Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Yakup Kadri’nin deyimiyle devrinin en büyük “naşiri”, Türk edebiyatının gelmiş geçmiş en büyük “edip”lerinden birisi olarak kabul edilen Diyarbekirli Süleyman Nazif’in; 1927 senesinin karlı bir kış gününde; o zamanlar oldukça bakımsız, bugün bir hayli mutena, Harbiye’den Valikonağı Caddesine girince, şimdi onun adını taşıyan soldaki ilk sokaktaki küçücük bir evin, mezar kadar dar bir odasında, paslı, soğuk bir demir karyolada ölüsünü bulduklarında, yanında ne bir dostu ne bir yakını ne de bir bakanı vardı.

        Peygamberdevesi kadar yalnızdı.

        Ölümüne dair bu kıymetli bilgiyi veren arkadaşı Yakup Kadri Karaosmanoğlu’na göre ona “edebiyatçı” yerine “edip” demesinin nedeni, kabrinde uyurken ona azap vermek istemediğindendir. Zira Süleyman Nazif, “ci” edatını hiç sevmez, hatta mesela kendisine “Türkçü” diyenlerden ifrit görmüş gibi kaçar, yanında kim kendisine “Türkçü” dese, yüzüne tuhaf tuhaf bakar, “Türemiş sıfatların hiçbiri, ihtiva ettiği adın niteliğine malik değildir. Çiçekçi çiçek, kömürcü kömür, kunduracı aynı zamanda kundura olamayacağı gibi, bir Türk de hem Türk hem de Türkçü olamaz” diye kükrermiş.

        *

        Paşa çocuğudur Süleyman Nazif. “Mir’Âtü’l-İber” (Dünya Tarihi) yazarı, şair, vakti zamanında Eleziz, Maraş, Muş, Mardin valiliklerini yapmış Diyarbekirli Sait Paşa’nın oğludur. Maaile edebiyatla yoğrulmuşlar. Servet-i Fünûn ve Fecr-i Âti dönemi edebiyatının mühim şairlerinden Faik Ali Ozansoy, Süleyman Nazif’in kardeşi, şair yazar Munis Faik Ozansoy ise Faik Ali’nin oğludur. “Sofular haram dediler, bu aşkın badesine/Ben doldurur, ben içerim, günah benim kime ne?” diyen şair Nesimi de ailenin büyüklerindendir. Aynı aile büyüklerinden tarihçi İbrahim Cehdi’yi de unutmamak gerek ki Süleyman Nazif, büyük dedesinin adını zaman zaman yazdığı “orta değerde” birtakım şiirlerde müstear isim olarak da kullanmıştır.

        Yakın arkadaşı Refik Halit Karay; uzun boylu, geniş omuzlu, kapkara sakallı ve gözleri kor gibi parlayan, yağız Süleyman Nazif’in şeklini korkunç, kalemini ve sözlerini “zehirli”, hayatını ise “çocukça kararsızlığından, gürültü içinde boşa akıp giden” bir hayat olarak görür. Bütün bunlardan dolayı ona daima “bir rikkat (acıma) hissi”yle bakar. Ona göre üstat, kalemini “kama ve tabanca meraklısı” bir külhanbeyi gibi kullanmış, en lüzumsuz yerde bile bu silahını “azami şiddet ve dehşetle” çekmiş, tehlikeli “nümayişlere” kalkışmış, sonunda da yine aynı “kabadayı zihniyetiyle” barışmayı sevmiş, “mahir kalemli, sabi zekâlı, çabuk parlayan” bir şair, bir edipti.

        Yakup Kadri’ye göre, her sözü “nükte”lerle, “cinas”larla dolu Süleyman Nazif’in, hiç silinmeyen “hafif bir Diyarbekir şivesi” bu nükte ve cinaslara “baharatlı bir tat”katıyordu.

