Türkiye, dün Ankara’da stratejik anlamda gözbebeğimiz olan TUSAŞ’a yönelik kanlı terör eylemiyle sarsıldı. Şehitlerimize Allah’tan rahmet ve yaralılarımıza acil şifalar diliyorum.
Arada boşluklar olsa da gazetecilik hayatımın 38. yılını doldurdum. Yazarken en zorlandığım satırlar, bu ülke için hayatını feda eden insanlara dairdi. Meslektaşlarım bunu çok yaşamıştır. Bazı haberler zaman içinde sıradanlaşır yazan için. Eskisi kadar duyarlı olamazsınız. Ama şehit haberleri öyle değildir. Ekranda her karesi, haberde her satırı boğazınıza düğümlenir. Ateşin düştüğü yerde kimbilir nasıldır.
Dün baktım. Bu alçakça saldırının yakıp kavurduğu kaç tane hikaye var. Eşinin gönderdiği çiçeği almaya giden bir mühendis, arabasına o canileri alan taksi şoförü ve TUSAŞ’ın fedakar çalışanları. Düne kadar umutlarıyla, hayatın kendi içindeki telaşlarıyla, sevdikleriyle beraberdiler. Şimdi aramızda değiller.
Gözü dönmüş bir cinayet şebekesi ve onları kendi çıkarları etrafında besleyip yönlendiren güçler, bu ülkede binlerce cana kıydılar. Maddi manevi kayıplarımızı ölçebilmek imkansız. Geride kalan acılı insanların yaşadığı travmaları ne kadar paylaşmak isteseniz de anlayamazsınız.
Ankara’da doğdum, Seyranbağları’nda. İlkokul yıllarımda Etlik’teydim. 70’li yıllar. Haftasonu peşlerinde koşarak “Abi biz de oynayalım” diye yalvarıp top kovaladığımız 16-17'sindeki abilerimizin ölüm haberlerini aldığımızda en fazla 8-9 yaşındaydık. Korkup fısıltıyla anlatırdık birbirimize. Öyle günlerde okula bile göndermezlerdi bizi, evet ilkokula. En fazla bildiğimiz, bir sağcıların, bir de solcuların olduğuydu. “Şu mahalleye gitmeyin, orada sizi çevirirler, başınıza bir iş gelir” diye büyüklerimizin bizi uyardığı günler.
12 Eylül darbesi, ortaokul yılları. Bu defa kimin nereye götürüldüğünü bilemediğimiz, annelerin erken saatlerde kapı vurulduğunda yüreklerinin titrediği günler. Birkaç yıl içinde yakasını kurtarabilen gencecik çocukların mahalleye döndüğünde üç numara saç tıraşlarıyla dikkat çektiği, arkalarından “anarşikti” diye fısıldanan günler.
1984, lise yıllarım. Terörün ve yaptığı kanlı eylemlerin, devlet büyükleri eliyle “Bunlar bir avuç eşkıyadır, devletimiz büyüktür ve üstesinden gelmeye muktedirdir” diye tanımlandığı yıllar.
Sonrasını pek çoğumuz bir şekilde hatırlıyor. Sebepleri üzerine yıllardır haberci, yorumcu, araştırmacı sıfatlarıyla kafa yordum. Ama sonuçta 1984’deki Şemdinli ve Eruh baskınlarıyla başlayan terör, geçen yıllar içinde ülkemize onulmaz acılar ve derin yaralar getirdi.
Anmazsak haksızlık olur. Tüm bunlara rağmen milletimiz, terör örgütünün ve arkasındaki güçlerin beklediği ayrışmaya ve çatışmaya geçit vermedi. Bu üzerinde çokça düşünülmesi gereken bir şuur, basiret ve fedakarlıktır. Böylesine ağır tehditler karşısında bizi ayakta tutan da sadece milletimizin bu hasletleridir.
Dün Ankara’da yaşanan saldırının ardından, olup biteni anlamak ve anlatabilmek için çabalıyoruz. Önceki gün MHP lideri Devlet Bahçeli’nin yaptığı çağrıların; kardeşlik, barış ve ortak gelecek adına üstlendiği ağır sorumluluğun ardından bu eylemin gelmesi elbette manidar.
Yaşadığımız acılar bizi bugüne kadar köreltmedi, bunları planlayanların tuzağına düşürmedi. İstisnaları anmaya değer bulmuyorum. Bugün de aynı feraset ve şuurla hareket etmek zorundayız. Dün gördük ki birileri barışı, kardeşliği ve ortak gelecek arayışımızı asla istemiyor. Herhalde buna kimse şaşırmamıştır.
Öte yandan Türkiye bu ağır sorunların ve tehditlerin prangasından kurtulsun istiyorsak; güvenlik başta olmak üzere daha hazırlıklı, tedbirli ve yapıp ettiklerimizi toplumun geniş kesimlerine doğru anlatan bir stratejiyle ilerlemek zorundayız.
Meselenin bu boyutunu daha genişçe konuşmaya devam edeceğim. Bugün hafızamdan silinmeyen acıları aktarmakla yetineyim.