Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muhsin Kızılkaya Hayat ne zaman hızlanır?
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Kaç yaşıma girdiğimi tam olarak bilmiyorum ama yaşıma dair aşağı yukarı bir bilgi var bende. “Dedemizin öldüğü seneydi” diyor sadece aile tarihimizi değil, tekmil coğrafyanın tarihini de belleğine kaydetmiş gözleri görmeyen bilge abim Kadir; dedemin ölüm tarihi kesin bilgidir onda. Annem de “kurtların köye indiği soğuk bir şubat ayıydı” demişti de doğduğum ayı kesinleştirmişti, kütükte de 2 Şubat kayıtlıdır zaten. O gün oğlumla kızım, anneleriyle el ele verir her sene bana şahane bir gün yaşatırlar.

        Bu sene de öyle oldu. Sabah kahvaltısında; iki evladımın yüzüne benzer bir mutluluk halesi, baharda ıslak otların üzerinde gezinen seher yeli gibi dolaşırken yüzümde; kızım yaşlandığımı düşünmüş olmalı ki hayatımın en zor sorusunu sordu:

        “Baba, çocukluğun çok mu uzak sana?”

        Fazla düşünmeden cevap verdim:

        “Bu soruyu mesela yirmi beş sene önce sorsaydın, ‘evet çok uzak’ derdim ama şimdi altmış yaşını devirmişken, hayır diyorum, çocukluğum o kadar yakın ki…”

        Hayretle baktılar yüzüme aynı anda üçü de. Belli ki söylediklerimin bir şerhe ihtiyacı vardı. Sesimin tonunu değiştirmeden devam ettim:

        “Çünkü insan büyüdükçe çocukluğundan uzaklaşır, yaşlandıkça yaklaşır çocukluğuna.”

        Büyüme, çocukluğa isyan, yaşlanma ise çocukluğa itaattır. Büyürken çocukluktan kurtulmaya, onun birisine bağımlılığına, o olmadan hayatı idame ettirmenin güçlülüğüne, emirlere uymaya, uyku saatlerine, mecburi yemeklere, “emir kulu” olmaya isyan eder insan ama yaşlanınca yavaş yavaş, gün be gün farkına varmadan o bir zamanlar isyan ettiğimiz şeylerle dost oluruz. Bu dönüş gönüllüdür bu sefer. Çoğu zaman hoşumuza bile gider. Eğer edebiyata, sanata, zanaata, mesela ağaç oymacılığına, marangozluğa, resim yapmaya, yazı yazmaya, koleksiyonculuğa, eşya tamiratına meyilli değilseniz, satranç, briç gibi hafızayı diri tutan oyunlara kendinizi vermemişseniz, “yetmişinde bile, mesela zeytin dikmeye” kalkışmamışsanız, elinizde kalan tek şey mâzi olur. Abdülhak Şinasi’nin “mazi cenneti” dediği şey yani.

        *

        Ol rivayet odur ki Hazreti Adem, şeytana kanıp, çokça da Havva’nın dürtüklemesiyle yasak meyveyi ısırıp Cennet’ten kovulunca, sürgün edildiği yeni yurdunda, her gün her gece özlem içinde yanar, kavrulur.

        O yeryüzüne sürgün edilmiş ilk beşerdir ancak bunun böyle olduğunun farkında değil. Çünkü öncesi yoktur.

        İçinden gelen bir dürtü, önüne geçemediği bir his onu her geçen gün biraz daha kedere, biraz daha hüzne boğar. Orayı özler. Her şey ona eski yurdunu hatırlatır. Burnuna gelen bir koku, damağına yapışan bir tat, esen bir yel onu alır eski yurdunu götürür.

        Kurak rüzgarların estiği, kıraç toprakta otun bitmediği, dağı yabancı, hayvanı vahşi, ormanı ormana benzemeyen, suyu yavan, ekmeği tuzlu yeni yurdunda bir süre sonra Adem ile Havva’nın çocukları olur.

