Yazı yokken de şiir vardı. Şiir bellekte yazılırdı, oraya kaydedilebilirdi. Şiir her zaman okunmaz, çoğu zaman söylenirdi. Türkü, şarkı halinde ekseriyet... Bu yüzden süt kardeşidir şarkıların, türkülerin şiir…
*
Çocukluğumda; yaz aylarında kartalların alçaktan uçtuğu, yelin serin estiği, gölgelerin, vurduğu kuytulukları derin kuyulara dönüştürdüğü dağ başı yaylalarında olsun; karın her şeyi, her günahı, her kabahati, her sevabı, her çirkinliği örttüğü uzun kış gecelerinde olsun bize masal, bize hikaye, bize stran, bize şiir söyleyen adamlara (Mehmed Uzun’un edebi bir anlatım aracı olarak “dengbêj” kavramını hayatımıza sokmasına daha çok var) “şair” diyorduk. Her yerde “şaşkın şaşkın dolaşıyor” ve “yapmadıkları şeyleri” söylüyorlardı o “şairler.”
“Şairler” -ki daha sonra “dengbêj” dendi hepsine- erkekti. Kadın “şair” olmazdı. Olsa da bir mecliste şiir veya şarkı söyleyemezdi. En çok perdenin gerisinde, kadın kadına meclislerde çözülürdü içine şiir kaçmış, nefesine müzik üflenmiş kadınların dili. O dilin âvâzı hiçbir erkeğin kulağına, -helalı hariç-, kolay kolay gitmezdi. Neşenin değil, yasın sesiydi kadının sesi. Taziyelerde duyulurdu, kanlı aşiret çatışmalarından sonra orta yerde duran ölüye yakılacak bir ağıttı kadının sesi. Sadece ağıt yakarken kadın sesi “günah” addedilmezdi. Kadının ölünün arkasından ağıt yakması adettendi.
Şiir erkekti. Şiirin anlattıkları da erkekti. İçinde aşk geçen şiirler erkek meclislerinde rağbet görmezdi. Aşk “tolaz” (yeni yetme) işiydi. Erkek yiğitlik peşinde koşardı. Kulakları başka yiğitlerin maceralarına açıktı. Kazanan hep yiğitlerdi. Kim olursa olsun, isterse düşmanları olsun, yiğitlik gösteren, bir şiir hakkederdi. O şiir bazen destan formunda, bazen beyitler halinde, bazen bir şarkı gibi, bazen hikayeye dönüşmüş halde gelirdi o meclislere.
*
Dilsiz bir dengbêjin, Kawis Axa’nın kilamlarıyla açtım gözlerimi hayata. Babam sesini çok severdi. Batan bir güneş kadar hüzünlü ola sesi, geldiği yere sadece sessizlik getirirdi. Bir ezgi duyulurdu, sonra birisi “Aferin Kawîs Axa” der ve hâlâ her duyduğumda, beni o “cennet kaçkını” zamanlara götüren, o ses duyulurdu. Çok sonra öğrendim hikâyesini. Kawis Ağa, meğer dilsiz bir dengbêjmiş. Yaşar Kemal’in babasının ölümünden sonra dokuz yaşına kadar yaşadığı dilsizliğe benzer bir dilsizlikti onunki de. Onun da o yaşlarda anası ölmüş, yetim kalmış. Sadece şarkı söylerken dili çözülürmüş. Ağzını açıp söylemeye başladığında dili coşkun bir nehir olur, şarkı bittiğinde ürkek bir kuş yavrusuna dönüşürmüş fakirim. Öyle yetim, öyle anne özlemi içinde çaresiz.
Herkesin bildiği ama sesini sadece kadınların duyduğu Derwêş Fatma nam bir kadın “şair” dolaşıyor o sırada kadın meclislerinde. Taziye kovalıyor kadın, ölüm haberi sevinç veriyor ona, ölü görmektir tek dileği. Çünkü böylesi zamanlarda Derwêş Fatma’ya ağıt yakma fırsatı doğuyor. Âvâzı çıktığı kadar bağırıyor meytin başında. Ama ağıt bastıramıyor içinde harlanmış şarkı söyleme ateşini. İlle de sesini herkes duysun istiyor. Ağıtlar tekdüzedir, aynı makamla çıkar, herkes yakabilir ama onun bildiği şarkıları kimseler bilmiyor.
