Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muhsin Kızılkaya Bir roman kahramanı olarak Ziya Hurşit…

        Yaşamış bir insanı bir roman kahramanına dönüştürmek zordur; ama bir roman kahramanını yaşamış bir insana benzetmek zor değildir.

        “Sanat hayatı taklit eder” amenna fakat hayatın köşeleri belli, girintisi çıkıntısına dair bilinmeyen çok az şey var ama sanat öyle değil; sonuz bir evrende köşeleri, kıvrımları belli olmayan, her şeyi yaratıcısının beyni içinde şekil alan, onun istemediği hiçbir şeye maruz kalmayan, oldukça karmaşık, sınırsız, muazzam bir evren… Sanatçı o evrenin tek hâkimi… Bu yüzden Tanrının yaptığına benzer bir şeyi yapmaya cüret etmektir bir karakter yaratmaya kalkışmak… Gerçek hayatın kurduğu tuzaklara düşmeden ilerleyebilirse eğer yazar, ortaya Don Kişot’lar, Faust’lar, Raskolnikof’lar, Madam Bovary’ler, Anna Karenina’lar, Zebercet’ler, Gregor Samsa’lar, Albay Aureliano Buendía’lar çıkar. Bu kahramanların hiçbirisi, tarihin belli bir döneminde, bir ana babadan türemiş, bizim gibi bir hayat yaşamış gerçek insanlar değildir ama hepsi birçok gerçek insandan daha gerçek olarak görünürler gözümüze. Çoğu zaman onları yaşayan insanlardan ayıramayız, onları çok iyi tanıdığımızı sanır, yaşamış insanlar gibi muamele yaparız onlara.

        Buna, edebiyatın, sanatın gücü denir işte. Yaratıcı yazar koca bir “yalanı”, yalana karşı hep mesafeli durmak isteyen ama bunu bir türlü beceremeyen bizlere o kadar kolay, o kadar nazik, o kadar iradi olarak yutturur ki, çoğu zaman önümüzde duran gerçeği yalan, o yalanı gerçek sanırız. Hayatın kanatan gerçekliğini, yalanın sanatçı eliyle biçimlenmiş gerçeğiyle değiş tokuş eder, elimizde kalanla da avunup dururuz.

        *

        Bizde hayatları roman olan insanları düşünelim bir an. Çok değiller; en meşhurlarından birisi Oğuz Atay’ın “Bir Bilim Adamı” kitabında anlattığı Mustafa İnan’dır ki Oğuz Atay hocasını salt bir roman kahramanı olarak kurgulamış değil, onun gerçek hayatını roman formatında yazmış o kadar. İrili ufaklı yüzlerce örnek getirebiliriz aklımıza.

        Türk edebiyatında romanı, tarih tezini başkalarına ulaştırmada bir araç olarak çok iyi kullanmış ender yazarlardan birisi olan Kemal Tahir’in kahramanlarına bakalım. Mesela “Kurt Kanunu”ndaki hemen hemen bütün kahramanları yaşamış insanlardır. İzmir Suikastının tertipçileri, tetikçileri, perde gerisindekilerini anlatır Kemal Tahir bu romanında; kazanan İttihatçılarla kaybedenlerin savaşını anlatırken, “kurtlukta kanundur, düşeni yerler” sözünün sağlamasını yapar. Seçtiği kahramanlardan birisi de tetiği bizzat çekme görevini üstlenmiş olan Ziya Hurşit’tir.

        Eski Lazistan (durun hemen “Lazistan da neresi?” diye cezvelenmeyin, ilk Meclis’e giden vekiller, gittikleri coğrafik bölgenin adıyla matuftular, “Lazistan” mebusları olduğu gibi “Kürdistan” mebusları da vardı, insanlar bu kelimelerden o zaman bugün olduğu gibi korkmuyorlardı) mebusu Ziya Hurşit’i bu romanda Kemal Tahir; İttihatçıların berbat iktidar yıllarında, kanla yapılan o berbat politikanın kanlı sahnesinde gönüllü görev almış, doğru düzgün okuma yazması bile olmayan, gözünü kan bürümüş, cahil cühela takımından bir tetikçi olarak resmeder. Kitabı ilk okuduğum doksanlı yıllardan beri Ziya Hurşit bu imajla yerleşti belleğime. Deli fişek bir Laz, kendisine verilen görevi sorgusuz sualsiz ifa ediyor o kadar!

