Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muhsin Kızılkaya Troçki, Yunus Nadi, Halide Edip, Keriman Halis

        Odessa’da, gece saat birde palamarı çözülen İlyiç vapuru Karadeniz’de, önüne düşen bir buzkıranın rehberliğinde, şiddetli bir fırtınayla boğuşa boğuşa, 12 Şubat 1929 Salı sabahı şehrin üzerini örtmüş sis şalını adeta yırtarak Boğaz’a girdiğinde, İstanbul ahalisi uyku mahmurluğunu henüz üzerinden atmamıştı. Vapur bir süre yol aldıktan sonra Büyükdere’de demirledi. Çok az yolcusu vardı.

        Lenin, Almanlar tarafından “adrese teslim” Rusya’ya getirilmeden önce Bolşeviklere liderlik yapmış, Lenin geldikten sonra İkinci Adam olmuş; Lenin öldükten sonra tekrar Birinci Adam olması beklenirken, yoldaşı Stalin’in entrikalarıyla aniden “hain” durumuna düşürülmüş Lev Troçki, ailesi ve GPU denilen istihbarat teşkilatından Stalin’in birkaç ajanı vardı vapurda o kadar. Vapura aceleyle birkaç Türk polisi çıktı. Bütün gece onu beklemişlerdi. Hızlıca yolcuların kâğıtlarını kontrol ettiler.

        Troçki acele etmedi. Polis bekledi, Troçki Mustafa Kemal’e ulaştırmaları için kısa bir mektup yazarak verdi onlara. Mektup şöyleydi:

        “İstanbul kapısında, size şunu bildirmekten şeref duyarım ki, Türkiye sınırlarına kendi isteğimle gelmiş değilim ve bu sınırdan içeriye zorla sokulmaktayım.

        En iyi duygularımı kabul buyurunuz bay başkan.

        L.Troçki, 12 Şubat 1929”

        *

        Bolşevik İhtilali’nin lideri, Stalin’in korkulu rüyası, Rusya gibi devasa bir coğrafyada iktidara gelmiş olan sosyalist fikriyatın büyük teorisyeni, dünya Marksistleri arasında o sırada en az Karl Marx kadar saygınlığı olan Lev Troçki gibi mühim bir şahsiyetin İstanbul’a, Stalin’in gönderdiği “mecburi sürgün” olarak gelmiş olması, normal şartlarda Türk basını için büyük haber olması beklenirdi. Dünya basını bu mühim haberle çalkalanırken, İstanbul’a ayak basar basmaz ecnebi gazeteler Troçki’nin her hareketini adım adım takip ederken, Türk matbuatı pek oralı değildi. Bizim gazetelerde, dünyada oluşan yankı kadar yankı yapmamıştı Troçki’nin gelişi. Çünkü o sırada bizdeki matbuat için çok daha mühim bir hadise vardı. Cümbür cemaat hep birlikte o meseleyle ilgiliydi gazeteler. Mesele de Türkiye’de o sırada Cumhuriyet Gazetesi’nin düzenleyeceğini ilan ettiği güzellik yarışmasıydı. Evet, o sırada güzellik yarışması haberi, Troçki’nin İstanbul’a gelişinden çok daha önemli, çok daha büyük bir haberdi.

        *

        Güzellik yarışmasının fikir babası Cumhuriyet Gazetesinin sahibi Yunus Nadi’ydi. Gazetesinde, 6 Şubat’ta, yani Troçki’nin gelişinden altı gün önce, İstanbul’da ilk güzellik yarışmasının tertipleneceğini ilan etti ve bu haber bir anda bütün memlekette dünyanın en önemli hadisesi olarak telakki edildi.

        Cumhuriyet’i bir grup erkek kurmuştu. Her şeyiyle yeni Türkiye “erkek” bir ülkeydi. Kurtuluş Savaşı’na hem fikri hem de bedeniye katılan tek etkili kadın Halide Edip’ti… 9 Eylül’de İzmir de işgalden kurtulunca her daim Mustafa Kemal’in yanında yer almış, zaman zaman elde tüfekle cepheye gitmiş Halide Edip, hatıralarında anlattığına göre, o sırada bir hayli yorgun olan Mustafa Kemal’e, “Paşam, işler hafifledi, şimdi biraz dinlenirsiniz,” deyince Mustafa Kemal ona dönmüş, “Ne diyorsun, asıl iş şimdi başlıyor, daha birbirimizi yiyeceğiz,” demişti. Bu, zaferden sonra gelecek olan “iç savaşta” Halide Edip’in payına da İngiltere ve Fransa’da biten uzun bir sürgün yolculuğu düşecekti.