        İşte o anekdotlardan bazıları:

        Bir sohbet sırasında; Avrupa’da kıymetli bazı şahsiyetler ölünce, yaşadıkları evlerin girişinde, “Burada falankes yaşadı” gibi levhalar astıklarını anlatır birisi. O sırada sohbete ortak olan Florinalı Nazım Bey, Süleyman Nazif’e dönerek, “Üstadım, ben ölünce kapımın üzerine konulacak levhaya ne yazarlar sizce?” diye sorunca, Süleyman Nazif, “Kiralık ev yazarlar” cevabını verir.

        İstanbul’un işgali sırasında, Süleyman Nazif ile bir arkadaşı İstiklal Caddesi’nde, arka arkaya bağlanmış iki üç arabayı iki katırın çektiğine şahit olurlar. Arkadaşı, “Bu kadar yükü iki katır nasıl çekiyor?” diye sorar. Süleyman Nazif, o sırada oldukça şiddetli muhalefet ettiği İttihatçıların troykası Enver, Talat ve Cemal Paşaları kastederek, “O da iş mi, koca Osmanlı imparatorluğunu buralara üç katır sürüklemedi mi?” der.

        Ermeni tehcirinde dahli olup Malta’ya sürülenler arasında Süleyman Nazif ile Enver Paşa’nın babası Hacı Ahmet Paşa da var. Bir sohbet sırasında erkek erkeğe herkes çapkınlıklarından bahsederken, Hacı Ahmet Paşa, “Valla ben hayatım boyunca harama uçkur çözmedim” deyince, Enver Paşa’ya pek kızgın olan Süleyman Nazif, “Paşam keşke helale de uçkur çözmeseydin,” der.

        Yine bir gün Malta’dayken tekrar Hacı Ahmet Paşa’ya takılır, “Paşam, hazır buradayken hadi seni bir İngiliz kadınla evlendirelim, oğlun Enver Osmanlı’yı batırdığına göre, belki o kadından doğacak oğlun da İngiliz İmparatorluğunu batırır” der.

        Bulunduğu mecliste o hep söyler, diğerleri dinlerdi. Yakup Kadri onu “Tanzimat efendisi” kılıklı, babasının kitabında okuduğu “Asur hükümdarı Buhtulnasar”a benzetir.

        Başka bir dostu, Abdülhak Şinasi Hisar ise onu anlatırken, onu “tanıyanlar hayatta mızıkçılık ettiğini zannedebilirlerdi” der. Çünkü “kullandığı bütün tartılar bozuk ve ölçüleri yanlıştı”. Kindar bir adamdı. “Muhabbetinde ifrat ve kininde tefrit vardı”. Bu yüzden en çok hatırlanan sözü, “Dinim, kinimdir” sözüdür. Kalbinde, küfür ile iman daima cenk halindedir. Süngüsü kalemi olan bir Don Kişot’tur o.

        Yine Hisar’a göre Süleyman Nazif, imanı kuvvetli bir Müslümandı, bu kez de ittihatçılıktan vazgeçip kendisini Ümmet ve İslamcılık cereyanının rehberi ilan etmiş, İslamiyet’i pek yüksek görürdü ama buna rağmen dinin emirlerini yerine getirdiğini, tatbik ettiğini bir kere bile gören olmamıştı. “Mutekit” bir Müslüman olması Mehmet Akif’i ona yaklaştırmıştı, Akif’in ölünce “beni Süleyman Nazif ile müderris Naim Baban’ın mezarları arasına gömün” diye vasiyet etmesinin sebebi bu olsa gerek.

        Cemil Meriç, Süleyman Nazif’i “yazı hayatının ilk mukaddes ismi” olarak anar. Ona göre Nazif “Türk nesrinin büyük serdarı, tek mümini kalmayan bir dinin son peygamberi”ydi. Bugün ondan sadece birkaç “nüktenin” kalmış olmasına Cemil Meriç pek hayıflanır, oysa o Türk nesrine “haysiyet ve asalet kazandırmak için” ruhunun bütün melekelerini seferber etmişti. Bugün mezar taşında yazılı olan “Şimşek mürekkep olmalıdır, yıldırım kalem/Tahrir için kitabe-i seng-i mezarını” beyti, şair kardeşi Faik Ali Ozansoy’undur.

