Yusuf Atılgan’ın hacmi küçük kendisi büyük romanı “Aylak Adam”da, okuyan herkesi afallatan şöyle bir paragraf vardır:
“Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapacağı umulur. Ama beş-on dakikada ölüyor. Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar.” (Aylak Adam, YKY, s.17)
*
Bütün dünyada olduğu gibi sinemanın bize gelişi bizde de ilk anda fark edemediğimiz, etkisini zamanla hissettiğimiz muazzam değişikliklere yol açtı.
İstanbul’da ilk sinema salonu, Birinci Cihan Harbi sırasında, Beyoğlu’nda, Britanya Elçiliğinin karşısında bulunan bir kahvehanede açıldı. Buraya gelen ilk filmler Alman veya Fransız yapımıydı. Sinemaya giden ilk müşteriler de şehrin siyaset erbabı, zengin tüccarları ve rütbeli askerleriydi. Kahvehane bir paravanla ikiye ayrılıyordu, bir tarafına erkekler, öteki tarafına kadınlar oturuyordu. Kısa bir süre sonra İstanbul işgal edildi. İşgalle beraber ilk kaldırılan şeylerden birisi bu paravan oldu. Sinema salonunda erkeklerle kadınlar karışık oturmaya başladı. Müşteri çoğalınca birkaç kahvehane daha sinema salonuna dönüştürüldü. Film oynatmadıkları zamanlarda bu salonlar bar halini alınca, kibar beyefendilerle hanımefendiler buralardan el ayak çekti. O sırada İstanbul’da işgal kuvvetlerinde görevli bir subay olan Galli Billy Fox-Pitt annesine yazdığı mektupta, “Bir sürü ‘sinema’ salonu var, ama hepsi böcek kaynıyor,” dedi.
On sene içinde birçok modern sinema salonu peş peşe açıldı. 1930’lara geldiğimizde şehirde Melek, Elhamra, Majik, Artistik sinemalarının yanında bin 400 seyirci kapasiteli Glorya Sineması görkemli bir törenle açıldı.
*
Sinemaya gidip, sessizce film seyretme alışkanlığını edinmemiz uzun bir zaman aldı. İlk yıllarda, ahali kahvelerde nasıl davranıyorsa, sinema salonlarında aynı şekilde davranmaya başladı. Okuması yazması olan seyirciler altyazıları yüksek sesle okuyor, sıkılanlar oturdukları koltuktan kalkıp salonda tur atıyor, birbirleriyle sohbet ediyor, bazıları müziğe uyarak ayaklarıyla tempo tutuyor, bazıları kalkıp dans etmeye başlıyor, bazıları da başrol oyuncusuyla tartışmaya girişiyor, hatta ona yol göstermeye çalışıyordu. (Bu durum 70’li yılların sonuna kadar taşra sinemalarında devam etti. Güzel hikayedir, denk geldi… Daha önce aynı filmi iki üç kez seyretmiş olan Urfalı, bir akşam yazlık sinemada oynayan aynı filme karısını da götürmeye karar verir. Ellerinde çekirdek külahları, otururlar tahta sandalyelere, film başlar, daha önce filmi seyrettiği için her sahnesini ezberlemiş olan koca başlar filmi karısına anlatmaya. Başrol oyuncusu bir köşeyi dönecek, duvarın arkasında ona pusu kurmuş “kalleşler” var, adam karısına anlatır, “Xanım bax, şimdi adam tam duvarı dönecax orada qelleşler oni bekli, vuracaxlar adamı.” Gözü perdede, başlar başrol oyuncusuna yalvarmaya: “Gêtme, seni vuracaxlar, daha önce gördüm ben, gêtme dim, gêtme, vuracaxlar seni… Ne olur gêtme!” Adam hiç oralı değil, gidiyor. Bir kez daha ısrarla “gêtme” deyince, o sırada gözyaşlarına boğulmuş, heyecandan oturduğu sandalyeden düşmekte olan karısı kocasının yalvarmalarına kulak asmayan başrol oyucusunu bırakıp eşine döner, “Bırax gêtsin, sen insanlığıy yaptın, bırax gêtsin” der.)