        *

        Halide Edip ile Kemalist devrimin en büyük destekçilerinden birisi olan Cumhuriyet Gazetesi’nin sahibi Yunus Nadi çok yakın iki dosttu. Mustafa Kemal’in talimatıyla ikisi birlikte Anadolu Ajansı’nı 6 Nisan 1920’de kurmuşlardı. 1925 yılında, eşi Adnan Adıvar’ın Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kuruluşunda yer alması, kendisinin de kurucu babalarla fikri anlaşmazlığa düşmesi, Atatürk’ün vefatına kadar, tam on dört yıl boyunca, memleketten ayrı düşmesine yol açacaktı.

        *

        Yunus Nadi ise, Cumhuriyetle birlikte gazeteci olan biri değildi. Gazeteciliği Osmanlı dönemine rastlıyordu, kısa bir dönem Meclis-i Mebusan’da mebusluk yapmıştı. Aslında o da bir komitacıydı. İttihatçıların gizli faaliyetleri içinde yetişmişti. Mustafa Kemal direniş hareketini başlatınca, her şeyini İstanbul’da bırakıp, büyük bir coşkuyla Ankara’ya gitmişti. Cumhuriyet ilan edilince de tekrar İstanbul’a dönmüş, 7 Mayıs 1924’te, yine Mustafa Kemal’in önerisiyle Cumhuriyet gazetesini kurmuştu. Gazetesi aracılığıyla yeni yönetime adeta yön tayin ediyordu. Eleştirileri de vardı ama bu eleştiriler daima çekirdek kadronun iktidar halkasının dışına çıkmıyordu. Yeni Cumhuriyet rejiminin en büyük savunucusuydu. Herkesten daha şedit bir “Kemalist” idi. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının kuruluşuna müsaade ettiği için bir yazısında satır arasında Mustafa Kemal’i bile “tehdit” etmekten geri durmamış; “Paşam, size rağmen sizin fikirlerinizi savunmaya devam edeceğiz” diye yazmıştı.

        *

        Yeni dönemde Cumhuriyet Gazetesi ne dese oydu. Fikir sayfalarında çıkan yazılar bir tür “talimat” yerine geçiyordu. Her yazı ahalinin davranışlarına yön tayin ediyor, bu yazılara bakarak fikirler biçim alıyordu. Ecnebiler, Cumhuriyet’te yazılanlara bakarak birçok alanda devletin politikasını anlamaya çalışıyordu. Sovyetler Birliği’yle başlayan “flörtten” tutun da daha sonra Almanya’da iktidara gelen Nazilere karşı duyulan “hayranlığa” kadar, devletin politikası hep Cumhuriyet gazetesinde çıkan yazılara bakarak anlamaya çalışılıyordu.

        Memleket hızlıca “muasır medeniyete” doğru koşuyor ve bu koşunun her merhalesi Cumhuriyet’in sayfaları aracılığıyla “cahil halka” ulaştırılıyordu. Garp medeniyeti bütün kurumları, modası, müziği, romanı, sanatı, giyimi kuşamı, kısacası tekmil hayat biçimiyle behemehâl memleketimize gelmeliydi. Durursak eğer düşerdik. Garbi hayata sahip çıkılacak, şarki hayat mazide kalacaktı. Ama işte bütün bunları başarabilmemiz için de bize çok şık bir vitrin lazımdı. O vitrine Türk kadınını koyacak, Cumhuriyetin erkek yüzü biraz törpülenecek; yeni nesilleri doğuracak, büyütecek, yetiştirecek olan kadın giyimi kuşamı, üstü başı, hayat tarzı, eğitimi ve becerileriyle pek geri butoplumun “Batılı yüzü” olacaktı. Erken bir dönemde çıkan İsviçre’den alınma Medeni Kanun kadına bu hakların büyük bir kısmını tanıyor, çok eşliliği yasaklıyor, kadına da boşanma hakkını veriyordu. Kadının kafa yapısı değişirken, dış görünüşü de değişecek ama bu değişimi yaparken kesinlikle Batının referansları esas alınacaktı.