        *

        Yaşadığı devirde pek sevilmedi Süleyman Nazif. Bugün ise kendine Türküm diyenlerin kaçı onu okumuş da seviyor bilmiyorum ama mürekkep yalamış ne kadar Kürt münevveri varsa, alayı Süleyman Nazif’ten “nefret” eder. Onu her şeyden önce bir Kürt olarak görürler ama gelin görün ki Süleyman Nazif kendini Kürt olarak görmez! Ona “sen Kürt’sün, aslını neden inkâr ediyorsun” diye çıkışan ilk şahsiyet; Türkiye’de “pozitivizmin babası”, ırkı ıslah etmek için Macaristan’dan “damızlık erkek getirme”önerisinin sahibi, Cumhuriyetten çok önce behemehal Latin harflerine geçmeyi öneren Arapkirli bir Kürt olan Doktor Abdullah Cevdet’tir. Bu yüzden hayatları boyunca kavga ettiler. Birbirlerini hiç sevmediler ama yine de dost kalmayı bildiler.

        Bir gün Abdullah Cevdet kendisine, “Aman bir dizgi yanlışına kurban gittim ki olur şey değil. Bir şiirimde ‘vatanımın öksüzüyüm’ demiştim, dizgide ‘s’ düşmüş, ‘öküzüyüm’ diye yayınlanmış,” diye dert yanınca Süleyman Nazif çıngıraklı bir kahkaha atarak, “Buna dizgi yanlışı değil, dizgi doğrusu derler üstadım,” cevabını verir.

        Birçok sebepten dolayı ona kızan Abdullah Cevdet, yine de hakkını teslim eder:

        “İşte bir zekâ ki baştan başa kendi kendisinin ustası, kendi kendisinin çırağı. Şiirlerinin hiçbiri yoktur ki şebap (gençlik) kelimesi bir kez olsun kullanılmış bulunmasın. Onun ilhamı sadece gençliktir. Şairlik ona değil, o şairliğe egemendir. Artisttir o. Onun gibi düzyazı yazan hiç yok değildir. Onun düzyazısı, yüksek dağların başından, arkası kesilmeden dökülen büyük bir su ve köpük sütunu gibidir.”

        Süleyman Nazif öldüğünde Abdullah Cevdet cenazesine gider. Daha sonra da Abdullah Cevdet sık sık mezarını ziyaret etmeye devam eder. Bir gün yine bir mezar dönüşü bir toplulukta, “Nazif’i yokladım. Mezarının üzerine eğildim, uzun uzun konuştuk,” der. Orada bulunanlardan birisi, “Peki Süleyman Nazif bir şey söyledi mi sana?” diye sorar. Bu sırada Ercüment Ekrem Talu atılır:

        “Ne dediğini ben size söyleyeyim: Cevdet, bu günübirlik gelişini saymam. Seni ille de yatıya beklerim demiştir.”

        *

        Musa Anter “Hatıralarım”da (Avesta Yayınları) Süleyman Nazif’in mezarına dair ilginç bir bilgi verir. Anter, 1979 yılında ölünceye kadar iktisat profesörü ve gazeteci, Kürt Teali Cemiyeti’nin ikinci başkanı Zihni Paşa’nın oğlu Şükrü Baban’ın “mali vekilliğini” yapar, zira Baban, hayatının son yıllarında felç olmuş, bütün işlerini Musa Anter yürütüyor. Yapılmakta olan, bir zamanlar “Londra Asfaltı” olarak bilinen bugünkü “E5 Karayolu” Süleyman Nazif, Mehmet Akif ile Naim Baban’ın mezarlarının bulunduğu yerden geçer. Akif’in mezarına belediye sahip çıkar. Naim Baban için Şükrü Baban’a, Süleyman Nazif için de varisi olan Dışişleri Bakanlığı’ndaki akrabasına, mezarlara sahip çıksınlar diye tebligat yapılır. Şükrü Baban adına vekaleten Musa Anter, Naim Bey ve hanımı için iki kefen ve iki tabut yaptırarak gider mezarlığa. Biraz sonra işçiler ve belediye bandosu gelir. Mezarlar açılır, kemikleri kefene koyar, tabuta yerleştirirler. Süleyman Nazif’in de mezarı açılmış, kafatası mezarın kenarında duruyor. Sonrasına şöyle anlatır Musa Anter:

        “Kendisine nefretim olduğu için, oradan geçerken, heyecanlandım ve kasten olmasa da ayağımla kafa kemiğine dokundum. Dokunmamla tekrar mezara yuvarlandı. Ağzındaki altın dişleri dökülmüştü. İşçiler ceplerine koydular, ben de görmezden geldim. Sonra bando ile tabutlar alındı; merasimle, tabi ben de ön safta, şehitlikte hazırlanan yere, Mehmet Akif ortada ve diğerleri iki tarafında olmak üzere gömüldüler.”

        *

        Peki, Abdullah Cevdet’ten başlayarak Musa Anter’e, ondan da günümüz Kürt münevverlerine sirayet eden Süleyman Nazif “nefretinin” sebebi nedir acep? “Kürtlüğünü inkâr” etmiş olması değildir kuşkusuz, arkasında daha derin bir sebep olsa gerek.

        Teferruatını “Eski Zaman Eşkıyaları” kitabımda anlattığım Barzan mıntıkasında altı aşiretten müteşekkil Barzanilerle İttihatçıların yıldızı hiç barışmadı. Abdülhamit’le birlikte Osmanlı padişahlarıyla hep “şeyh-mürid” ilişkisini sürdüren Barzaniler; İttihatçıların padişaha karşı yaptıkları darbeyi, “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi Halife’ye karşı kâfirce bir isyan” olarak gördüler. İttihatçılara başkaldırmalarının bir sebebi de buydu. Ancak uzun bir isyan hadisesinden sonra nihayet Dersaadet’le “sulh” sağlandı ve Murat Bardakçı’nın yazdığına göre 17 Ağustos 1913’te Sultan Reşat, isyankâr Abdüsselam Barzani’ye “Dördüncü Rütbeden Osmanlı Nişanını” gönderdi.

        Bu sırada yeni bir darbeyle iktidara iyice çöreklenen İttihatçılar, Dürzi Esat Paşa’yı Musul valiliğinden aldılar, yerine Diyarbakırlı Süleyman Nazif’i atadılar.

        Bu konuda herkes hemfikirdir; Süleyman Nazif ne kadar iyi bir edipse, o kadar kötü bir idareciydi. Her şeyiyle bir İttihatçıydı o sırada. Yeni rejimin politikalarına karşı, resmi görüşün dışında herhangi bir fikri ileri süreni böcek gibi ezmeye azimliydi. Şeyhlerden, seyitlerden nefret ederdi. Onları eski düzenin kalıntıları ve tehlikeli addediyordu. Yeni düzende şeyhlerin, seyitlerin yeri yoktu. Ona göre hükümetin Şeyh Abdüsselam’a madalya vermesi tam bir basiretsizlik örneğiydi. Karşısında ezmekten özel bir zevk alacağı dişli bir rakip çıkmıştı. Uygun zaman ve zemini yokladı ve gelmeyeceğini bile bile Şeyh Abdüsselam Barzani’yi Musul’a, huzuruna çağırdı. Yanında bulunan Saffet Bey, Şeyh’e bu davete icabet etmemesini özellikle telkin etti, Şeyh de valinin davetini ret etti.

        Süleyman Nazif de bunu istiyordu zaten. Bunu bir “isyan” girişimi olarak telakki etti. Düzenli alaylardan oluşan birliklerin yanına aşiretlerden toplanan askerler ilave edildi ve Şeyh’in üzerine yürüdü.

        İki güç Mart 1914’te Zap vadisinde karşı karşıya geldi. Çarpışma neredeyse bir ay kadar sürdü.

        Şeyh daha fazla dayanamadı, yenilgiyi kabullendi.