Annesinin ölümü sırasında rastlar yetim Kawis’e. Kawis de oturmuş yanına, annesinin ölümüne ağıt yakıyor. Kawis’te bir ses var; Derwêş Fatma’nın içi gidiyor. Bir tek bu çocuk, derdini döküğü şarkıları başkalarına ulaştırabilir. Çocuğu alıyor yanına, ona bildiği şarkıları, stranları, kilamları öğretiyor. Bir değil, iki değil, onlarca şarkı, stran, kilam... Kawis’in de içine Allah nefesini üflemiş! Derwêş Fatma şarkılarını birileri duysun istiyor, Kawis her yerde şarkı söylemek istiyor. Bir süre sonra Kawis Ağa, oluyor Derwêş Fatma’nın sesi. Onun yerine geçiyor. Her mecliste, her düğünde, her şenlikte sesi duyuluyor ki, duyanlar hayretler içinde. Kim bu çocuk ve bu kadar stran, kilam, şarkı nereden biliyor.
Kawis Axa’nın erkek meclislerinde şarkı söylemesi yasak olan bir kadının, Derwêş Fatma’nın sesi olduğunu kimseler bilmiyor. İkisi hariç ki, Kawis zaten dilsiz…
*
2000’li yılların başıydı. Kadıköy’de, bir kültür merkezinde, “sözlü kültüre” dair bir konferans verirken, bu hikayeyi anlattım oradakilere. Uzun uzun Kawis Axa’dan bahsettim, dilsiz çocuğu kendine dil olarak seçen başka bir “dilsiz”, Derwêş Fatma’dan bahsettim. Yazısı yasaklanmış bir dilin kendini muhafaza imkanlarını, yollarını anlattım dilim döndüğünce.
Dinleyenler arasında, memleketimizde hâlâ sayıları sınırlı olan kadın şairlerden rahmetli Sennur Sezer de vardı. Erkek meclislerinde şarkı söylemesi yasak ama sadece taziyelerde sesi duyulan ama içinde üflenmiş olan Tanrının nefesini dışarı vermek için azap çeken kadının yerine şarkı söylesin diye dilsiz bir çocuğu seçmesi, çok ilgisini çeker şair Sennur Hanım’ın. Birkaç soru sordu, ben de anlattım dilim döndüğünce.
Araya zaman girdi. Bir gün telefon etti Sennur Hanım, bir şiir yazmıştı, şimdi bir kitap olacak kadar birikmiş olan şiir kitabına yazdığı o şiirin adını verecekti. Benden bir faks numarası istedi, şiiri bana göndermek istiyordu. Geldi, şiirin adı “Dilsiz Dengbêj”di:
Kuyular ses verir, açar bağrını. Gelin
açamaz. Boncuklu tülbenti ile ağzı bağlı.
Kulaklara yasak sesi kadının. Gönlünün gizi
derinlere dağlı. Biriktirir oyalarla,
boncuklarla ve taneleriyle narın, feryatlarını.
*
Her akşam büyük sofrasında konağın, diz
çöküp gezgin aşıklar, söyler öykülerini.
İniltisini Zîn’in, Mem’in öfkesi ve öcü
Demirci Kawa’nın dile gelir. Her akşam çıraların
ışıltısını bir âşıkla göverir
*
Bülbülün sesi helâl ve helâldir gelinlerin
kol kola oynaması. Ancak anlatmak er işi.
Ölmek gibi. Ağıt âşıklara yazılmıştır.
Gelinlere yazılan sessiz gözyaşı.
*
Kulağı duyan dili lâl bir oğlancık verilir
geline. Duysa söyleyemez gelin gibi. Sesi
alınmış, gözü çevik ve yüreği... Bilmez gelin
yüreği var mı?
*
Yüreği bir kuyu oğlancığın. Yaşmaksız
ağzı lal. "Dök yüreğini" demiş hekim
geline "sararıp solma". "Yüreğindekini
kuyuya salma" demiş kaynanası.
"Aykırıdır töreye. Su akar. Gün gelir
uğuldar."
*
Gelinin yüreği söz olup akar oğlancığa.
Türküler, öykülerle. Âşıkların tüm
anlattıklarından başka, yeni bir sesle hergün...
Oğlancık lâl... Başını gelinin
göğsüne dayar.
*
Sıcaktır duyulmamış sözün közü.
Küllenmez. Nabzında atar...
*
Bir bahar, patlarken tomurcuklar,
gelin son uykusuna dalar. Anlattığı
öyküler tükenmiş. Oğlancığın kulağında
gizleri...
*
Ve bir nar çatlar, bir kuyu taşar.
Çıraların aydınlığında diz çöker dilsiz
oğlan: Gelinin türküsüne başlar.