        *

        Bütün bu fikirler, hızlı modernleşme hamlesinin itici gücü olan Cumhuriyet gazetesinin, tombul, gerdanı kat kat, kır saçları büyük bir özenle arkaya doğru taranmış, her daim geniş yakalı takım elbiseyle dolaşan, arada bir taktığı ata yakalarıyla, “Yurttaş Kane”nin Türkiye versiyonuna benzeyen kudretli, güçlü, basın imparatoru Yunus Nadi’yi gece gündüz meşgul ediyor, bir an önce hep rekabet halinde olduğumuz, en son savaşla da pataklayıp dersini verdiğimiz “kahpe Yunan”ı kıskandıracak, Avrupa memleketlerini de bize hayran bırakacak, içerdeki gericileri de kıç üstü oturtacak büyük bir hamleye ihtiyaç vardı. Bu fikir aynı zamanda gazetenin satışını da arttıracak, bir taşla iki kuş vurmuş olacaktı.

        Uzun uzun düşündükten sonra o muazzam fikri nihayet buldu. Bir süredir Avrupa memleketinde güzellik müsabakaları düzenleniyordu, onlarınkine benzer bir müsabakayı biz niye tertiplemeyelim, bizim neyimiz eksikti? 6 Şubat 1929 günü Cumhuriyet Gazetesinde, bundan sonra çok uzun yıllar gündemi işgal edecek olan o büyük haber yayınlandı:

        O gün gazetenin manşeti, “Aynı Şeyi Biz Niye Yapmayalım?”dı. Haberde bütün medeni ülkelerin her sene güzellik müsabakaları düzenlediklerini, kazananların Avrupa ve Amerika’da beynelmilel müsabakaya katıldıklarını, tıpkı onlar gibi biz de kendi memleketimizin en güzel kızını seçerek bu müsabakaya gönderebiliriz diyordu. Bu hamle, modernleşmekte olan cemiyetimizde bir kilometre taşı olacaktı.

        Hemen arkasından gazete “En güzel Türk kadını”nı aradığını ilan etti. Kazanacak olan aday beynelmilel sahada bizi temsil edecek, bütün dünyaya cumhuriyet kadının üstün meziyetlerini gösterecekti. Konuya dair “Güzellik Müsabakamız” diye bir başmakale kaleme almış olan Yunus Nadi, “Bu müsabaka futbol maçından farklı olmayacak; en mükemmel Türk vatandaşlarını denizaşırı memleketlere gönderip diğer medeni milletlerin en güzel ürünleriyle boy ölçüştürmenin bir fırsatıdır bu,” diyordu.

        Gazete yarışmanın şartları da ilan etmişti. 16 ve 25 yaş arasında bütün “namuslu” Türk kadınları (“alüfteler ve bar kızları” kesinlikle yarışmaya katılamaz) müsabakaya katılabilecek, kadınlarda ırk, din ve mezhep farkı aranmayacak, yarışmaya katılmak isteyenler gazetede basılmak üzere birer fotoğrafını gönderecek, böylece gazete okurları da bir nevi yarışma jürisi muamelesi görecek, onlar da finale kalanlara oy verebilecek, mayo kesinlikle giyilmeyecek, hakem heyeti (jüri üyeleri) de bütün cemiyetin tanıdığı pek meşhur şahsiyetlerden oluşacaktı .

        Jüri üyeleri, yani hakem heyeti şu şahsiyetlerden oluşturulmuştu:

        Yazar ve şairlerden Şair-i Azam Abdülhak Hamit (Tarhan), Halit Ziya (Uşaklıgil), Peyami Safa, Cenap Şehabettin, Hüseyin Rahmi (Gürpınar), Halit Fahri (Ozansoy); ressamlar Namık İsmail ve İbrahim Çallı; müzisyenler Mesut Cemil ve Muhittin Sadak; mimar Vedat (Tek); tiyatro sanatçıları İsmail Galip (Arcan), Vasfi Rıza (Zobu) ve Bedia Muvahhit; film yapımcısı Fahri (İpekçi); gazetecilerden Necmettin Sadak, Zekeriya-Sabiha Sertel, Vâlâ Nurettin ve Yusuf Ziya (Ortaç).

        Jüri değil, Rönesans tablosu mübarek!