        Süleyman Nazif’in ordusu Şeyh’i yakalamak üzere Barzan’a girdi. Ancak Şeyh evini çoktan terk etmiş, İran’daki Muhammed Sıddık Nehri’nin oğlu Seyit Taha’nın evine yerleşmişti.

        Uzun bir kovalamaca sonucu Şeyh Abdüsselam Barzani yakalandı.

        Tarihçi Ahmet Uçar’ın verdiği bilgiye göre, Şeyh’i o sırada genç bir zabit olan ve daha sonra mareşal rütbesine yükselen Fevzi Çakmak teslim aldı. Van üzerinden Musul’a bizzat kendisi götürüp Vali Süleyman Nazif’e teslim etti.

        Türkmen asıllı ve bölgede kaymakamlık yapmış olan, “işbirlikçilikle” suçlanıp bir ara Şeyh’le aynı hapishaneye atılan Demaluji, “Bahdinan” adlı kitabında; Süleyman Nazif, “olur da Babı-ı Ali, Şeyh’i affetmeye kalkışır” diye, idamından birkaç gün önce, tutulduğu Musul hapishanesine destekçilerinin yürüdüğü sahte bir ayaklanma tertip ettiğini kaydeder. Bu ayaklanma bahane gösterilerek askeri mahkemeden acele idam kararını çıkarttırdığını söyler!

        Şeyh Abdüsselam, Süleyman Nazif’i, hayatının bağışlanması karşılığında orduya bin katır yükü erzak bağışı yapabileceğini söyler. Bazı tarihçiler, valinin bu teklifi geri çevirdiğini belirtirken, sözlü tarihçiler ise Süleyman Nazif’in “hele getir de görelim” dediğini kaydeder.

        Kıtlık yılları, Osmanlı savaşa girdi girecek, ordunun erzaka ihtiyacı var... Müritlere haber salınır, her yerde erzak toplamaya başlarlar ancak tekmil Kürdistan’da toplana toplana sadece on bir katır yükü erzak toplanır, kimsede yiyecek namına bir şey yok, o yıllarda, ahali manda gönünden çarıklarını yiyor. O erzaka da el konulur ve Şeyh Abdülsselam için idam anı gelir.

        Hapishane avlusunda dört darağacı vardır. Kürt ruhani lider Emin Efendi asılacaklara talkın vermek üzere hazırdır. Darağacına yaklaşan Şeyh Abdüsselam, “Valiye birkaç şey söylemek istiyorum. Ölüm ve hayat benim için aynı şey. Fakat bu şekilde ölümüm, ne yazık ki hükümetin çıkarına değil” der.

        Şeyh’in İttihatçılar tarafından asılması, yaklaşık yüz yıl sürecek isyan ateşinin ilk kıvılcımı oldu; sonraki bütün Kürt isyanları bu olaydan doğdu, bu idam bir milat olarak kabul edildi ve hiç unutulmadı.

        Bu idamla birlikte hem Osmanlının uzak durduğu isyancıya idam geleneği başlamış oldu, hem de Türk-Kürt ilişkilerinde yepyeni, kanlı bir sayfa açıldı.

        Başta Musa Anter olmak üzere, onun kuşağı ve ondan sonra gelen Kürt münevverlerinin Süleyman Nazif “nefreti”nin sebebi işte bu hadisedir. Süleyman Nazif, yüz seneden beri süren “kanlı” bir sürecin asıl faillerinden birisi olarak duruyor onların hafızasında çünkü.

        *

        Profesör Abdullah Uçman’ın yazdığına göre, Diyarbekirli olmasından mütevellit kendisine “Kürt” denmesine oldukça sinirlenen Süleyman Nazif, bulduğu her fırsatta Türklüğünü vurgulamak zorunda kaldı. Kürtlüğünü ilk “ifşa” eden Abdullah Cevdet’e cevap olsun diye bir gazeteye gönderdiği bir mektupta “Benim babam, anam ve onların âbâ vü ümmehâtı umumiyetle Türktürler” diye kendini savundu; bir süre sonra İran asıllı Hüseyin Dâniş aynı iddiayı tekrarlayınca, bir gazetede yayınlanan başka bir yazısında da Kürt değil, Âzeri Türkü olduğunu; yüzlerce yıldır Türkçe yazan şair ecdadının çeşitli şuarâ tezkirelerinde kayda geçtiğini; annesinin de Akkoyunlu Hânedanının dayandığı güçlü Türk aşiretlerinden birine mensup olduğunu anlatmak zorunda kaldı.