        Çocuklara masal anlatma geleneğini de Adem başlatır. Etrafına toplar çocuklarını, her gece onları eğlendirmek için bir masal uydurur. Bir süre sonra bakar ki aslında anlattığı aynı masaldır. Her gece bıkmadan usanmadan aynı kelimelerle geldiği yeri anlatıp duruyor çocuklarına! Oradaki hayatını, yaşadığı güzellikleri, süt akan, bal şerbet tadında ırmaklarını, gümbür gümbür ormanlarını, gelin gibi süslenmiş mor dağlarını… oranın her derde deva havasını, şifalı sularını… insanla dost hayvanlarını, her yeri kaplamış olan bitkilerini, billur sesli kuşlarını… güllerini, çimenlerini, toprağını, ağacını…

        Böyle her gece anlata anlata bir süre sonra çocuklar müptela olur anlattıklarına. Artık o masalı dinlemeden uyumaz olurlar. “Hadi baba bize geldiğin yeri anlat,” derler. O da bıkmadan usanmadan anlatır. Anlattıkça hikayesi büyür. Anlattıkça anlattığı mekân çocukların muhayyilesinde kocaman bir dünyaya dönüşür.

        Bir süre sonra babalarının anlattığı yer çocuklar için bir “baba yurdu” halini alır, anne de işin içinde, kavram genişler “anayurt” halini alır.

        Oysa onların yaşadığı o yeryüzü parçası, o sürgün yurdu, babalarının anlattığı yere hiç benzemiyor. Gün geçtikçe babalarının anlattığı yeri daha çok merak etmeye başlarlar.

        Aradan zaman geçer, babalarının adını vermeden anlattığı yer, çocukların hafızasında bir biçim alır; bir süre sonra oraya bir isim aramaya başlarlar.

        Ve bulurlar.

        Oranın adı “Cennet”tir artık! Bugün bile “anavatanımıza” cennet dememizin sebebi budur.

        Bu yüzden her insanın mazisi bir cennet...

        Yaşlanan bir insan kendini o cennetten kovulmuş hisseder, yaşlanınca çocukluğuna yaklaşmak, yani cennete yaklaşmak bu yüzden onda bir tutku haline gelir.

        *

        Bazı kitaplarını Türkçeye çevirdiğim, kırk beş seneden beri bir siyasi sürgün olarak Stockholm’de yaşayan modern Kürt edebiyatının en özgün yazarı Hesenê Metê, yıllar önce Irak Kürdistanı’na bir seyahat yapar. Yolu Suriye’nin Amûdê şehrine de düşer. Amêdê memleketinden kaçmak zorunda kalmış olan Suriyeli Kürt yazarların yazdıklarında hep başrolü oynamış bir şehirdir. O metinlerde Amûdê’yi okuduğunuzda, cennetten bir köşe canlanır gözünüzde. Hesenê Metê’nin de yolunu bir şekilde bu şehre düşürmesinin sebebi budur, anlata anlata bitiremedikleri o cenneti mutlaka görmek ister. Şehri gördükten sonra şunları yazar seyahatnamesinde:

        “Amûdê’yi görmeyinceye kadar kelimelerin bu kadar kudretli olduğunu bilmiyordum.”

        *

        Marcel Proust “kayıp zamana” dair o devasa romanı 42 yaşında yazdı. Çocukluğun “irade dışı hafızada canlanmasının” ne demek olduğunu onun “Kayıp Zamanın İzinde” adlı üç bin sayfalık, dünyanın en uzun romanlarından birisi olan kitabını okumadan anlamak mümkün değildir.

        Kitabı bitirdiğinizde, “kelimelerin kudreti” karşısında donar kalırsınız.