        *

        Ahaliye gün doğmuştu. Tek parti vardı memlekette. Tek lider vardı. Geleceğe giden yol tekti. İşte bu “tekli” ortamda ilk defa halkın reyi soruluyordu, serbestçe oy kullanacak, o da fikrini beyan edecekti. Bu “tekli” ortamda bu vesileyle ilk defa “çoğulcu” bir fırsat doğuyordu.

        Yunus Nadi’nin fikri bomba gibi düştü ortalığa. Ahali coşkuyla fikre sahip çıktı. Gazetenin satışları anında katlandı ve idarehaneye fotoğraflar yağmaya başladı.

        Yarışmacı kızların fotoğrafları yayınlanıyor, okurlar fikirlerini beyan ediyordu. Hatta gazetenin yazarlarından Aka Gündüz kendini tutamayıp büyük bir kehanette bile bulundu. Ona göre bu kızların içinde birisi mutlaka ecnebi yarışmacıları yenecek, dünya güzeli seçilecekti! Tezinin de “sağlam” dayanakları vardı. Zira son dünya müsabakasının şampiyonu bir Macar güzeliydi. Türklerle Macarlar akraba, aynı soydan kuzen olduklarına, iki millet olarak Orta Asya’dan gelen göçer kavimler olduklarına göre, bu kez de sıra kesin bir Türk’teydi demek!

        6 Şubat’tan 21 Haziran’a kadar Cumhuriyet gazetesinde 125 güzel adayının fotoğrafları yayınlandı. Gazete okurları ilk elemeyi yaptı. Başvuran 400 adaydan, 48’inin yarışmaya katılmasına karar verildi.

        2 Eylül 1929 günü kızlar yukarıda isimlerini verdiğim büyük jürinin önüne çıktı. Yarışma gazetenin üst katında, yaz işleri salonunda saat 11.30’da başladı. Güzeller tek tek, podyum vazifesi gören genişçe bir sehpanın üzerine çıkarak boy göstermeye başladı. Jüri, dekolte elbise giymiş, ellerinde Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı oldukları gösteren nüfus cüzdanlarıyla 48 kızı teker teker inceledi.

        *

        Bir yerde güzellik yarışması varsa orada mutlaka bir skandal da vardır. Tarihimizde ilk güzellik yarışmasının ilk skandalı da o sırada patlak verdi. Büyük jüri Hicran Hanım’ı birinci seçti. Ancak, kim elindeki belgeyi gösterdi, kim haberi uçurdu bilinmez, anında jüriye bir haber gitti, Hicran Hanım yarışmadan birkaç gün önce evlenmişti! Oysa yarışmanın şartlarından birisi de bekâr olmaktı. Hicran Hanım’a durumu bildirmek, “Aşk-ı Memnu”nun yazarı Halit Ziya Uşaklıgil’e düştü. Mabeyn başkâtipliği yapmış, umur görmüş, nazik bir beyefendi olan Halit Ziya Bey, Hicran Hanım’a diskalifiye haberini verirken, “Siz evlenmek suretiyle en iyi iltifata nail olmuşsunuz. Bizim iltifatımıza ihtiyacınız yok” dedi. Hicran Hanım da 54 yıl sonra, 1983'te Hülya Avşar'ın başına geldiği gibi, aynı gerekçeyle kraliçelik tacı başından alınan ilk güzelimiz oldu. Güzeller tekrar bir resmigeçit yaptı, bu kez Feriha Tevfik jüriden yeterli oyu alarak Türkiye’nin ilk güzellik kraliçesi seçildi.

        *

        Yunus Nadi, 3 Eylül tarihli gazetenin ön sayfasını “1929 Türkiye Güzellik Kraliçesi İntihap Edildi” manşetiyle tamamını yarışmaya ve kraliçe Feriha Tevfik’i anlatmaya ayırdı. Kadın bir anda, memleketin en meşhur kadını oldu. Bir süre sonra Amerika’da yapılan güzellik yarışmasında memleketi temsil eden ilk güzel oldu ancak heyhat Yunus Nadi’nin umutları suya düştü, dereceye girmedi. O da memlekete döndü, film artisti oldu ama Yunus Nadi önüne koyduğu hedeften vazgeçecek bir insan değildi. Her sene aynı müsabakayı yapmaya kararlıydı. Gelen eleştiriler karşısında geri adım atmadı, yenilmiş ama ezilmemiştik, tıpkı bir zamanlar Eurovision Şarkı Yarışmasında ısrar ettiğimiz gibi bu işte de ısrar edecek, mutlaka sonuç alacaktık. Azimle ıkınan mermeri delerdi. 1930 yılına girdiğimizde Yunus Nadi, gazetesinde “Güzellik Ayıp Bir Şey Değildir” manşetini attı ve fikrinin arkasında durdu. Zira eleştiri bombardımanı altında kalmıştı. Salvolar sadece İstanbul sosyetesine mensup muhafazakârlardan gelmiyordu, hükümet de bu başarısızlıktan mustaripti.