*
Cumhuriyet sonrası Türk modernleşme projesinin temel sloganlarından birisi, “İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz,” sloganıydı. “Onuncu Yıl Marşı”nın dördüncü kıtasının ikinci dizesinde, “Örnektir milletlere açtığımız iz;/İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz” diye geçer. Hepsi biliyor, bu imkânsız bir şey ama bir toplumu böyle tanımlamak, devlet mekteplerinde halkın parasıyla okumuş yeni aydın için böyle bir hayal kurmak bile güzel…
Bu alanda “kaynaşmamız” için en ideal mekân sinema salonlarıydı. Burası, zengin fakir, kadın erkek, yaşlı çocuk herkesin bir araya geleceği ideal mekânlardı. Eskiden böyle değildi. Osmanlı döneminde kamusal alanlarda toplananlar, rütbelerine göre itibar görürdü. Şimdi bu durum değişmişti. Değişmişti değişmesine de bazı kendini bilmezler, hâlâ “imtiyaz”peşinde, hâlâ rütbelerine göre mevki hayali kuruyorlardı.
Mesela Baha, Nasuhi ile Mithat isimli üç savcı vekili sinemaya giderler bir akşam. Devlet memurlarına loca yakışır, sıradan halkın içinde oturacak değiller ya! Sinema salonu sahibi Cevat Bey taleplerini ret eder, aralarında tartışma çıkar, polis gelir, Cevat Bey’i devlet memuruna hakaretten ve “resmi görevlerini icra etmelerine engel olmaktan” götürüp nezarete atarlar. Basın, Cevat Bey’in arkasına geçer, çarşı karışır. İki gün sonra mahkemeye çıkar, Cevat Bey umutsuzdur, onu dava edenler koskoca üç savcı, hiç umudu yok. Ama mahkeme herkesi şaşırtan bir karar verir, Cevat Bey beraat eder, bu kez Cevat Bey davacı olur, üç savcı vekilinden birisi görevinden alınır.
Böylece sinema salonları, bu hadiseyle birlikte hangi mevkide, rütbede olursa olsun, vatandaşlar arasında “eşitliğin” sağlandığı Cumhuriyetin kıymet verdiği ilk mekanlardan birisi olur çıkar.
Ama ahali uyanık. Karanlık ve rahat sinema salonları, bu kez aşıkların buluşma yerleri haline gelir. Işıklar söndükten sonra “kırıştırmak” için bu salonlar ideal yerlerdir. Bir süre sonra belirli sinema salonları adeta “randevu yeri” niteliğine kavuşur. Birlikte aleni gezmeleri yasak, el ele tutuşmaları sakıncalı aşıklar için bu salonlar gizli buluşmalar için mükemmel yerler olur. Sinema salonlarında “göstere göstere kucaklaşan, birçok vakada öpüşüp birbirini açıkça elleyen çiftlerin” haberleri duyuluyor her yerde. “Fahişeler” için de “meslek icra etme” babında korunaklı mekanlardır artık bazı salonlar.
*
Yusuf Atılgan’ın sözünü ettiği “sinemadan çıkmış insan” işte tam bu sırada karıştı aramıza. Sinemadan çıkanlar, aynı zamanda bir hayalle çıkıyordu artık. Kimisi hayata karıştıktan sonra da filmde gördüğü tutkulu aşka benzer bir aşk yaşarken, kimisi filmde duyduğu bir şarkıyı ıslıkla çalarken veya mırıldanırken, kimisi şahane bir otelin döner kapısından girerken veya üstü açık bir otomobilde Boğaz gezintisine çıkmışken, kimisi de bir konserde güzel sesli bir hanım şarkıcıyı dinlerken hayal etmeye başladı kendini.
İstanbul, o sırada dünyanın en kozmopolit şehirlerinden birisiydi ancak gelin görün ki şehir henüz sakinlerinin estetik arzularını tatmin etmekten bir hayli uzaktı.
