Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        “Yalnız Okurlar İçin” programında Selim İleri anlatmıştı. Hayatının son yıllarında, Abdülhak Şinasi Hisar’ın oturduğu apartmanın karşısında küçücük bir kitapçı dükkânı işleten genç Şükran Kurdakul, yazara duyduğu hayranlıktan mütevellit fırsat buldukça evine uğrar, ufak tefek işlerinde yardımcı olur, çoğu zaman ona sekreterlik yapar; kalem tutmada güçlük çektiği için genellikle yazılarını Hisar söyler, o da söyleneni şevkle yazarmış. Abdülhak Şinasi ihtiyaç duydukça yanında beliren bu meraklı delikanlıyı çoğu zaman kendisi için gönderilmiş “özel sekreteri” sanır, onunla uzun uzun çalışır, bazen de “Karşı kitapçıda Şükran adında bir delikanlı var, o sen misin?” diye de sorarmış.

        Şükran Kurdakul her defasında “evet” der, kâğıt kalemi önüne alır, Abdülhak Şinasi de başlarmış yazdırmaya. Cümle önce kolayca başlar, o taşkın üslubu sel gibi akar, sonra gittikçe çetrefilleşir, dal budak salar, Hisar “buraya noktalı virgül koy” der, devam eder, uzar cümle bir türlü noktadan önce gelecek son kelimeyi bulamaz; böylesi anlarda da durur, gözlerini tavana diker, hüzünlü bir sesle, “Benim zavallı kelimelerim nereye gittiler, neredesiniz?” diye inler gibi onlara seslenir, sonra çaresizce, kederli kederli “sekreterinin” yüzüne bakarmış.

        *

        “Bir yazarın başına gelebilecek en büyük felaketi yaşamış demek Abdülhak Şinasi” dedim kendi kendime rahmetli Selim Bey’i dinlerken.

        Belli ki, yazmaya başladığı günden beri en büyük sermayesi olan o sınırsız kelime haznesinden an be an azalanlar olmuş, her an bir veya birkaçı onu terk etmiş, o da çekip gittiklerini bildiği için, firar daha büyük bir tahribat yaratmasın diye kulplarına, fazlalıklarına, köşelerine, kenarlarına sıkı sıkıya yapışmış ama işte, gitme vakti geldiyse eğer kelimeler dağarcıkta durmaz, gün gün terk ederek her geçen gün onu biraz daha yoksulluğa ve yalnızlığa sürüklemişler.

        Bir yazarın işi, aradığı kelimeyi bulamadığı zaman biter. Kelimeler firar ettiyse eğer belleğinden yazarın yapacağı hiçbir şeyi kalmaz. Yapayalnızdır artık o. Kelimeler çocuklara benzer, zalimdir; arkasından ne kadar serzenişte bulunursan bulun ne kadar “nereye gidiyorsunuz, beni neden terk ediyorsunuz?” diye arkasından yalvarırsan yalvar, o an geldiyse eğer sesini duymaz, sorunu anlamaz, giderlerken dönüp arkalarına bile bakmazlar.

        Abdülhak Şinasi Hisar gibi, TDK Sözlüğünde en fazla referans verilmiş bir yazar için, kelimelerin onu terke etmesi çok uzun bir süre devam eden bir işkence olsa gerek. Zira giden her kelime, arkasından tarifi imkânsız bir aşk acısı bırakır hayatı boyunca kelimelerin sadakatine sahiden de inanmış onunkine benzer bir kalpte.

        *

        Varlıklı bir ailede dünyaya geldiği halde, ölümüne yakın günlerde, o sırada bir bir onu terk eden o mahşeri kalabalık kelimelerden arta kalanlardan ve “bakiyesi 66 lira” diye yazan bir hesap cüzdanından başka hiçbir şeyi yokmuş. Bir başına ölmüş.