        1931 yılında jüri bu kez “muallim” Naşide Saffet’i Türkiye güzeli seçti. Maarif Vekâleti rahatsız oldu, hemen bir genelge yayınlayarak bu tür müsabakalara katılmayı “muallim ve talebelere” yasakladı. Devlet memuru, “kendisini baştan ayağa süzen bir hakem heyetinin” karşısına çıkamazdı, devlet memuru olmak ciddiyet isterdi.

        Arkasından gelen üç yıl boyunca seçilen hiçbir Türk güzeli Avrupa’da varlık gösteremedi. Bu durum da Yunus Nadi’nin moralini çok bozmuş, iddiasını ispatlayamayan bir adam durumuna düşürmüştü. Hele hele 1930 yılında “Miss Avrupa” unvanı bir Yunan güzeline verilince, bizde moraller hepten yerle yeksan oldu. Bir anda çarşı karıştı. Ele güne rezil olmuştuk. Milli itibar yerlerde sürünüyordu. “Kahpe Yunan” yine yapacağını yapmıştı. Karşı kıyıdan halimize bakıp sirtaki oynuyor, kıs kıs gülüyordu.

        Yunus Nadi’yi tekrar aldı bir düşünce. Şimdi tekrar tefekkür zamanıydı, uzun uzun düşündü ve parlak zekâsıyla muhteşem bir fikir buldu. Şimdiye kadar yaptığı bütün yarışmalardan sonra seçilen güzeller sinema artisti olup “ahlak zayıflığına” kapılıyor, hızlıca “dile düşüyordu.” Bu durum da “gericilerin” salvolarına, muhafazakârların tenkitlerine, muhterislerin saldırılarına yol açıyordu. O halde o da bir dahaki yarışmada kimsenin toz konduramayacağı, sağlam bir aileden gelen bir yarışmacı bulacak, onu Avrupa’ya gönderecekti.

        Aradığını kısa sürede buldu; Keriman Halis!

        *

        Keriman Halis köklü bir ailenin kızıydı. Dedesinin babası şeyhülislamlık yapmıştı. Dedesi bir Osmanlı paşasıydı. Babası Halis Bey büyük bir tüccardı. Yangın söndürme aletleri memlekete ilk o getirmiş, İstanbul yangınlarına çareyi o bulmuştu. Cumhuriyet kurulduğunda Keriman Hanım on yaşındaydı. Çocukluğu Fransız mürebbiyelerle, at binerek, balolara giderek geçmişti. Yüzü değirmi, gözleri ışıltılı, kapkaraydı. Çok güzeldi. Fındıklı’da geniş bir evde oturuyorlardı. Evleri sanatçılarla dolup taşıyordu. Babası edebiyata meraklıydı. Etrafı her daim doluydu. Gazetecilerden politikacılara kadar geniş bir yelpazeden dostları vardı.

        Yunus Nadi de o dostlardan birisiydi. Birkaç kez kızını yarışmaya sokması için onu yokladı. Baba zor bir kararla karşı karşıya kalmıştı. Yunus Nadi vazgeçmedi, ısrar etti, sonunda onu ikna etti ve 1932’de Keriman Halis’in Cumhuriyet’in düzenleyeceği güzellik müsabakasına yazdırılmasını başardı. İlle de iddiasını ispatlayacaktı, Keriman Halis’i hemen “Kâinat Güzeli” yarışmasına kaydettirdi. Yarışma Belçika’nın bir tatil kasabası olan Spa’da yapılacaktı.