Şehre gelmiş olan sinema, insanların bir sürü estetik ihtiyacını su yüzüne çıkardı. Hayallerini gerçekleştirmenin önünü açtı. İnsanlar filmlerde gördüklerini arzulamaya ve istemeye başladılar. Filmlerde duydukları müziklere ulaşmak bir süre sonra mümkün hale geldi. Avrupa’da, mekanik seslerin kaydedilmesi ve tekrar oynatılması gibi amaçlar için elli sene önce icat edilmiş olan gramofonu insanlar o zamana kadar sinema salonlarının demirbaş eşyası sanıyordu. Gramofonu İstanbul’a Beyaz Ruslar getirmişti. Makinadan çıkan o güzel müzik bir süre sonra taş plaklar aracılığıyla yaşadıkları evlere de girince, şehirde gündelik hayat değişmeye başladı. Sokaklar şenlendi. Bu yeni icat, yeni mesleklerin yolunu açtı. Eskiden bir şarkıcı, bir müzisyenin ünü bulunduğu semtin sınırları dışına çıkamazdı. Herkes kendi mahallesinde ünlüydü. Memleket sathında bir şöhreti hayal etmek imkansızdı. Hele şöhretin memleket dışında çıkması kimsenin aklına gelmezdi.
Sinemayla birlikte yaygınlaşarak önce zengin evlerine, sonra birçok eve giren gramofon, dünyanın herhangi bir yerinde, yüzünü bile görmedikleri bir şarkıcıyı yanlarına getirmiş, hatta evlerine sokmuş, onları kendine hayran bırakmıştı. Artık tanımadıkları bir adamın veya kadının sesiyle içleniyor, kederleniyor veya onun sesiyle neşelenip dans edebiliyorlardı.
Bir süre sonra türkülerimize, şarkılarımıza Batı melodileri karıştı, armonileriyle karışık kantolar gelip baş köşeye oturdu.
*
İbn Haldun’un işaret ettiği, her dönemde “uygarlık çemberi” içinde kalmayı başaran Türkler, o zamana kadar hiç karşılaşmadıkları, dışarıdan gelmiş, kendilerine yabancı eğlence biçimlerini çok büyük bir hevesle “ödünç alamaya” başladılar. Dillerine hızlıca ecnebi kelimeler karıştı. Gençler artık rahatlıkla “garden parti”ye gidebiliyor, içkisini “garson” getiriyor, “pisuvar”a su döküyor, lokantada “menü”ye bakıyor, kıçına “don” yerine “külot”giyiyor, boynuna “kravat” bağlıyor, “randevu”ya geç kalmamaya çalışıyordu. 1930’larda iş yerlerine yabancı levha asmak yasaklanınca, uyanık Türkler, “madem yabancı isimler yasak, biz de yabancı kelimeleri Türkçeleştiririz” deyip o zamanların meşhur kulüp ve lokantaların üzerlerine “Türkuvaz” (Turquoise), “Rejans” (Régence), “Roznuvar” (Rose Noire), “Mulenruj” (Moulin Rouge) gibi, ancak fonetik olarak telaffuz edince bir anlam kazanan “tuhaf” levhalar astılar.
*
Bütün bunlar olurken, pek farkına varmadığımız bir şey elimizden kayıp gitmişti. Modernleşelim derken, kendimizden çok önemli bir şeyi akıntıya kaptırmıştık. Ama o şeyin adını bilmiyorduk henüz. Abdülhak Şinasi Hisar “mazi cenneti” dedi sonra ona, Ahmet Hamdi Tanpınar, Doğu ile Batı arasında kalmış beynamazın “huzursuzluğu” dedi; ama geniş yığınların hasretini çektiği şey kesinlikle geçmişte kalmış Osmanlıya ait saraylarda, köşklerde geçen debdebeli hayat falan değildi. Daha çok Ahmet Haşim’in şiirlerindeki “akşama” benzer bir akşamı özlemeye başladılar; Yahya Kemal’in “koyda yıkanan Leyla”nın hayatına benzer bir hayat, Boğaziçi’nde denize düşen mehtap, esen bir yel, eski bir ahşap konak, Turgut Uyar’ın “iri atları Macar”, “dantelleri Alman” "Salihat-ı Nisvandan Saffet Hanımefendi”nin aradığına benzer hüzünlü, kederli bir şeydi aradıkları.
Bir süre sonra bu hasret, bu keder, bu hüzün en güzel üç müzisyenin dilinde gerçek bir anlama kavuştu.