        Yıllar, yıllar geçmiştir çocukluğunun üzerinden. Anlatıcı için çocukluğunun geçtiği şehir neredeyse yok olmuş. Bir kış günü eve döner, annesi onun üşümüş olduğunu görür, hiç alışkın olmadığı halde, sıcak bir çay içmesini tavsiye eder oğluna. Önce istemez, sonra fikir değiştirir. Annesi birisini gönderir, “küçük madlen” denilen, o tombul keklerden aldırır. O kasvetli günün ve iç karartıcı yarının beklentisi içinde, yumuşasın diye içine attığı madlenli çaydan bir kaşık götürür ağzına. İçinde kek kırıntıları olan çay damağına değdiği anda irkilir, içinde olağanüstü bir şeyler olup biter. Sebebini anlamadığı, her şeyden azade, o zamana kadar hissetmediği harikulade bir haz, bütün benliğini sarar. Bir anda her şey bir manaya kavuşur. Hayatın dertleri önemsiz, felaketleri zararsızdır artık. Hayat kısaymış, ne gam! Bütün benliği kıymetli bir özle dolup taşar. O öz benliğinin ta kendisidir aslında. O artık vasat, sıradan ve ölümlü biri değildir! Kendini zinhar böyle hissetmez. Bu yoğun mutluluk nereden gelmiş de onu bulmuştur sahiden? Tam bu soruyu kendine sorarken, ansızın o hatıra karşısında capcanlı belirir. Tadın kaynağını aniden bulur. Bu tat, çocukluğunun geçtiği yerde, Combray’de pazar sabahları, Léonie Halasının, “günaydın” demeye odasına gittiğinde, çayına ya da ıhlamuruna batırıp ona verdiği bir parça Madlenin tadından başka bir şey değildir!

        “…tıpkı Japonların suyla dolu porselen bir kaseye attıkları silik kağıt parçalarının, suya girer girmez çözülüp şekillenerek, renklenerek belirginlik kazandığı, somut, şüpheye yer bırakmayan birer çiçek, ev, insan olduğu oyunlardaki gibi, hem bizim bahçedeki, hem M. Swann’ın bahçesindeki bütün çiçekler, Vivonne Nehri’nin nilüferleri, köyün iyi yürekli sakinleri, onların küçük evleri, kilise, bütün Combray ve civarı şekillenip hacim kazandı, bahçeleriyle bütün kent çay fincanımdan dışarı fırladı” (Swann’ların Tarafı, s. 53).

        O andan itibaren anlatıcı, çocukluğunun “kayıp zamanı”nın içine düşer ve tam üç bin sayfalık muazzam bir roman çıkar bu tat ve koku üzerine.

        Çocukluğundan kalan bir koku sürükler onu, o koku çok uzaklarda kalmış her şeyin, bütün hayatının hayaletidir şimdi. Zira yaşadığımız her şeyin, anların, günlerin, yılların bir kokusu vardır, bir büyü gibi dolaşır bizimle birlikte.

        *

        Yaşlılıkta çocukluğumuz elimizden tutar, yanımıza gelir dedik ya, Proust bunu nafile bir çaba olarak görür. Kitabında diyor ki, “Anılarımızı yeniden ele geçirme gayretimiz nafile, zihnimizin bütün çabaları boşunadır.” Ona göre geçmiş ile şimdiki arasındaki zamandan mütevellit, hiçbir zaman geçmişteki anla, şu anda hatırladıklarımız aynı değil, hatta aralarında uçurumlar vardır. Biyografi ve hatıra kitaplarına bu yüzden tarihçiler “ihtiyatla” yaklaşır, senin kesin öyledir diye bir yere yazdığın hatıranın varsa eğer başka bir şahidi, onun gözünde hadise çoğu zaman yazdıklarının tam tersidir.

        Ona göre hatıralar, geçmişi yeniden yaratmaktır. Zihin, aradan geçen onca zamandan sonra karanlık odaya girer, hatıraların “arabını alır”, hepsini yeniden “banyo eder”. Bu sefer, yaşandığı gibi değil, zihnin uygun gördüğü biçimde. Eklemeler yapar, bazılarını yırtıp atar.

        Buna dair de şunları yazar Proust:

        “…Geçmişi hatırlama gayretimiz nafile, zihnimizin bütün çabaları boşunadır. Geçmiş, zihnin hakimiyet alanının, kavrayış gücünün dışında bir yerde, hiç ihtimal vermediğimiz bir nesnenin (bu nesnenin bize yaşatacağı duygunun) içinde gizlidir. Bu nesneye ölmeden önce rastlayıp rastlamamamız ise tesadüfe bağlıdır” (Swann’ların Tarafı, s. 50).

