınız” der, Mutluay denileni yapar. Bir iki denemeden sonra Mutluay devletin tutanak dilini Türkçeleştirmekten vazgeçer, polis de ezberlediği şekilde tutanağı bitirir.

        Kitaplarla birlikte onu Sansaryan Han’a götürdüklerinde, “iç çamaşırı, havlu, diş fırçası”nı koyduğu küçük çantasına Milli Eğitim Bakanlığı Yayınlarından çıkmış “Moby Dick”i de atar.

        *

        İdris Küçükömerle Fethi Naci hemşeridir. İkisi de Giresun’daki yoksul ailelerin talihsiz çocukları ama Küçükömer, Naci’den de talihsiz… Çok küçükken babasını kaybetmiş, dayısı büyütmüş onu, “ilkokulu da ortaokulu da aynı pantolonla bitirmişti” der bir yakını. Aynı fakültede, birlikte okudular. Küçükömer ondan iki sınıf gerideydi. Geçimini sağlayabilmek için, o sırada Beyazıt’ta süren üniversite inşaatında amele olarak çalıştı. Arkadaşlıkları da o sırada başladı. İkisi de sosyalistti. Fikirleri birbirine yakındı. Mehmet Ali Aybar, Küçükömer’in TİP’e girmesi için onun referans olmasını ister, o da olur. Ama Küçükömer, diğer TİP’liler gibi düşünmüyor. Ona göre Türkiye’de sağ sol; sol sağdı. CHP sağcı, DP solcuydu. Ankara’daki TİP kongresinde, başkanlık kürsüsünde oturan Çetin Altan, Küçükömer konuşurken ona müdahale eder, konuşmasını yarıda kesmek zorunda kalıp, kürsüden iner, “Çetin Altan İdris’i nasıl kırmıştı,” der Fethi Naci. (Yıllar sonra arkadaşları, Çetin Altan’a “dönek” diye dünyayı dar ederler.)

        *

        Yazdığı “vinyetlerin” arasında Turgut Uyar’ın da vinyeti var. Şairi, Can Yücel tanıştırmış ona. Ona göre Turgut Uyar, kolay dost olan insanlardan değildi. Ama onlar sıkı dost olurlar. Her Pazar günü Turgut’ların evine giderler. Turgut Uyar, çok güzel yemek yapar, hele patlıcan salatası şiirleri kadar ünlü... Şair yemek yaparken o da küçük bir hasır iskemleye oturur, onu seyreder. Turgut Uyar yemek yaparken o güzel sesiyle şarkı söyler, “Sen beni bir buseye feda ettin” şarkısını ister her defasında Fethi Naci, şair de hemen söylemeye başlar. Turgut Uyar yazdığı şiirlerini önce Naci’ye okutur. Bir şiirinden şu üç mısra ölünceye kadar belleğinde kalır Fethi Naci’nin:

        “Ey bilene bilene tükenen bıçak

        Bir şeyler yap

        Eskimeden gökyüzünün kutlu maviliği”

        Bu üç mısraı önüne gelene okur. Hatta bu üç dizeye dair bir de yazı yazar. Eş dost arasında, Turgut Uyar’ın bulunduğu yerlerde Fethi Naci bu üç dizeyi her okuduğunda şair hafifçe gülümser, bir şeyler söyleyecek olur ama söylemez. Sonunda bir pazar günü, “bilene bilene tükenmiş bir bıçak” getirir, hediye eder dostuna. Çok iyi şiir yazmakla kalmaz aynı zamanda çok güzel tahta da oyarmış şair. Bıçağın sapına çok güzel bir biçim verdikten sonra bu üç dizeyi kazımış. Verirken hikayesini de anlatır bıçağın. Bir kasapta görmüş o bıçağı. Takip etmiş, bilene bile tükendiğini görmüş bıçağı kasabın elinde. Oturmuş o şiiri yazmış. Ve gitmiş o kasaba, bıçağı istemiş. Bıçakla ne yapacağını kasaba anlatıncaya kadar epeyce ter dökmüş. Uzun bir süre bıçağı kaybetmiş Fethi Naci, sonra bir gün onu, masasının alt çekmecesinde bulmuş, oyuncağını kaybedip sonradan bulan çocuk gibi sevinmiş.

        Sahi, o bıçak nerede şimdi?

        *

        Ve Edip Cansever… 1950 yılında, İnönü Stadyumu’nda, futbol maçlarında tanışmışlar ve şairin ölümüne kadar hiç ayrılmamışlar. Anlaşamadıkları tek nokta, Nazım Hikmet’in şairliği… Fethi Naci toz kondurmuyor Hikmet’e, Cansever ise pek beğenmiyor şairliğini. Bir meyhanede hızını alamaz, “Nazım, vasat bir şairdir” der Cansever, o da tutamaz kendini, “Nazım vasat şairse sen de cüce şairsin” der ona. İki yıl kadar küs kalırlar. Sonra Mehmet Kemal barıştırır onları.