*
Üçü de sultanın tebaasından geliyordu. Üçü de bu tebaadan gelen son kuşak İstanbullulardı. Hiçbir zaman üçü aynı anda sahneye çıkmadı. Cumhuriyet üçüne de şöhreti aynı anda getirdi. Üçüz gibiydiler. Birisini tanıyorsanız, diğer ikisini de mutlaka tanırdınız. Yitip giden şey neyse, “mazi cenneti” mi, modern insanın “huzursuzluğu” mu, “Macar atlar” mı, “Alman danteller” mi, Boğaz’ın durgun sularına pul pul dökülen mehtap mı, eski ahşap konak mı, gidip gelmeyen sevgili mi, “ince hastalığa yakalanmış” umarsız aşık mı, "pazar yeri gibi dağınık" memleketin hali mi her neyse o şey; gırtlaklarından veya çalgılarının tellerinden çıkan bir sesle bir şekle büründü ve taş plaklar aracılığıyla yayıldı memleket sathına. Üçü de iki cihan harbi arasında İstanbul’un en meşhur sanatçılarıydı. Üçü de bu alanın öncüleriydi. Üçü de 1895 ile 1915 tarihleri arasında dünyaya gelmişti. “Rebetiko” denilen müziğin büyük icracısı Roza Eskenazi Yahudi; Udi Hrant Kenkulyan Ermeni; Tangocu Seyyan Hanım Müslüman bir Türk’tü. Cumhuriyet, üçünün de hayatını dinle tanımlanan cemaatlerinin dışına çıkararak, yitip gidenin arkasından gözyaşı dökenlerin ortak sesi haline getirmişti.
*
Roza Eskenazi, aslen İstanbulluydu. Eskileri alıp satan fakir bir Yahudi tüccarın kızıydı. Balkan savaşları ve İttihatçıların iktidara gelmeleri, birçoklarına olduğu gibi ona da muhacirlik yolunu gösterdi. Kavimler göçü başlamıştı; bir kafile Ege’nin bu yakasına, bir kafile de öteki yakasına göç ediyordu. Mecburi bir yolculuktu çıkılan bu hüzünlü, kederli yolculuk. Mesela meşhur fotoğrafçı Selahaddin Giz’in ailesi Selanik’ten Dersaadet’e taşındığında, Roza’nın ailesi de İstanbul’dan Selanik’e taşındı. Selanik o sırada farklı diller konuşan, farklı dinlere mensup, farklı etnik kökenden gelenlerin kozmopolit şehriydi. Şehrin en kalabalık grubu Yahudilerdi. Babası bir dokuma atölyesinde iş buldu, annesi evlere temizliğe gitti. Roza, o sırada küçük bir İstanbul’a benzeyen bu şehrin sokaklarında büyüdü. Şehre siyasi kimliğini verenler Müslümandı ama dolana dolana denize inen şehrin sokaklarında her kuş kendi dilinde ötüyordu.
Roza’nın şarkı söyleme yeteneği daha genç kızken ortaya çıkmıştı. Evlenip anne olduktan sonra da sahneye çıkma aşkı kalbinden hiç çıkmadı. 1920’lerin başında Roza dul kaldı, bunun üzerine Atina’ya taşındı ve kabarelerde sahneye çıktı. Kimisi Türkiye’den gelen mübadiller, kimisi Selanik’teki büyük yangının küllerinden çıkmış Yunan ve Ermeni müzisyenlerden oluşan bir ekip kurdu. Artık Roza’nın bir tarzı vardı: O tarzın adı “rebetiko”ydu.
Roza’nın sesi efsunluydu. Yontulmamıştı. Hırıltılıydı. Ölçüyü umursamıyordu. Şarkı sözlerini dudaklarında bir sigara sarkıyormuş gibi telaffuz ediyordu. Tombuldu. Badem gözlüydü. Dalgalı saçlarına briyantinle biçim vermişti. Atina’da çok çabuk meşhur oldu. Ama icra ettiği müzik “rebetiko” Yunan değil; İstanbul, Ege sahilleri ve hususi olarak İzmirliydi.
Rebetiko, bir Ege müziğidir. Blus’un Ege’de aldığı biçimin adıdır bir bakıma. Büyük mübadeleyle ortaya çıktı. Türkiye’den “Yunan gavuruna gidin” denilerek sürülen, Yunanistan’da “pis göçmenler, pis Türkler” diye karşılanıp aşağılanan insanların kederini, yersizliğini, yurtsuzluğunu anlatır. Başta esrar tekkelerinde doğdu müzik. Oradan Atina’nın gece kulüplerine taşındı. Rebetiko, oynak bir doğaçlama gibidir, ama aslında Osmanlı müziğinin makamlarından, yapısından bir hayli etkilenmiştir. Şehri haraca kesen kabadayıların aşk acılarını anlattığı gibi, bezgin dolandırıcıların dertlerini de notlara döker. Bu müziği dil belleyenler yoksulluktan kırılanlardı, çoğu sevdiğini öldürmüştü.