        Kemal Tahir’e göre Ziya Hurşit; “söz dinlemeyen”, “korkusuz”, “kimseyi adam yerine koymayan”, “ikram edilen sigarayı bile haraç gibi alan”, her daim üstünde “yoğrulmamış bir köylü kabalığı” taşıyan, “şık giyimli”, “ellerini daima temiz tutan”, “tırnaklarına özenen”, “para kazanmayı hiç sevmeyen”, ama “hesapsız harcamaya bayılan”, “kumar müptelası”, “kumardan başka her şeye karşı dalgın”, “yüzüne gülen dünya güzellerine yüz vermeyen”, “politikanın en kanlı ipine” bir cambaz maharetiyle çıkmış ama “iktidar koltuklarından birisine yüz vermemiş” olan, “iyi silahşor”, “gözü pek bir kabadayı”, “sapına kadar yiğit”, “ağır ateşte pişen döner kebabı gibi pişirseler arkadaşlarını ele vermeyecek” kadar sağlam, Mustafa Kemal Paşa’yı öldürmek için kurt İttihatçılar tarafından “kurulmuş” bir zemberek, “yakışıklı”, “gözlerinin içi gülen”, “yürekten gülüşüyle en kuşkulu adamlara bile güven veren”, “bilekli, cesur”, “zaman zaman edepsizliğe varacak kadar deli”, “kabadayılık uğruna kendini bile yakmaya hazır” bir serdengeçtidir.

        Kemal Tahir’e göre; 26 Haziran 1926 Cumartesi günü İzmir’in Elhamra Sineması’nda halka açık olarak başlayan İstiklal Mahkemesinde ilk sorguya çekilen Lazistan mebusu Ziya Hurşit, arkadaşlarını ölüme gönderecek olan açıklamalarını, “iğrenç bir soğukkanlılıkla”, “enikonu övünür gibi kasılarak” dinleyicilerin önünde tekrarlar ve Mustafa Kemal’i öldürmeye niyet ettiklerini büyük bir soğukkanlılıkla bir kez daha itiraf eder.

        Bu romanı ve hadise üzerine yazılmış bir yığın şeyi okuduğumuzda aklımızda kalan esaslı bilgi, İttihatçıların Ziya Hurşit’i “kurduklarını”, onun da Mustafa Kemal’i öldürmek için planlama yaptığını, daha sonra da işi yüzüne gözüne bulaştırdığıdır.

        Hepsi bu kadar!

        Ama meğer hepsi bu kadar değilmiş!

        *

        Peki, bunu neye dayanarak söylüyorum? Kuşkusuz başka bir romandan yeni edindiğim yeni bir bilgiye dayanarak. (Daha önce yazmıştım, bugüne kadar ne öğrendiysem, öğrendiklerimin ekseriyetini romanlardan öğrenmişimdir.) Fakat biraz sonra anlatacağım romanda karşıma çıkan Ziya Hurşit, Kemal Tahir’in anlattığı “gerçek” Ziya Hurşit değil, “roman kahramanı” olan Ziya Hurşit’tir. Romancı bu kez sanki; “yaşamış bir insanı roman kahramanına dönüştürmek zorsa eğer, ben de hayali kahramanımı yaşayan bir insana dönüştürebilir miyim” sorusunu sormuş kendine, yani tersten hareket ederek edebiyatta bir hayli güç olan bir işe kalkışmış. Peki altından kalkmış mı? Hem de ne kalkma! “Şaşırtıcı” deyip başlayalım hikâyeyi anlatmaya.

        *

        Hakan Günday’la geç tanıştım, hayır şahsıyla değil, henüz yüz yüze gelmedik, demem o ki, romanlarıyla geç tanıştım. 2000’li yılların başında ilk romanı “Kinyas ve Kayra” pek bilinmeyen bir yayınevinde çıktığında adı çok sık çalındı kulağıma ama nedense peşine düşmedim. Bir sürü insan onu okuduktan sonra romanlarını okumak nasip oldu bana, neredeyse on yıl gecikmeyle. Yazdığı romanları peş peşe okumaya başladım, nedense iki romanını atlamışım; “Azil” ile “Ziyan”ı… İkisini de geçen hafta okudum.