        Şairler, yazarlar içinde hali vakti yerinde tek kişi Edip Cansever’dir o yıllarda. Kapalıçarşı’da antikacı dükkânı var, ortağı “sen tavan arasında şiir yaz, işleri bana bırak” demiş, o da öyle yapmış ama Fethi Naci’nin yazdığına göre durmadan da parasızlıktan, işlerin kötü gitmesinden şikayet edip durmuş şair.

        Edip Cansever “Dostlar” şiirini Fethi Naci’ye ithaf etmiş. Uzun bir şiirdir, 1971 yazı, balyoz inmiş, bütün dostları içerde, bazı bölümleri şöyle:

        "...Bin dokuz yüz yetmiş bir yazı, ey unutulmayan yaz

        Bıraktığın gibi mi kalsak

        Bir çiçek milyon kere katılaştı, eridi

        Açtı, dağıldı

        Yaşamadı hiç belki

        Geldi bulanık gözlerimize çarptı deniz

        Bir ışık olsun yakmadı

        Tuzlu ve ıslak bir ışık

        Tankerler geçti kıyılardan gene

        Suyu zonklataraktan

        Gül koktu saçlarında taşıdıkları benzin

        Senin saçlarında

        Alnın üstünden kuzular inen bir tepe gibi eğildi

        Boynun bir uçurumdan çekiliyormuş gibi gergin

        Bitti o yaz, şimdi

        Yerleşti çoktan

        Bize sevmeme gücü veren güzellik.

        (...)

        Kolumu tutuyor Fethi Naci, şu manzaraya bak, diyor

        Tam Galata Köprüsü’nün üstünde

        Diyor ya, biz alıştık, yüreklerimize bakıyoruz gene de

        Uykusuz gecelerimize bakıyoruz: onurun uykusuzluğu

        Susturulmanın

        Ve gün batımıyla leylek sürüsü

        Hüzünlü bir görüntüyü akıtıyorlar Naci'nin yüzüne

        Kırılmak, ama birlikte

        Birlikte, ama kırılmamak

        Ve sanki kalplerimiz her yanı dökülen bir otobüste

        Öyle

        İşte son damlalarını da bırakıyor güneş

        Karanlık bastıracak neredeyse

        Tırmanıyoruz Yüksekkaldırım’ı

        İyi biliyoruz, sevgimiz ve öfkemiz de yalnız bizim olmamalı

        Güneş çekiliyor iyice

        Ne manzara kalıyor, ne göğün evlerindeki kızartı

        Ak bulutlar, kara bulutlar

        Ötede bir bulut yavrusu

        Bilinmeli, diyoruz yeniden

        Yeniden başlamalı, yeniden

        Dostum, görüyorsun ya işte

        Bozuldu bir kere umudun ordusu

        (…)

        *

        Dost çoktur ama en yakın dostların sayısı sınırlıdır. “En yakın üç dost, biz üçümüzdük: Rauf (Mutluay), Edip (Cansever), ben. Bir dost topluluğunda, bir meyhanede üçümüzden biri eksik olsa hemen sorarlar: ‘O, nerede?”

        Fethi Naci, “Yön” dergisinin sanat sayfasını yönetirken Rauf Mutluay da orada “Samih Emre” takma adıyla, kitap tanıtım yazıları yazıyor. Sonradan doğan üçüncü oğluna müstear adı olan “Samih Emre” adını verdi. Bir hiç uğruna sağcı ve solcu gençlerin sokaklarda takır takır birbirlerini öldürdükleri 1970’li yılların sonunda (1979 yazında) sağcılar bir bomba attılar Rauf’un evine. O sırada delikanlı olan oğlu Samih Emre tez davranıp bombayı sokağa fırlattı. Sokakta patlayan bombanın tahrip gücü daha sonra anlaşıldı. Bu hadise Rauf Mutluay’ın hayatını allak bullak etti. Çevresini günden güne daralttı. İçine kapandı. Yazı yazmaz oldu. Kendini unutturmaya çalıştı ve bunu başardı da. Şunları yazar Fethi Naci:

        “Edebiyat okurlarının bellekleri pek güçlü değildir ve unutmaya hazırdılar. Kimi insanların ‘tek’ ölümü olmuyor; 1979, Rauf’un ‘ilk’ ölüm yılı oldu.”