Aslında Roza bunları pek tanımıyordu, bu dünyada yaşamamıştı. O İstanbulluydu.
Burundan gelen kısık sesi klarnet sesine benziyordu. Anlayacağınız dehasını sesinden almıyordu. Ama bu efsunlu ses, kaybettikleri hayatlarına, asıl yurtlarında bıraktıkları cennetlerine, büyük servetlerine yanan muhacirlerin kederine, acısına, hüznüne denk geliyordu. Bu alanda rakipsizdi. Rum diasporasının müstesna bir sesiydi. Bütün dünyada turneye çıktı. İkinci Cihan Harbi’nden sonra konser vermek üzere İstanbul’a da geldi, ünü gittikçe yayıldı.
1980’de öldüğünde o zamana kadar sadece izbelerde çalınan müziğinin oralardan çıkıp artık konser salonlarına girdiğini de gördü. Bugün bile cızırtılı eski bir taş plakta sesini duyanlar, her şeyini arkada bırakıp denizin öte yakasına gidenlerin hüznünü kalplerinde duyarlar. “Makber”i söyler mesela, hem de Rumca, dinlerken kederli bir anınıza gelmesin, hüngür hüngür ağlarsınız, benden söylemesi…
*
Roza Eskenazi’ye eşlik eden grubun sazları arasında on bir telli bir saz olan “ud” da vardı. İslam dünyasında udun sesini tanımayan yoktur.
Tarihin gördüğü en büyük udi, doğuştan kör olan Ermeni Hrant Kenkulyan, meşhur adıyla Udi Hrant’tır.
Hrant İstanbul’da büyüdü. İttihatçıların başlattığı tehcir, İstanbul’daki Ermenileri başta Anadolu’dakiler kadar derinden etkilemedi. Onlar da tıpkı Rumlar gibi yavaş yavaş azalmaya başladılar şehirde. Ama mesela Ermeni Patriği Kumkapı’daki patrikhanede kaldı, kalan diğerleri de devlete sadakatlerini göstermek için çeşitli yollara başvurdular. Mesela Avusturyalı yazar Franz Werfel’in Ermeni “felaketini” anlatan “Musa Dağ’da Kırk Gün” romanı 1933’te yayınlandığında, İstanbul’daki Ermeni Katolikler, hükümete “makbul vatandaş” olduklarını göstermek için yazarın kuklasını yaktılar.
Adapazarı’nda doğduğu söylenen Hrant’ın çocukluğu ve gençliğine dair fazla malumat yok ama tarih 1920’yi gösterdiğinde o İstanbul’un en meşhur udisiydi. Alete bir yığın yenilik getirmişti. Tıpkı bir kemancı gibi aynı anda iki tele birden basabiliyordu. Udu sağ eliyle çaldığı gibi, sol eliyle de çalabiliyordu. Mızrabı bir gitarist gibi kullanabiliyordu. “Taksim” denilen doğaçlamanın en büyük ustasıydı. İyi bir taksim, nota nota tekrar çalınamaz, her müzisyen kolay kolay taksime başvurmaz, bu yüzden Udi Hrant’ı dinleyenler heyecandan yerinde duramaz, adeta tırnaklarını yerdi. İstanbul’da başka udiler de vardı ama hiçbiri onun şöhretine ulaşamadı. İkinci Cihan Harbinden sonra turnelere çıktı, New York’ta bile konser verdi. O da tıpkı Roza Eskenazi gibi iki dilli bir sanatçıydı. Rahatlıkla hem Türkçe hem de Ermenice söz yazabiliyor, beste yapabiliyordu.
1970’lerde ölünceye kadar Beyoğlu kulüplerinde sahneye çıkarak udun telleriyle hasbihal etmeye devam etti.