        Buna rağmen, o yıllarda oldukça revaçta olan “Türkçülük” cereyanına da yüz vermedi. Ona göre Osmanlı imparatorluğunu parçalamaktan kurtarmanın tek yolu “ittihad-ı anâsır”dan yani “Osmanlı sınırları dâhilinde yaşayan herkesi, ortak bir ‘Osmanlı’ üst kimliği altında bir araya getirmekten” geçerdi. “Osmanlılık” adına herkes kendi kimliğinden vazgeçmeli, kesinlikle hiçbir grup, milliyetçilik peşinde koşmamalıydı. Osmanlı, imparatorluk mensubu bütün milletlerin ortak eseriydi, dolayısıyla üzerinde Türkler kadar, Türk olmayanların da hakkı vardı. Kendisi kanı ve lisanıyla Türk olduğu halde, Asya steplerindeki Türk’ten çok Anadolu’daki gayri Müslimleri kendini daha yakın görürdü. Çünkü, “Bağdat kal’asının önünde İşkodralıların, Viyana surlarının altında Erzurumluların ecsâd-ı şehîdesi” vardı.

        Bu yüzden hemşerisi Ziya Gökalp’ın ortaya attığı “Türkçülük” tabiriyle, yazının başında sözünü ettiğimiz şekilde dalga geçti. “Türkçülerin” bizi birbirimizden ayırmalarına şiddetle karşı çıktı ve şunları yazdı:

        “Kimi kimden ayırıyorduk? Yoksa Arnavut Başkımcıların birliğimizi bozan sapkınlığını mı taklit edecektik? Eğer bir kızım olsa, onu putperest bir Türk’le, hattâ bir Şiî ile evlendirmezdim. Fakat, bir Arap, bir Kürt, bir Çerkes, bir Laz, bir Tatar, bir Hintli, bir Cavalı benim makbul bir damadım olabilir. Müslüman vatandaşlarımın kısm-ı a’zamı, eminim ki bu hususta benimle hemhistir.”

        Bu sırada kimliğini “Müslümanlık, Osmanlılık ve Türklük” diye tanımladı, her Müslüman ve Osmanlı gibi kendisinin de dini ve milli bir gelenekten geldiğini söyledi, dini an’anesini Hicret’ten on yıl evvel, milli an’anesini ise Osmanlının kuruluşuyla başlattı ve “Bizim hakanlarımız Cengiz ve Timur değil, Ömerü’l-Fâruk, Selâhaddin-i Eyyûbî, Hudâvendigâr ve Yavuz’dur” dedi. Onun en çok tartışılan fikirlerinden birisi de bir yazısında dile getirdiği “Arap bizim mürşidimiz, üstadımız, mürebbîmiz her şeyimizdir... Arap’ınkini Arap’a, Acem’inkini Acem’e iade edersek, elimizde uzun kollu hırkadan başka bir şey kalmaz,” fikridir. Buna rağmen Türklüğüne yine de halel getirmedi, “Ben milliyetin şan ve şerefine perestiş eden bir Türküm!” dedi. Daha sonra da İran medeniyetinin Arap medeniyetinden üstün olduğunu ilan etti. İslam dünyasının en büyük feylesoflarının Arap değil İranî olduklarını söyledi. Aynı yazısında Türk edebiyatının, hatta Türk tarihinin Orta Asya’dan değil, Anadolu’da Osmanlılarla başladığını savundu ve Osmanlı öncesini hepten inkâr etti.