        İstanbul’un Hisar semtinde gelmiş dünyaya. Babası, 1881 yılında memleketimizin ilk edebiyat dergisi olan “Hazine-i Evrak”ı çıkaran Mahmut Celalettin Bey’dir. İki büyük şahsiyete hayrandır babası, daha sonra Şair-i Azam payesini alacak olan Abdülhak Hamit ile Türkçede ilk piyesi yazmış olan Şinasi… Yakup Kadri’nin demesine göre, bir oğlu olunca da hiç düşünmeden belki bu iki büyük şahsiyete benzer diye veya onlara duyduğu hürmetten olsa gerek ikisinin ismini oğulcuğunda yaşatmaya karar vermiş; adını Abdülhak Şinasi koymuş, Soyadı Kanunu çıkınca da yaşadığı semtin adı olan “Hisar”ı soyadı olarak kendisi seçmiş. “Büyüdüğü yalıda komşuları Tevfik Fikret’ti” diyor Cevdet Kudret. İlk Türkçe derslerini ondan, ilk Fransızca derslerini de Fransız olan mürebbiyesinden almış. Mekteb-i Sultani’den sonra Paris’te eğitim görmüş, burada bir süre İttihatçılara “takılmış”, bunlardan bir bir şey çıkmaz demiş olmalı ki, o “biber bıyıklı” adamları “siyasi dertleriyle” baş başa bırakıp hayran oluğu Fransız yazarların gittikleri mekanlara gitmiş, onları okumuş, çoğuyla tanışmış, İkinci meşrutiyetle de memlekete dönmüş, birkaç şirkette çalışmış, Cumhuriyet’in ilanından bir süre sonra Ankara’ya gitmiş, hariciyede müşavir olarak çalışmış, yazarlığa ise bir hayli geç bir yaşta başlamış. İlk romanını “Fahim Bey ve Biz”’i 1941 yılında, 54 yaşına gelince bastırmış. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, her şeyiyle hasta derecesinde “titiz” olan arkadaşının yazıda da aynı “titizlik” hastalığından mustarip olduğunu bildiğinden, ilk romanını matbaaya vermesi için onu ikna etme çabasını uzun uzun anlatır ona dair hatıralarında.

        (Titizliğine dair bir anekdot: Bir gün Süleyman Nazif’le, lokantaya giderler. Abdülhak Şinasi Bey, her zamanki titizliğiyle kolonyalı pamukla yemek tabaklarını, çatal ve kaşığını iyice siler. Ekmeklerin de ateşte kızartılmasını ister. Daha sonra da kızaran ekmekleri gider ızgaranın üzerinden kendisi alır, getirir. İçki kadehlerini de tek tek temizler. Nihayet sıra su istemeye gelince, Süleyman Nazif dayanamaz, garsona, “Aman evlâdım! Beyefendi’nin içeceği suyu iyice yıka, öyle getir!” der.

        Üstadın bir diğer özelliği de kibarlığı, kimseye “sen” demez, herkese “siz” diye hitap eder. Yine bir gün Süleyman Nazif, Abdülhak Şinasi’nin kendi kardeşine bile ‘siz’ diye hitap ettiğini görünce dayanamaz, “Doğrusu bu hitabınıza çok şaştım, beyefendi. Acaba siz, Fransa’daki ‘Sen’ (Seine) nehrine de ’Siz’ mi diyorsunuz?” der.)

        “Boğaziçi Mehtapları”, “Boğaziçi Yalıları”, “Geçmiş Zaman Köşkleri” gibi hatıra kitaplarının yanında “Fahim Bey ve Biz”den başka, “Çamlıca’daki Eniştemiz” ile “Ali Nazmi Bey’in Alafrangalığı ve Şeyhliği” diye iki romanı daha var.

        *

        Külliyatına bakın aslında tek bir şeyi anlattığını hemen fark edeceksiniz; “mazi cenneti”ni… Varlıklı bir ailede doğmuş, çocukluğu Rumelihisarı, Büyükada ve Çamlıca üçgeni arasında geçmiş. O da yazdığı sayısız makalede, denemede, anı kitabında, romanda hep bu üçgenin arasında kalmış, hemen hemen hiç onun dışına çıkmamış; zaman, bir yel gibi esip geçmiş ama o yel onu alıp bir yerlere sürüklememiş. Sanki o cennet üçgende, yere mıh gibi çakılmış ve gelip geçen zamanla birlikte gidenin arkasından hüzünlü bir edayla bakmış o kadar ve durmadan yazmış.