        *

        Birçok yazara yaptığı gibi Orhan Pamuk’a da yol veren, önünü açan Fethi Naci’dir. Orhan Pamuk ilk romanı Cevdet Bey ve Oğulları”nı 1974-78 yılları arasında yazdı, ödül kazanmasına rağmen bir türlü yayınlayacak bir yayınevi bulamadı. Dört yıl hasretle bekledi, roman nihayet 1982 yılının Mart ayında okurla buluştu. Büyük bir sessizlik… Neredeyse bir sene sonra 29 Nisan 1983’te Fethi Naci, kitapla ilgili bir eleştiri yazısı yayınladı, yazının başlığı “Romanda büyük bir yetenek”tir. Yazısı şu cümlelerle bitiyordu: “Cevdet Bey ve Oğullları, ‘Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişme’yi yazdığım yıllarda yayınlansaydı hiç duraksamadan en beğendiğim yirmi Türk romanı arasına alırdım.” (O kitapta en beğendiği 20 romanı şöyle sıralamıştı: Aşk-ı Memnu: Halit Ziya Uşaklıgil, Kuyucaklı Yusuf: Sabahattin Ali, Üç İstanbul: Mithat Cemal Kuntay, Miskinler Tekkesi: Reşat Nuri Güntekin, Huzur: Ahmet Hamdi Tanpınar, Bereketli Topraklar Üzerinde: Orhan Kemal, Esir Şehrin İnsanları: Kemal Tahir, Sultan Hamid Düşerken: Nahid Sırrı Örik, Aylak Adam: Yusuf Atılgan, Ortadirek:Yaşar Kemal, Saatleri Ayarlama Enstitüsü: Ahmet Hamdi Tanpınar, Küçük Ağa: Tarık Buğra, Tutunamayanlar: Oğuz Atay, Sahnenin Dışındakiler: Ahmet Hamdi Tanpınar, Bir Gün Tek Başına: Vedat Türkali, Şafak: Sevgi Soysal, Yalnızlar: Erhan Bener, O: Ferit Edgü, Bir Düğün Gecesi: Adalet Ağaoğlu, Cehennem Kraliçesi: Selim İleri.) Orhan Pamuk’un romanı 1983 yılında “Orhan Kemal Roman Ödülü”nü kazandı. Roman bir anda gündem oldu. Ödülden sonra dedikodular da ayyuka çıktı: “Fethi Naci bir övgü yazdı, Orhan da aldı ödülü!” Bu dedikoduyu ilk çıkaranın adını vermiyor Fethi Naci, “Eski arkadaşımdı” diyor.

        Orhan Pamuk’a “yol vermiş” olmasını Pamuk da hiç unutmadı. O da biliyordu; özellikle 1980’den sonra, “Türkiye’de ne kadar futbol varsa (ki o yıllarda futbol felaketti) o kadar roman vardır” demiş bir büyük edebiyat otoritesinin yazacağı birkaç satırlık bile olsa yazının, daha yolun başında olan onun gibi bir yazar için neler ifade ettiğini. Orhan Pamuk, 1999 yılında çıkan “Öteki Renkler” kitabında yazdığı bir denemeyle Fethi Naci’ye olan “borcunu” ödemeye kalkıştı. Onunla tanışmadan önce, birçok yazar gibi onun da Fethi Naci’yle ilgili “pembe düşler”, kurduğunu, “Ah bir de benim kitabımı beğenip övse” diye hayallere daldığını anlattığı yazısında “Özellikle ilk kitaplarımın çıktığı yıllarda Fethi Naci, yalnız bir anda bütün hayatımı değiştiriveren yazılarıyla değil, dostluğu, uyarıları, öğütleriyle, bana hep destek oldu” diye yazdı.

        *

        “Türkiye’nin gerçek tarihi romanlarda gizlidir,” sözü onundur. Derler ki 2008 yılında öldüğünde, çoğu yakın arkadaşı olan 36 edebiyatçıyla küstü. Çünkü bizde “eleştiri” ya övgü ya da sövgü olarak anlaşılır. Seni överse bir eleştirmen dostun, yererse düşmanındır. Oysa eleştiri bir bilimdir ve Batıda roman sanatı, edebiyat eleştirisiyle bir yere gelmiştir.

        Fethi Naci öldükten sonra, bu memlekette roman eleştirmenliği de onla birlikte öldü. Şimdi eleştirmen diye geçinenlerin alayı, eleştirmen değil, kitap tanıtım yazarlardır ve çoğu “yağlı” yayıncıları küstürmemeye büyük özen gösterirler.

        *

        Ha, bizim onu ziyaretimiz mi? O gece, evinde neler konuştuk, neredeyse kelime kelime aklımda. Oturup yazsam okumaya mecaliniz kalmaz. Ama en çok aklımda kalan şey, götürdüğümüz romanın Kürtçeden çevrilmiş olduğunu duyunca kapıldığı şaşkınlığıydı. O yıllarda, Kürtçenin “hamal dili” olduğu, bu dilden roman yazılmayacağına inanıyordu bir yığın Türk entelektüeli.

        Mehmed Uzun’un imzalayıp, Yaşar Kemal’in verdiği “Kader Kuyusu”nun arkadaşım Naci Fırat’ın yaptığı kapağını çok beğendi, biraz karıştırdı, sonra bıraktı yanındaki sehpaya. Bir süre sonra kitapla ilgili yazdığı yazı yayınlandı. Şunları söylemişti:

        “Mehmed Uzun, romanına yüreğini koymuş derler ya, öyle yazmış romanını. Akıcı bir anlatımı var, okuru yormayan bir anlatım.”

        Fethi Naci, ilk defa Kürtçe yazan bir yazar da başkalarına yaptığı gibi “yol veriyor”, “koltuk” çıkıyordu.

        Mehmed Uzun’un Türkiye’de edebiyat dünyasına kabulünde Yaşar Kemal’in önsözü kadar, Fethi Naci’nin bu yazısının da çok büyük etkisi oldu.