        Yani aslında diyor ki büyük yazar, bir silsile takip eden, yaşadığımız her şeyi ipe dizer gibi dizmez zihin geçmişi hafızamızda. “İrade dışı hafıza” seçicidir, çoğu şeyi eler, elerken de bize sormaz, çoğu zaman acımasızca davranır, zalimlik yapar. Belirli anlar üzerine bir ışık gibi düşer zihin, onu parlatır, aniden ortaya çıkar o anlar, lezzetli, baş döndürücü bir parlama veya patlama şeklinde (çaya batırılan kurabiye misali), bu tür anları birer “mucize” gibi görür Proust kitabında.

        Üç bin sayfalık roman aslında küçücük bir soru sorar:

        Geçmişi kendimiz için kurtarmamız mümkün mü?

        Bu da “irade dışı hafızanın” insafına kalmıştır artık!

        *

        Hangi kitapta okumuştum, nereden kalmış aklımda hatırlamıyorum, “hafızayı canı nereye oturmak isterse oraya oturan bir köpeğe benzeten” bir söz kalmış aklımda. Bu köpek bizi hiç dinlemez, kaale almaz, umursamaz, “hatırla” dediğimizi zinhar hatırlamaz, “unut” dediğimizi ise tıpkı aynı köpek gibi kuyruğunu sallaya sallaya keyifle bize geri getirir.

        *

        Zaman; çocukluk, büyüme ve yaşlılığa göre biçim alır zihnimizde. Çocukken zaman ağır akar. Kışların tümü birbirine benzer bu dönemde. Çocukluğunuz benimki gibi bir yerde geçtiyse eğer, kış hep üşümeyi hatırlatır size. Ayaklarınız yırtık bir pabucun içinde ıslanmış, parmak uçlarınız hissini kaybetmiş, burnunuzun ucu mosmor; kar bazen sert bazen yumuşacık, gökyüzü alçak, yıldızlar yakındır. Yaz ise öğleden sonraları hiç bitmez, yapış yapıştır zaman, sıkıntı bulaşmıştır her yerinize, gece ise uzun bir masaldır. Günler birbirlerine eklenir o kadar. Aslında yaşadığınız bütün yıllar, tek bir günden ibarettir.

        Büyüdükçe zaman kesitlere ayrılır. Onu kopuk kopuk algılarız artık. Zaman birden fazla güne, aya, yıla bölünür, hiç birisinin diğeriyle bağlantısı kalmamıştır sanki. İşte bu dönemde, çocukluğumuz bizden fersah fersah uzaklaşır. Sanki onu hiç yaşamamışız gibi. Gelecek diye bir hedef var zihnimizde. Her şey onun içindir. Hep bir plan, bir program hali egemendir hayatımıza. Belirli anların, Proust’un bahsetti o hiç beklemediğimiz anların, bazen bir koku, bazen bir tat, bazen bir renk, bazen bir dokunuş olarak irade dışı hafızamızda canlanması, eğer yeteneğimiz varsa tabi, elimizde büyük sanat yapıtlarına dönüşebilir bu dönemde. Misal en büyük romanlarını 45 yaşına gelmeden önce yazdı Tolstoy ve yaşlılığında bir iki novella hariç romana el sürmedi bile.

        Ve nihayet sökün eder yaşlılık. Ve zamanla olan ilişkimiz tekrar değişir. Artık ne plan vardır ne hedef… Anlar, günler, aylar, yıllar geride kalmış, şimdi mevsim başroldedir. Yaşlılıkta hayat mevsimlere bölünür. Belki de tek bir mevsime… En çok da sonbaharla özdeş kılar bu mevsimi insanlar. Hafıza zayıflar. Yeni şeyler öğrenmede direnç gösterir bellek. İşte o zaman “mazi cenneti” bütün görkemiyle açılır önümüzde. Çocukluğumuz bize o kadar yaklaşır ki, çoğu zaman onunla el ele tutuşarak çıkarız öteki dünyadaki yolculuğumuza.

        Yaşlandıkça hayat çok çabuk geçer!

        *

        İnsan büyüdükçe çocukluğundan fellik fellik kaçar; ihtiyarladıkça koşa koşa ona geri gider, giderken onunla beraber gitmek ister çünkü.