*
1920’lerin başında, bütün yerli şarkıcılar dünyadaki müzik türlerini şehre getirmek için birbirleriyle yarışırken Seyyan Hanım, tangoda karar kıldı, tangoyu yerlileştiren odur. Belirli bir ücret ödeyen erkek-kadın karışık seyircilerin karşısına saçı ve yüzü açık sahneye çıkan ilk Müslüman kadınıdır. Seyyan Hanım, 1913 yılında Selanik’te doğdu. Beş çocuklu bir ailede Hikmet Bey ve Raziye Hanım’ın tek kızıydı. Eşitlik anlamına gelen 'Seyyan' adını ona veren babası, kızının diğer erkek kardeşleriyle aynı haklara ve aynı değere sahip olduğunu seçtiği isimle çevresine ilan etmişti.
Cumhuriyetin kurucu babaları, modernleşme hamlesinde müziği çok önemli bir araç olarak görüyorlardı. İlk milli konservatuar 1935’te kuruldu. Türk sanat müziği, saray müziği diye yasaklandı. “Köylü milletin efendisiydi” artık, o halde o “efendinin” müziği başköşeye oturmalıydı. Bir sene sonra ülkesi Macaristan’da halk müziğini derlemiş olan Béla Bartok, Anadolu halk Türkülerini derleyip senfoni formuna dönüştürmek üzere Türkiye’ye davet edildi. Bu sırada Seyyan Hanım, tangoda ısrar ediyordu. 1932 yılında ilk özgün Türk tangosuyla sesini yükseltti. Sözlerini Necdet Rüştü yazmış, Necip Celal bestelemişti. Şiir bir melodramdı, adı da “Mazi Kalbimde Bir Yaradır”dı.
Bir kadın, “nihayet düşüp can veriyor”du “gözündeki yeşil denize.”
Seyyan Hanım’ın sesi gramofon aracılığıyla bir anda memleketin her yerini kapladı; kayıp gidenleri, son pişmanlıkları, iç burkan anıları tetikliyor, tango dilden dile dolaşıyordu:
“Mazi kalbimde yaradır
Bahtım saçlarımdan karadır
Beni zaman zaman ağlatan
İşte bu hazin hatıradır”
Mazi peşini bırakmaz insanın. Nereye giderse gitsin, mazi hep takip eder onu. Gönlü hangi diyarda olursa olsun aynıdır. Bazı yolculuklar hiç bitmez, ömür boyu... Seyyan Hanım bunları hem müzik hem de dansla anlatıyordu, Arjantin’den alınma bir dansla hem de… Hayranlarına hem maziye dair bir şarkı dinletiyor hem de aynı zamanda dansla o geçmişi canlandırıyordu. Pistte birbirine yapışmış olan erkekle kadın çift, bir anda birbirinden ayrılarak tomurcuk gibi açılıyor, ayrı ayrı yönlere giderek tekrar birleşiyor, dans pistinde sonsuz bir hatıraya ruh veriyorlardı.
*
İstanbul’da doğmuş, Türkçe-Rumca konuşan bir Yahudi Ege'nin öte yakasında; Ege'nin bu yakasında biçimlenmiş bir çığlıkla, Anadolu’dan sürülmüş o çaresiz Rum muhacirlerin sesi oldu. İstanbul’da doğmuş kör bir Ermeni hem Türklerin hem Arap ve Farsların sahip çıktığı bir çalgının, udun icrasında devrim yaptı. Selanik’te doğmuş Müslüman bir kadın, tangolarıyla Türkiye’de yaşayan herkesi hiç bilmedikleri bir dansa kaldırdı. Üçü aynı dönemde, yaptıkları sanatla, Türkiye’de yaşayan insanlara kaybettikleri şeyleri yeniden hatırlattı.
Dünyanın farklı coğrafyalarında hiçbir rejim, hiçbir siyasi iktidar, hiçbir resmi ideoloji, insanları kendine benzetmeyi, ayrı kültürleri kendi kültürü içinde eritmeyi, farklılıkları ortadan kaldırmayı, her şeyi tek kalıba dökmeyi onca uğraşa rağmen tarihin hiçbir döneminde başaramadı. Başkasının dayatmadığı, bizzat kendisinin seçtiği karmaşık bir hayat bir yerlerde insanı hep bekliyor çünkü.
Bu beklentileri ete kemiğe büründüren, ona ruh veren, tek tipçiliğin karşısında bir zırh gibi duran mucizenin adına ise sanat denir.
*
(Not: Bu denemeyi yazarken, önemli ölçüde Charles King’in “Pera Palas’ta Geceyarıs” kitabının “Mazi Kalbimde Bir Yaradır” bölümünden yararlandım.)