*
Kitaba adını veren bu şiirin de yer aldığı “Dilsiz Dengbêj” yayınladıktan sonra kendisiyle yapılan bir mülakatta, “Kitabınızda bir masal anlatılıyor. Bu sizin kurguladığınız bir masal mıydı, yoksa bir söylencenin şiire dökülmüş hali mi?” sorusuyla karşılaşıyor şair. Sennur Sezer’in bu soruya cevabı şöyle:
“Dilsiz Dengbêj’ benim kurguladığım bir söylence, ama var. Ben ilk kez Muhsin Kızılkaya'nın bir söyleşisinde dinledim. Kürt kültüründe kadın dengbêj olmayışıyla ilgili bir öykü. Onun anlattığı şair olmak isteyen, şiirler, söylenceler, öyküler üreten bir kadının bir çocuğa anlattığı öyküler olduğunu söyledi. Sonra o çocuk dengbêjlerin şahı sayılmış. Ancak yalnızca şiir söylerken konuşabiliyormuş. Ben öyküyü biraz farklı kurguladım. Söyleyeceği şeyler olan bir genç kadın, bir gelin; ama bu genç kadının anlatacaklarının duyulmama isteğinin sonucunda ortaya çıkan bir delikanlı. Bir tür insandan sabır taşı kurgulandı ve dinlediği dertlerle dile gelen bir dilsiz. Yani benin için ilginç olan hem kadının bu topraklarda konuşmasının, kendini ifade etmesinin geleneğe aykırı oluşu, biz de de ağıtlar dışında kadınlara konuşma hakkı tanınmaz.”(Evrensel Gazetesi, 22 Ağustos 2001)
*
Şiirin başlangıç efsanesini bize anlatmak, büyük Fransız yazarı Victor Hugo’ya düştü. Tarihe “Romantizmin Bildirisi” olarak geçen metinin beni ilgilendiren kısmı özetle şöyle.
Kadim zamanlarda insanlık, soluk alır gibi şarkı söylüyor, içini döküyordu. Lirin yalnızca üç teli vardı: Tanrı, ruh ve yaratılış. Her şeyi bu üçlü gizem kapsıyor, her şeyi bu üçlü düşün içeriyordu. Yeryüzü hemen hemen ıssızdı. Halklar değil, aileler, krallar değil, babalar vardı. Her soy rahatça varlığını sürdürüyordu; özel mülkiyet yoktu, yasa yoktu, kırgınlıklar yoktu, savaşlar yoktu. Her şey hem tek kişinin hem herkesindi. Toplum şekli cemaatti. İnsan huzursuz değildi. İnsan bütün uygarlıklara beşiklik eden ve yalnız adamın gözlemlerine, tutkulu düş hallerine pek uygun düşen bir çoban ve göçebe yaşamı sürdürüyordu. Dilediğini yapıyor, dilediği yere gidiyordu. Yaşamı gibi düşüncesi de rüzgâra göre şekil ve yön değiştiren buluta benziyordu. İşte ilk insan buydu, işte ilk şair buydu. Gençti ve lirikti. Bütün dini dua, bütün şiiri türküydü.
Doğaçlama söylüyordu türkülerini, şiirlerini şairler…
Araya zaman girdi. Kırık bir cam gibi dağıldı her yere zaman. Ona ayak basanın ayaklarını kanattı ama insanlık o kırıkların üstünde yürüdü. Durmadan söylediği türküler, avuçlarını semaya açarak yaptığı dualar her çağda farklı bir biçim aldı. İlkel çağlarda lirik, eski çağlarda destan, modern çağlarda dramatik... Lirik şiir sonsuzluğun türküsünü söyler, destan tarihi kutsar, dram hayatı resmeder. Birincisi doğal, ikincisi sade, üçüncüsü gerçektir. İlki aşıkları, ikincisi tarih yazıcılarını, üçüncüsü eleştirmenleri doğurdu. Lirik şiirin kahramanları Adem, Kabil ve Nuh peygamber gibi çok büyük, çok güçlü kişilerdir. Destanın kahramanları Achille, Atrce, Oreste gibi devler; dramın kahramanları ise Hamlet, Otello gibi kahramanlardır. Lirik şiir ülküyü, destan görkemliliği, dram gerçeği görür. Bu üç şiir üç büyük kaynaktan beslenir: Tevrat, Homeros ile Shakespeare…
*
Çocukluğumda; gökyüzüne Babil Kulesi gibi uzanan dağ başlarındaki serin yaylalara gelen “şairler” olsun; karın her suçu, her kabahati, her günahı örttüğü soğuk kış gecelerinde yoksul evlerimize misafir olan “şairler” olsun, hiçbiri ne Tevrat’ı ne Homeros’u ne de Shakespeare’i biliyorlardı. Oysa Tevrat onların hikayeleriyle dolu; Homeros ve Shakespeare ise atalarıydı.