        “Azil” mutlaka “Ziyan”dan önce okunmalı. Çünkü iki romanın da başkahramanı aynı; adı “Asil”“Azil”de “deha ile delilik arasında seyreden bir hayat” sürdüren “Asil”in hikayesini okuruz. Olağanüstü yetenekleri olan biridir Asil, “sahip olduğu her bilgi”yi, “içinde çürüdüğü bir hücre” olarak görür. Ona göre Tanrı insan denilen bir enstrüman yaratmış. “Ancak yarattığı müzik enstrümanını çalamayan bir usta gibi, Tanrı da insandan doğru sesi çıkartamamıştır. Bu yüzden, Tanrı hariç bütün güçler insanı çalmış ve özellikle de şeytan en güzel melodilerini onunla bestelemiştir.” İşte Asil, bu insanlardan birisidir. Louis Ferdinand Céline’in, “Gecenin Sonuna Yolculuk” kitabından aldığı “Aynı yerde kaldıkça, nesneler ve insanlar yozlaşır, çürür ve de leş gibi kokmaya başlarlar” sözünü epigraf yaparak başlayan Hakan Günday, romanını “Ziya Günday’a” ithaf etmiş.

        Kitabı neden akrabalarından “Ziya Günday’a” adadığını ancak, sonra gelen romanında, “Ziyan”da öğreniriz.

        “Azil”in kahramanı Asil, şimdi askerdedir. Hem de benim doğduğum yere yakın bir yerde, Tatvan’da… Mevsim kıştır. Soğuk sıfırın altında 23 derece…

        *

        “Ziyan” Türk edebiyatında hemen hemen hiç yazılmamış bir askerlik romanı olarak başlıyor. Askerlik yapmış her vatandaş, yazarın ilk sayfalarda yazdıklarında kendini hemen görür; o kadar gerçek, o kadar birebir… “Anadilleri düğümlenmiş Kürtler”le karşılaşıyor Asil Tatvan’da.

        Rütbesiz askerdir, yani o zamanlar yapıldığı gibi 18 ayını asker ocağında geçirecek yüzbinlerce askerden bir asker. En meşakkatli işi gece hava sıfırın altındayken tutmak zorunda olduğu nöbetler… Ama Asil’i diğer asker arkadaşlarından ayıran, onun üniversiteyi yarıda bırakıp uzun dönem askerlik yapmak üzere buralara gelmiş olmasıdır. Bunun da sebebi var. Kâbus görüyor Asil buraya gelmeden. Her gece aynı kâbus, bir gün değil, bir hafta değil, bir ay değil… Devamlı aynı kâbus… Yastığa başını koyup uykuya dalar dalmaz rüyasında Atatürk’ü öldürürken buluyor kendini. Elindeki tabancayla ona ateş ediyor tam önünden üstü açık bir arabayla geçerken… Hep aynı şekilde. Bir süre sonra uyumaktan korkar hale geliyor. Kâbusunu kimselere anlatamıyor, gittiği psikoloğa bile… Kâbus artık dayanılmaz noktaya vardığında her şeyi bırakıp askere yazılıp buralara geliyor.

        Bir gece nöbetteyken, uzun bir süreden beri onu kovalayan ölen bir insanın hayaleti tekrar musallat olur ona. Askere geliş sebeplerini düşünürken, yanı başındaki hayalet, “Senin her gece gördüğün kâbus, benim hayalimdi,” der ona. Aralarında şu diyalog geçer:

        “Bana adını söyle.”

        “Benim adım Ziya Hurşit.”

        “Bu adı biliyorum. Bir yerlerden hatırlıyorum… Sen… İzmir Suikastı!”

        “Evet asker, o benim.”

        “Neden Atatürk’ü öldürmeye çalıştın? Neden yaptın?”

        “Çünkü benden başka kimsenin, yapacak cesareti yoktu.” (Ziyan, s.97)