        Peki, “mazi cenneti” dediği şey nasıl bir şeydir? Onu “Boğaziçi Mehtapları” kitabında şöyle tarif eder:

        “Mâzi hepimiz için Adem’in kovulduğunu hatırladığı cennettir. Annelerimizin yüzleri ve muhabbetleriyle yoğrulmuş; çocukluğumuzun sevinçleri ve emelleriyle örülmüş bu mâzi, ömrümüze ikide bir ahenklerini salan bu musiki, ruhumuza eski kuvvetlerinin yeni bir hamlesiyle esince duyduğumuz bahtiyarlık içinde anlarız ki mazinin sükûtu ve sesleri de hüznü ve zevkleri de gönlümüzde hâlin gürültülerine ve hislerine her zaman galip gelecektir.

        Herkesin dünyayı daha yeni gördüğü bu gençlik zamanlarını sevmesi ve mâzinin böyle herkese hoş görünmesi mukadderdir. Zira biz onu daima gönlümüzün süzgecinden geçmiş olarak hatırlarız ve onda ancak gönlümüze göre tasfiye edilmiş bir hâtıra buluruz. Zira uzaktan gördüğümüz şeyler bize daima daha çok güzel görünür ve daha çok hoşumuza gider. Hâlin bütün dikenleri gözlerimize batar. Halbuki mâzinin bize batacak dikenleri ortada değildir.”

        “Mazi cenneti” ile çocukluğunu ve gençliğini geçirdiği “üçgen” dışında kalan dünya pek umurunda değildir. Hatta belki de o dünyadan fellik fellik kaçmış, “üçgen” dışında kalan hayattan uzak yaşamaya çalışmış. Cevdet Kudret “Türk Edebiyatında Hikaye ve Roman” adlı eserinde, Abdülhak Şinasi’nin “üçgenin” dışında kalan hayatı “adice” bir hayat olarak gördüğünü yazar. Hatta “Boğaziçi Yalıları”nda bu hayata karışırsa eğer kendisinin de “adileşeceğinden” korktuğunu yazdığını kaydeder.

        *

        Abdülhak Şinasi’nin dramı da burada başlar. İlk saldırı Cevdet Kudret’ten mi geldi, Vedat Günyol’dan mı bilmiyorum ama onun bu “mazi cennetine” ve “üçgende” geçen çocukluğu dışında kalan “bayağı” hayata hayat dememesine karşı çıkanları iki gruba ayırmak lazım. Kemalist-aydınlanmacı aydınların bakışı ile sosyalist aydınların bakışı. Bu iki bakışın dışında, son yıllarda Orhan Pamuk ile Selim İleri’de vücut bulan bir de üçüncü bakış çıktı ortaya.

        Kemalist-aydınlanmacı bakışın örneğini Vedat Günyol, sosyalist bakışı Murat Belge, üçüncü bakışı da Orhan Pamuk üzerinden örneklendirelim şimdi.

        “Boğaziçi Yalıları” çıkınca yazmış o “kıyıcı” yazıyı Vedat Günyol. “Dile Gelseler” adlı deneme kitabında var, yazının altında 1955 tarihi göze çarpıyor. O sırada Abdülhak Şinasi yaşıyor. Kim bilir yazıyı okuduğunda neler hissetmiştir, zira Vedat Günyol o tarihlerde memleketin en önemli edebiyat “otoritelerinden” birisidir, çıkardığı “Yeni Ufuklar” dergisi kapış kapış, Ferit Edgü’den Orhan Duru’ya, Selim İleri’den Demir Özlü’ye, Yılmaz Güney’den Ferhan Şensoy’a herkes kapısında kuyruk.

        Vedat Günyol “Abdülhak Ş. Hisar ya da Manevi Romatizma” adını koyduğu yazısının daha başlığında başlıyor onu doğramaya. Vedat Hoca’ya göre Hisar’ın en büyük suçu dönüp dolaşıp aynı şeyi, “eski günler” anlatmasıdır. Hisar’ın “Bir sahra bile olsa doğduğumuz yerleri mutlaka severiz. Çünkü çocukluğumuzun geçtiği yerler muhakkak ki insanın cennetidir” sözünü eleştirerek, yazarın “sahrada” değil, “Boğaziçinde”doğduğunu söylüyor alaylı bir edayla.