        Bir fikirde uzun süre ikamet etmek sıkılan Süleyman Nazif, Türkçülüğe dair bu fikirlerinden, Malta’dan döndükten sonra tamamen vazgeçti. 1922’de verdiği bir konferansta, vakti zamanında Osmanlıyı bir arada tutmak için sarf ettiği o sözlerin beyhude sözler olduğunu belirterek şunları söyledi:

        “Şimdi anlıyorum ki ben bu israf-ı semâhatle zavallı ırkıma ihanet etmişim. Lisan ve kalemimle kırmış olduğum kalpler karşısında, ben şimdi nâdim ve mahcup, ırkımdan niyâz-ı af ediyorum. Türk’ün bu hatırşinas hassasiyetini Türk olmayan hiçbir Osmanlı takdir edemedi. Ve hemen hepsi bizden birer birer ayrıldılar. Hem de nasıl ve ne suretle,” diyerek tarihî hatasını, büyük bir özürle kapatmaya çalıştı. (Abdullah Uçman, “DEVRİN TÜRKÇÜLÜK-TURANCILIK TARTIŞMALARI ARASINDA SÜLEYMAN NAZİF”, Dicle Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Nisan 2016, Sayı 15)

        O yıllarda başlayan Türkçenin sadeleştirilmesi hareketine de şiddetle karşı çıktı. Ona göre “yapmak” fiili çıktı Türkçe bozuldu. Mesela “konuşma yaptı”, “açıklama yaptı” gibi laflar karşısında tüyleri diken diken olur, “Madem ‘konuştu’ yerine ‘konuşma yaptı’ diyorsunuz; neden ‘geldi’ yerine ‘gelme yaptı’, ‘gitti’ yerine ‘gitme yaptı’ demiyorsunuz?” diye herkesi paylamaya başladı. (Üstat, bugün bazı mühim şahsiyetleri kürsüye çağırmak için “konuşmalarını gerçekleştirmek üzere” demelerini duymuş olsaydı ne derdi acep?)

        Şapka Kanunu Kasım 1925’te çıkmadan önce, dedikodusu çıktı. İskilipli Atıf Hoca, kanun çıkmadan önce, böyle bir girişimin “kafirlik” olduğunu söyleyen bir risale yayınladı. Süleyman Nazif de ona hiddetli bir cevap verdi. İkisinin arasındaki polemik, şiddetlenerek bir süre devam etti. O sırada kanun çıktı, İskilipli Atıf Hoca’yı kanuna karşı çıktı diye (oysa kanun çıkmadan önce şapkayı istemediğini yazmıştı) İstiklal Mahkemesi’nde yargılayıp astılar. Şaşkına dönen Süleyman Nazif, “Adamı niye astılar, biz sadece tartışıyorduk,” dedi.

        *

        Abdülhak Şinasi Hisar’a göre, Süleyman Nazif, bir “harp sonu” kurbanıydı. Hayatının son yıllarında fakir düşmüş, yapayalnız bir adamdı. Ama “dinim kinimdir” sözünden hiç dönmemiş, Hisar’ın demesiyle, bu “kin ve nefret,” o “Asuri çehrenin siyah ve keskin gözlerinden, sarı ve fırlamış dişlerinden ve ağarmış ve uzamış sakalından” ölünceye kadar akmaya devam etti.

        Öldüğünde, başucundaki cilasız tahta sehpanın üzerinde ısırıp bıraktığı bir elma duruyordu, o kadar.

        *

        Yazının Kaynakları:

        Abdülhak Şinasi Hisar, “Geçmiş Zaman Edipleri”, YKY

        Yakup Kadri Karaosmanoğlu, “Gençlik ve Edebiyat Hatıraları”, İletişim Yayınları

        Sâlah Birsel, “Kahveler Kitabı”, Sel Yayıncılık

        Musa Anter, “Hatıralarım”, Avesta Yayınları

        Muhsin Kızılkaya, “Eski Zaman Eşkıyaları”, Avesta Yayınları

        Refik Halit Karay, “Minelbab İlelmihrab”, İnkılap

        Cemil Meriç, “Jurnal, Cilt 2”, İletişim Yayınları