        *

        Peki, kimdi bu Ziya Hurşit? Romanın verdiği bilgilerin sınırları içinde, açık kaynaklarda hayatı hakkında çok az bilgi bulunan Ziya Hurşit’in hem bir suikastçı hem de bir maceracı olarak serüvenine bakalım. 1900’de Hopa’da dünyaya gelmiş. Babası Hopa kadısı Hurşit Efendi’dir. Yedi yaşındayken Hopa ona “fazla küçük, fazla gürültülü” gelmeye başladı. Hopa’da fazla kalmadı. “Türkçe okuyup Fransızca yazmayı” Pazar’da öğrendi. Bir zamanlar oranın adı Atina’ydı, oradaki Frerler Mektebi’ne gitti. Babası emekli olunca İstanbul Kadıköy’e taşındılar. Orada da Saint Joseph’e gitti. Babası oğlunun zekasına hiç güvenmedi, son nefesini verinceye kadar onu hep bir aptal olarak gördü. Mektepte geçirdiği altı sene boyunca durmadan kitap okudu. Ders kitabı hariç, ne bulursa okudu. On altı yaşındayken babası, Danzing’teki Prusya Kraliyet Teknik Üniversitesi’nde okumak üzere onu bir trene bindirip Almanya’ya gönderdi. Gemi inşasından çok orada “yeraltı dünyasıyla” ve “kadınlarla” ilgilendi, “ailesinin parasını” har vurup harman savurdu, Hamburg’a gidip sarhoş oldu ve “insanlıktan nefret etmeye başladı.” 1919 yılına kadar üniversitede kaldı. İyi bir öğrenci değildi. Bir sabah anarşist, bir sabah nihilist olarak uyandı, kafası karmakarışıktı. Ama üniversite kütüphanesinin hemen hemen bütün kitaplarını hatmetti. Annesinden aldığı bir mektupla memlekete dönmeye karar verdi. Annesinin yazdığına göre İngilizler Eskişehir’i işgal etmiş, babası ile ağabeyini tutuklamış, evlerini de karargâha çevirmişlerdi. On dokuz yaşında “kendi savaşını başlatmak üzere” Berlin’den yola çıktı. Yol boyunca memleketini işgal etmiş olanları nasıl keseceğini düşündü. Atina’ya vardı, oradan da Girit’e geçti. Şimdi “kinle bilenmiş bir ustura”dır. Bir gece vakti Aydın’a ulaştı, bir hafta süren bir yürüyüşle nihayet Eskişehir’e vardı. Eskişehir direniyordu, çünkü bir isim vardı Anadolu’da, “İngilizleri Çanakkale Boğazı’na gömen Mustafa Kemal.” Onu, ilk defa on beş yaşındayken bir fotoğrafta gördüğünde onunla günün birinde tanışmak istemişti, çünkü onu kendisine benzetmişti. Hangi kitapları okuyordu acaba? Onu hiç unutmamıştı. Şimdi adım adım ona yaklaşıyordu. (Nöbetçi kulübesinde nöbet tutan Asil’e, şunları söyler hayaleti: “Evet asker, yirmi altı yaşında öldürmek için hayatımdan vazgeçtiğim Mustafa Kemal için on dokuz yaşındayken canımı verebilirdim. Çünkü o benim kahramanımdı. O da benim gibi ölümden korkmuyordu. Hiçbir şeyi ve hiç kimseyi umursamıyordu. O yıllarda Mustafa Kemal benim için bir sanat eseriydi. Nesiller boyu damıtılmış insanlığın mükemmel sonucu. Tek bir mükemmel insan için yüz bin çürük nesil!”) Eskişehir’de yaptığı ilk iş, içindeki İngilizler yansın diye ahşap evlerini gecenin bir vaktinde ateşe vermek oldu, içinde on dört İngiliz askeri yandı, ardından “işbirlikçi” diye mutasarrıf Hilmi Bey’i oğlunun gözü önünde öldürdü… Mektepte iş bulmuştu, gündüz çocuklara Almanca dersi veriyor, gece de düşman öldürüyordu. Bir süre sonra namı yürüdü. Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti onu ilk meclise gitsin diye “Lazistan mebusu” seçtiğinde öfkesi geçmediği için hiçbir şey hissetmedi. (Yaşı yirmiydi, mebus olsun diye yaşını on yıl büyütmüşlerdi.) Ankara’ya varır varmaz, “Birkaç zeki adamın çevresine toplanmış bir sürü cahilin, parlamenter taklidi” yaptıklarını gördü. “İmamlar, şeyhler, İttihatçılar, her nasılsa Avrupa’daki eğitimlerini birkaç hafta önce tamamlayıp, tek bir mermi atmadan Ankara’ya kapağı atabilmiş züppeler, İstanbul’daki Mebusan Meclisi’nden kaçıp gelenler, savaşın tozunu yutup dumanını içmiş subaylar, ustura zekalı entelektüeller…” Kelimenin tam anlamıyla Ankara’da “Bir siyasi kimlik festivali” vardı. Mustafa Kemal ile bir an önce tanışmak için sabırsızlandı. Bir gün Mustafa Kemal meclis bahçesinde kahve içiyordu. Yanına gitti, heyecanlı bir sesle, “Ziya Hurşit paşam. Lazistan sancağı mebuslarından Ziya Hurşit. Emrinizdeyim.” Yirmi yaşında Mustafa Kemal’in emrine girdi. Dört dilde okuyup yazabildiği için Mustafa Kemal içtüzükten, farklı meclislerin çalışma usullerine kadar her konuda ondan yararlandı, yanından hiç ayırmadı. Meclis’in ilk yılında Dışişleri Komisyonu’nun kâtibi olarak görev aldı. Biliyordu ki, Meclis’ten sonra “temsili demokrasi” gelecekti, buna yürekten inanıyordu. Aylar geçti, yavaş yavaş hayal kırıklıkları belirmeye başladı. Mustafa Kemal’in etrafı kuşatılmış, “insan yığınından bir duvar örülmüştü.” İtirazlarını dillendirdi, boşuna. Sakallı Nurettin gibi heriflerin sesi onun sesinden gür çıkmaya başladı. İstiklal Mahkemesine seçilecek üyelerin hukukçu olmalarını söyledi, işe yaramadı. Kendisini Yozgat İstiklal Mahkemesi üyeliğine atadıklarında, “hukukçu değilim” dedi, görevi kabul etmedi, ilk damgayı bu sırada yedi. Bütün olumsuzlukların sebebi olarak Mustafa Kemal’i gördü. “Kahramanı” olup biten her şeye göz yumuyordu. Kendisi Mustafa Kemal gibi analitik düşünmüyordu, o bir “romantik”ti. Mustafa “Kemal’in göz yumduğu her çirkinliği bir daha görmemek için gömmek” istiyordu. Bir anda, “bir saniyede karar verdi onu öldürmeye.”