        Vedat Günyol gibi “Kemalist-aydınlanmacı” aydınlar, Osmanlı’dan kalan ne varsa, hepsinden nefret ediyorlardı. Onlara göre arkada kalan her şey “gerici”, önümüzde duran her şey “ilerici”yidi. Geçmiş geçmişte kalsın, ondan söz etmeye bile değmez. Zaten her şeyimiz yeni, dilimiz yeni, kıyafetlerimiz yeni, evlerimiz yeni, düşünüş biçimimiz yeni, takvimimiz, alfabemiz, ölçü aletlerimiz, okullarımız yeni, yaşama alışkanlığı anlamında kültürümüz yeni, edebiyatımız yeni, şiirimiz, romanımız, hikayemiz yeni, dinin yerine koyduğumuz bilim bile yeni… Abdülhak Şinasi gibilerin takıldığı geçmiş bahsetmeye bile değmez. Hele o geçmişte bir keramet aramak, onda kaybolan bir cevheri yeniden bulmanın arayışına girmek, hepten gericilik!

        Abdülhak Şinasi’nin anlattığı o yalılarda bir zamanlar Osmanlı aristokratları oturuyorlardı. Cumhuriyet geldi, o aristokratlar bir yerlere kaçtı, onların yalıları da müştemilatta yatıp kalkan köylü arabacılara, aşçılara, bahçıvanlara kaldı. Ne de olsa “sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış bir kitle”ydik artık. Cumhuriyette kimseye imtiyaz yoktu, herkes “devletin kulu”, pardon “eşit yurttaş”tı. O yalılarda, köşklerde, saraylarda “halkımızın” da yaşama hakkı vardı, “köylü milletin efendisi”ydi, şimdi sıra “o efendilerin” iktidarına gelmişti.

        Ama işte Abdülhak Şinasi gibi bir eski “yalı artığı” çıkmış, geçmiş zaman yalılarından, köşklerinden, o yalılarda verilen ihtişamlı davetlerden, som gümüşten bir ay damla damla Boğazın durgun sularına dökülürken çıkılan o mehtaplı gece sefalarından, o yalılardaki saz fasıllarından, oralarda yaşanan kırık aşk hikayelerinden, sevgilinin saçlarını dağıtan rüzgarlardan, gelin gibi süslenmiş sandallardan, şair kadınlardan, o ihtişamlı hayatlardan bahsetmesi geçmişe, yani Osmanlı’ya özlem değil de nedir? “Gericilik” değildir de nedir? Vedat Günyol’un eleştirisi özetle bu manada. Ona göre Abdülhak Şinasi “manevi romatizma” hastalığına yakalanmış, şimdiki zamandan kaçmış, geçmiş zamanlarda yaşayan bir hayaletti.