        1932 yılının Türkiye güzeli Keriman Halis, Taksim Meydanı’nda, yarışmaya katılmak üzere Belçika’ya uğurlandı. Dönemin gazetelerinin yazdığına göre uğurlamaya yirmi binin üzerinde İstanbullu geldi. Babasıyla birlikte trenle gidecekti. Sınıra kadar, bütün istasyonlarda halk birikti. Spa’da basın ona özel ilgi gösterdi. Müslüman dünyadan gelen tek yarışmacıydı ve ailesinin saygınlığı ona özel bir zarafet veriyordu. Yunus Nadi’nin istediği tam da böyle bir şeydi. Şimdi Ankara Hükümeti de tam kadro arkasındaydı.

        Keriman Halis, balo kıyafetleriyle podyumda bir kraliçe gibi yürüdü. Alman güzeline şans veriyorlardı ama o an geldiğinde onun adı okunmadı; 1932 “Kâinat Güzeli” Türk kızı Keriman Halis’ti!

        *

        Yunus Nadi nihayet zafere ulaşmıştı. Cumhuriyetin ilk sayfasını tamamen Keriman Halis’e ayırdı. En çok sevinen Mustafa Kemal Atatürk olmuştu. Samimi dilekleriyle bir kutlama telgrafı yolladı. Sonra da Yunus Nadi’yi bizzat çağırarak tebrik etti. İkinci Adam İsmet İnönü de Mecliste ayağa kalkarak Keriman’ın “Aleyhimize yükselen seslere karşı kanlı canlı bir delil” olduğunu söyledi. Yunus Nadi’yi artık kim tutardı, 4 Ağustos 1932 günü Cumhuriyet Gazetesi, “Dünyayı Fetheden Türk Kızı” manşetiyle piyasaya çıktı.

        *

        Keriman Halis’in İstanbul’a gelişindeki karşılama töreni, bu şehrin gördüğü en mahşeri karşılama töreni olarak tarihe geçti. Turneye çıktı. Gezdiği şehirlerde adeta reisicumhur kadar ilgi gördü. Film teklif edildi, o ret etti. Bir süre sonra evlendi, aile kurdu ve yeni Kemalist Türkiye’nin sembol kadını oldu. Daha sonraki yıllarda yapılan her müsabakaya katılan güzeller önce onu ziyaret etti. Dünya güzeli seçildikten iki sene sonra soyadı kanunu çıktı. Mustafa Kemal ona “Ece” soyadını verdi, aile de aynı soyadını aldı.

        *

        O sırada sürgünde bulunan Halide Edip, Avrupa’yı şehir şehir gezerek Türk inkılabının meziyetlerine dair konferanslar veriyordu. Tıpkı Amerika’nın, Fransa’nın ve diğer medeni milletlerin başardıkları demokrasinin benzerinin Türkiye’ye gelmesini istiyor, memlekette hüküm süren tek parti anlayışını da şiddetle eleştiriyordu. Ama Türkiye tarihinin en cesur, en mücadeleci, en üretken, en öncü kadınlarından birisi olan Halide Edip, güzellik yarışmasında dünya güzeli seçilen gencecik bir kızın gölgesinde kalır, sesi Avrupa’nın entelektüel mahfillerinin dışına çıkamaz.

        *

        Troçki’ye gelince, o sırada o da Büyükada’da harıl harıl “Hayatım” kitabını yazıyordu. Bir sene sonra, 17 Temmuz 1933’te İstanbul’dan ayrıldı. Avrupa’da barınamadı, Stalin bir gölge gibi onu kovalıyordu, 1937 yılında Meksika’ya sığındı. 1940 yılında bir Stalin ajanı, gazeteci kılığında onunla tanışıp ziyaret bahanesiyle konutuna girebildi ve pardösüsünün altında gizlediği bir buz kıracağı baltasını kafasına indirdi; ağır yaralı olarak hastaneye kaldırıldı, iki sefer bilinci yerine geldi, ilkinde “Burjuva basınına iyi malzeme olduk” dedi, bir sonraki seferde bilinci geri geldiğinde son sözleri “Dördüncü Enternasyonal'in zaferinden eminim, ileri!” oldu.

        *

        Kaynaklar

        Charles King, “Pera Palas’ta Geceyarısı-Modern İstanbul’un Doğuşu”, Alfa Yayınları

        Lev Troçki, “Hayatım”, Yazın Yayıncılık

        Isaac Deutscher, “Troçki C.3”, Ağaoğlu Yayınları