        Birinci Meclis’in son oturumunda, bir daha bu meclise gelemeyeceğini biliyordu. O artık “deli ve muhalif”ti. Şöyle düşünüyordu: Bundan sonra “Türkiye, şark usulü sultan siyasetine saplanıp kalacak, Mustafa Kemal’in bunu görmemiş olmasına imkân yoktu.” Ona göre her şey başlamadan bitmişti. Yıktığı saltanatın yerine bir imparator gelmişti. Mustafa Kemal istemeden olmuştu bu. Ne yaparsa yapsın önüne geçemiyordu. “Herkes evine bir Mustafa Kemal istiyordu. Binlerce, yüz binlerce, milyonlarca Mustafa Kemal. O ise pozitif bilimden bahsediyordu. Araştırmaktan, kişisel keşiflerden. Ama kimse duymuyordu.” Kimse Mustafa Kemal’den sonra olacakları aklına getirmiyordu.

        Yirmi üç yaşında, beş parasız İstanbul’a gitti, bundan sonraki hayatında ne yapacağı hakkında hiçbir düşüncesi yoktu. Oysa babası onun bakan olacağını düşünüyordu. Ama herkes için büyük bir hayal kırıklığıydı şimdi. İstanbul’un keşmekeşine daldı. Yeraltına indi. Kumar oynadı, içki içti, kavga etti. Polis takibine alındı. Zaman zaman yoluna çıkıp “Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’na üyeymişsin, ayağını denk al” diye uyarıldı. O günlerde Sirkeci’de bir sabah kahvaltısında hepsini öldürmeye karar verdi. “Önce Mustafa Kemal dedim. Önce o ölecek. Çünkü her şeyi o başlattı. Onunla da bitecek. Öldüğü gün neler olacağını, ona tutunan parazitlerin neye dönüşeceğini görmek istiyordum. Üzerinden kayıp düşmelerini görmek istiyordum. Sonra sıra onlara gelecekti. Yıllar önce yaşını büyütüp meclise aldıkları adam tarafından öldürüleceklerini bilmeyeceklerdi.”

        O kahvaltı sofrasından kalktığında, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın katiliydi. Çünkü “Türk halkının hayatına doğru zamanda girmiş ancak çıkmakta gecikiyordu. Hayatta kaldığı sürece, ilkeleri Anadolu’ya nüfuz etmeyecekti,” Mustafa kemal’in. Ona göre “Mustafa Kemal devriminin hayatta kalabilmesi için onun bir efsaneye dönüşmesi” gerekirdi. “Bir suikasta kurban gitmiş, efsanevi ancak kutsal olmayan lidere. Bunun için Mustafa Kemal’in doğru zamanda” ölmesi gerekiyordu.