        *

        Abdülhak Şinasi Hisar’ın “Fahim Bey ve Biz” romanı vesilesiyle Murat Belge’nin “Yeni Dergi”de çıkan eleştiri yazısı ise Nisan 1968 tarihlidir. Romana dair söyledikleri üzerine bir şey söylemek haddime değil, zira Murat Belge, Türkiye’de “roman nedir” sorusuna doğru cevap verecek yaşayan en büyük edebiyat eleştirmenidir. Ama bu yazıyı yazarken düşündüm; sahiden de Murat Belge o yazıyı bugün yazmış olsaydı, Abdülhak Şinasi’ye aynı şekilde mi yaklaşırdı? Zira o yazıda, onun Abdülhak Şinasi’ye getirdiği eleştiri yine geçmişle olan “takıntısı” üzerinedir daha çok. O yıllarda, edebiyatı siyasal mücadelenin etkili bir silahı olarak kullanmak isteyen “toplumcu gerçekçi” sosyalist aydınların arasında yer alsa da Belge, onlar gibi meseleye sığ bakan bir entelektüel değildi. Çünkü edebiyatı biliyordu. Ama bir sosyalist aydının gözü de hep “ilerde” olur, “geçmiş geçmişte kaldı cancağızım, yeni şeyler söylemek lazım”dı. O yeni şey de şöyle bir şeydir: “Gelecek günler yakındadır ve ona ulaşmak için geçmiş ayaklarımıza pranga olmamalı”dır. Ama işte Abdülhak Şinasi böyle yapmıyor. “Onun bildiği en değerli çağ, geçmişidir,” o “üçgende” geçen çocukluk ve gençliği dışında bir hayat yaşamamış. (Bir coğrafya hocamız vardı lisede, Hakkariliydi, 1967 yılında İstanbul’a gidip okumuş, 1971’de mezun olup Hakkari’ye öğretmen olarak geri gelmişti. Ona göre hayatı İstanbul’da geçen o dört yıldan ibaretti. Her derse başlarken adını söyleyerek, “1967’de doğdu, 1971’de öldü, şu anda size ders anlatacak olan o ölen adamın ruhudur” derdi.) Murat Belge’ye göre Hisar’ın hatası, bütün kitaplarında “Şimdiki zaman kötüdür, gelecek ise nasıl bir felaket getirecek bilinmez, karanlıktır, o halde esas olan hatırlamaktır,” görüşünde ısrar etmesidir. Gelecek güzel günlere yürekten inanmış bir sosyalist aydın için ne kadar “karamsar” bir bakış değil mi? Sonra “mazi en kıymetli hazinemiz ise” geleceğin sosyalist toplumu bizim neyimiz olacak?

        Buna rağmen Murat Belge, Hisar’ın içten ele aldığı meseleleri derinlemesine kavrayamadığı için, yani “bilinçli” olmadığı için büyük yazar payesine kavuşmadığından dem vurarak; onu Türk romanın “ağır toplarından” birisi olmasa da “hafif sahra topu” olarak başarılı bulur ve hakkını teslim eder.

        *

        Orhan Pamuk, “İstanbul” kitabında başka bir Hisar portresini çiziyor bize. Ona göre Hisar, onu şehrin “ruhuna hazırlayan” “Dört hüzünlü yalnız yazar”dan birisiydi. (Diğer üçü Yahya Kemal Beyatlı, Ahmet Hamdi Tanpınar ile Reşat Ekrem Koçu'dur.) Vakti zamanında, James Joyce’un “Ulysses”inden ilhamla bir İstanbul romanı düşlemiş Pamuk, romanın dört kahramanı olarak bu “dört hüzünlü yalnız yazarı” seçmiş. Kahramanların İstanbul sokaklarında çeşitli zamanlarda yolları kesişecek, -birbirlerini tanımıyorlar galiba-, aynı mekanlara girip çıkacak, mesela Yahya Kemal, Abdullah Efendi lokantasında yemek yerken Reşat Ekrem camekânın önünden geçecek falan. Orhan Pamuk’a göre bu dört yazarın yaşadığı devir onlar için “talihsiz” bir devirdir. Zira onların kalem oynattığı dönemde edebiyata “yaraya derman” muamelesi yapılıyor, “cahil halkı eğitmenin” aracı olarak görülüyor edebiyat; yazarlardan tıpkı bir zamanlar Fransa’da Cumhuriyet için Hugo ve Zola’nın katlandığı zahmetlere katlanmaları gerektiği, onlar gibi mücadeleci, onlar gibi ilericiliğin bayrağını yükseklere dikmeleri bekleniyor. Bir de “milliyetçilik” vebası dolaşıma girmiş, Abdülhak Şinasi gibi geçmiş illetinden, Günyol’un deyimiyle “manevi romatizmaya” yakalanmış yazara bu mücadelede yer yoktu. Zira Hisar ne “eğitici” ne de “aydınlanmacı” olmuş; imparatorluğun bütün görkemiyle gözünün önünde yıkılışını görmüş, o yıkıntının altında kalan muazzam bir kültürün can çekişmesine şahit olmuş, yaralıların feryadını içinden hissetmiş, o büyük yıkımın çocukluğunu, gençliğini, doğduğu yalıyı, o cennet mekanları, onun deyimiyle “mazi cennetini” nasıl alıp yok ettiğinin canlı şahidi olarak daha çok “Pruostyen dertlere” gark olmuş bir yazardır. “Boğaziçi Medeniyeti” gözünün önünde bir anda yok olup gitmişti.