        Sağda solda Ziya Hurşit için “ipini koparmış” diyorlardı. Her yerde herkese Mustafa Kemal’i öldüreceğini söylüyordu. Terakkiperver Fırka kapatılmış, herkes çil yavrusu gibi dağılmıştı. Dağılanların tümüyle görüştü. Mustafa Kemal’i öldüreceğini herkes biliyordu. Herkes ona deli gözüyle bakıyordu. Bir tek eski Ankara valisi Abdülkadir ona inanmıştı. Kendisine yardım edecek Laz İsmail’i buldu, gerçek bir katildi, para için kendisini bile vururdu. Gürcü Yusuf ile Çupur Hilmi’yi de o buldu. Bu işin sonunun nereye varacağını bilmiyordu. Başarısız olursa eğer, İttihat Terakki’nin çanına ot tıkayacaklarını bilmiyordu. Birinci Meclis’teki muhaliflerin alayının mahkeme yoluyla susturulacağını bilmiyordu. Sadece kendisine selam verdi diye Kazım Karabekir Paşa’nın bile tutuklanacağını bilmiyordu.

        İdama giderken cebinde yüz lira çıktı, “ağabeyim Faik’e verin”dedi, “bu parayla bana bir mezar taşı yapsın” diye ekledi. İdam sehpasının önünde durdu, “ne güzel, salıncağa benziyor, bir hayli de yüksek, yerde kalanlara yüksekten bakacağım,” dedi.

        *

        Ziya Hurşit romanda, bundan sonra gerçek bir roman kahramanına dönüşür. Deminden beri bazı hususiyetlerini romandan aldığım Asil’in kafasındaki Ziya Hurşit mi gerçekti, yoksa anlatıcının bundan sonra anlattığı Ziya Hurşit mi? Belki de roman kahramanı Asil, kafasında biçimlendirdiği Ziya Hurşit’i kendi “ruh ikizi” olarak görmüştü de bu yüzden ona böyle bir hayat uygun görmüştü. Onu anlattıkça aslında kendini anlatıyordu. Asil’e göre Ziya Hurşit, Mustafa Kemal’i, çevresindekiler tarafından bir “puta dönüştürülmesin” diye öldürmeye karar vermişti ama kitabın anlatıcısına göre, “Birinci Meclis’teki muhaliflerin çeşitli yollarla tasfiye edileceğini gören ve sıranın kendilerine geleceğini düşünen birtakım isimler, Mustafa Kemal Atatürk’e yönelik bir suikast tasarlamıştı. Tarihi ve siyasi bir bilmece olan bu suikasta, Ziya Hurşit’in hangi aşamada ve hangi nedenlerle katıldığı ise tamamen karanlıkta kalmıştı.” Asil’in düşündüğü gibi, Ziya Hurşit, suikasttan kısa bir süre önce Giritli Şevki’yi valiliğe göndertip kendilerini ihbar ettirmemişti. Tam tersine, suikast gününden bir gün önce Sarı Efe Edip Abdülkadir’le birlikte İzmir’i terk edince, Giritli Şevki telaşlanmış, her şeyi itiraf etmek üzere valiliğe koşmuştu. Bu ihbarda Ziya Hurşit’in herhangi bir dahli yoktu.

        Romanda anlatıcı ile kahramanın fikirleri devamlı çatışma halinde ama anlatıcı daha çok Asil’in anlattıklarını anlatıyor bize.

        *

        Eğer sizin de Atatürk’e suikast girişiminde bulunduğu için idam edilen bir büyük amcanız varsa ve eliniz kalem tutuyorsa, siz de o “derin travmayla” baş etmek için Hakan Günday’ın yaptığına benzer olmasa da mutlaka bir şeyler yapmaya kalkışırdınız. Hakan Günday, roman yazmayı biliyor, onun bulduğu çözüm elimizdeki “Ziyan” romanıdır. Siz ne yapardınız bilmem ama romanı okuduktan sonra şunu da biliyorum artık.

        Ahmet Faik Hurşit, Hakan Günday’ın büyük dedesi, Ziya Hurşit de onun kardeşidir. Soyadı kanunundan sonra aile “Günday” soyadını almış. Bu durumda Ziya Hurşit, Hakan Günday’ın büyük amcasıdır.

        *

        Yaşamış bir insandan bir roman kahramanı yaratmak zordur ama bir roman kahramanını yaşayan bir insana dönüştürmek, eğer adınız Hakan Günday’sa o kadar zor değildir.