        Pamuk’a göre Hisar, “Batılı olmak” yerine “hakiki olmayı” seçmiş bir yazardı ve kendisine Nobel’i getiren “yaşadığı şehrin ruhuna nüfuz etmesinde” ona yardımcı olan “dört hüzünlü yalnız” yazardan birisiydi.

        Haksız mı? Hisra’ın “Mazi Cenneti” lafını bir portreler kitabına isim yapmış olan Taha Toros’un deyimiyle “İstanbul’da düne ait ne varsa hepsini, tılsımlı bir süsleme sanatıyla süslenmiş olarak gözlerimizin önüne sererek” göçüp gitti bu dünyadan Abdülhak Şinasi.

        *

        Ona göre edebiyat ne Kemalistlerin gördüğü gibi bir “eğitim” aracı ne de sosyalistlerin gördüğü gibi “gelecek güzel günlerin inşasında” çalışan bir ameleydi. Edebiyat geçmişi günümüze getirmenin aracıdır o kadar. Dengesiz, hepsinin tuhaflıkları olan, içine kapanık, başarısız ve tek sermayeleri hayalleri olan kişileri romanlarına kahraman yaptı, onların başından geçen ilginç olaylar yerine, iç dünyalarını, derinlerinde kaynayıp duran hissiyatlarını muazzam bir şiir diliyle anlattı. Bu yüzden onu okuyunca bir kez daha o lezzetli Türkçenin, bir zamanların İstanbul’unun ve eski zaman büyüsünün künhüne varırız büyük bir hazla.

        “Boğaziçi Yalıları”ndan aldığım şu cümleye bakın:

        “Ümit, aşk, emel ve şefkat gibi bütün aydınlıkların karardığı bir ufka doğru yüzüyoruz.”

        Bu cümlenin yazılmasının üzerinden altmış yıl falan geçmiş. Yüzmekten kollarımız yorgun düşmüş değil hâlâ.

        Veya “Fahim Bey ve Biz” romanından şu cümle:

        “ (…) İnsanlar, birbirlerinden uzun mesafelere ayrılmış yıldızlar gibi, kendi hususî boşlukları içinde dönen, hepsi yalnız, hepsi mahrem ve başkalarına kapalı birer dünyadır. Bir yıldız sönünce ondan uzaktakiler bir şey duymaz.”

        3 Mayıs 1963’te Cihangir’de Rüyam Apartmanı’nda beyin kanamasından “yıldızı söndüğünde”, "kimsesiz ormanda devrilen ağaç ses çıkarmaz" sözünü doğrularcasına, “uzaktakiler”den hiçbiri hiçbir şey duymamış, yapayalnız ölmüştü.

        Soyadı “Hisar”dı, bütün kitaplarında oraları anlatmıştı, bu yüzden tek dileği kendisi gibi evlenmemiş, yapayalnız ölmüş arkadaşları Yahya Kemal’in, Ahmet Hamdi’nin, Orhan Veli’nin ve birçok arkadaşının yattığı yere, Aşiyan’a gömülmekti. Cenazesi belediye himmetiyle kaldırıldı, Aşiyan’da “yer yok” dediler, götürüp Merkez Efendi’ye gömdüler. Oysa o tarihten sonra onlarca meşhur insan, hatta en son, 2024’de tiyatro sanatçısı, oyuncu ve şarkıcı Ayla Algan defnedildi Aşiyan’a.

        *

        Abdülhak Şinasi Hisar, genç Şükran Kurdakul’a bir metni dikte ettirirken, uzun, karmaşık, coşkulu cümlesinin sonuna koyacak kelimeyi bulamayıp “Benim zavallı kelimelerim, neredesiniz, beni neden terk ediyorsunuz?” diye serzenişte bulunduğu zaman çoktan ölmüştü zaten.