Türkiye’nin nasıl bir geleceğe ilerlediği üzerine yeterince konuştuğumuzu söyleyemem. Güncelin kıskacından çıkmanın zorluğu esasen bahane. Çoğumuz bu başlık altında konuşmanın belirsizliğinden kaçıyoruz. O nedenle bugün sizi bu konuda biraz yormak istiyorum.
Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren bir asrı geride bıraktık. O günden bugüne kuşkusuz Türkiye de, dünya da çok değişti. Bazı kalıplar ve yaklaşımlar olup biteni anlama kapasitesini büyük ölçüde yitirdi. Bugünü anlama ve geleceğe dair söz söyleme konusunda ciddi çabalara ihtiyacımız var.
GEÇMİŞLE İLİŞKİMİZ
Geçmişi yok sayan bir köksüzlükten söz etmiyorum. Diğer yandan tümüyle geçmişe saplanıp kalan anlayışların bugünü anlamasının mümkün olmadığı da ortada. Şu halde nasıl bir geleceği doğru ilerliyoruz sorusunun cevabı, öncelikle bu başlık altında hangi tasavvurlara sahip olduğumuzla ilgili.
Geleceğe dair bir bakış açısının (buna ister dünya görüşü, ister ideoloji deyin farketmez) geçmişten ilham almasıyla, geçmişi tekrar etmesi arasında elbette büyük farklar var. Bu alanda ne söylediğiniz, gerek iç dinamikler, gerek bölgesel şartlar, gerekse de küresel tercihlerden bağımsız okunamaz elbette.
Bugün birincisiyle başlayalım. Yani önce iç dinamikler üzerinden bir okumayı deneyelim.
İÇ CEPHEYİ GÜÇLENDİRMEK NEDİR?
Uzun zamandır devlet katında yoğrulan ve siyaset eliyle dile getirilen “iç cepheyi güçlendirme” ifadesinin, toplumun düşünceleri, arayışları ve en çok da hissiyatıyla irtibatı üzerinde durmak gerekiyor. Çünkü böyle bir bütünleşme çağrısı, ancak toplumun geniş kesimlerinin üzerinde ittifak edeceği yeni tanımlar ve ortak gelecek hedefleri üzerine gerçeklik kazanabilir.
Dolayısıyla bu süreçleri yönetecek olan liderlik ve iktidar gücünün, toplumla olan bağının ne olduğu ve hangi değerler üzerine inşa edildiği son derece belirleyici. Değer ortaklığı konusunu hafife almak yahut buna önem veriyormuş gibi yapıp bambaşka bir atmosferde siyaset üretmek, deyim yerindeyse kaybetmeye oynamak. Türkiye’de siyasi muhalefetin yaşadıklarının özetinin bu olduğunu düşünüyorum.
Dilerseniz bu tabloyu Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın başarısı hikayesi üzerinden okuyarak; milletle ortak dil, heyecan ve hedefe sahip olmanın getirdiği sonuç olarak da görebilirsiniz.
MUHALEFET NİÇİN İKTİDAR OLAMIYOR?
Türkiye’de muhalefetin çok uzun zamandır niçin iktidar alternatifi olamadığı sorusu; bu iç dinamikleri kavrama ve anlama konusundaki çabaların yetersizliğiyle yakından ilgili. Ayrıca iktidara gelme hikayesinin odağına, kendi söylem ve pratiğini değil, iktidarın bir şekilde düşmesini koymalarını da ekleyebiliriz.
Toplumun muhalefeti, “iktidar adayı” olarak görememesi, onda kendisine ait olanı (ortak geçmiş, değer ve ruh hali) görememesi kadar; bunu üretebilme arayışında olmadığını kavramasıyla da ilgili.
ERDOĞAN’IN MİLLETLE BAĞI
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın siyasi hikayesinde onu başarıya götüren pekçok özelliğinden söz edebiliriz. Ancak daha ilk gün itibarıyla tartışmasız olan güçlü liderliği ve bunun toplumsal karşılığı. Tarihsel olarak nereden alırsanız alın, zayıf ya da kararsız bir liderliğin asla itibar görmediği bir coğrafyada yaşıyoruz. Güçlü liderlik, sadece işlerin yolunda gittiği zamanlara dair değil; bir kriz ya da kaos döneminde çıkış yolu gösterecek bir potansiyele inanmakla da ilgili.
Dolayısıyla Erdoğan’la millet arasındaki bağın gücü, çok sayıda ortaklık üzerinde ortaya çıktı bugüne kadar. Onun daha önce de sıkça aktardığım gibi, “millete değer veren değil, bizatihi milletin kendisini değer olarak gören” zihin dünyası da bu gücün kaynağı oldu.
GÜÇLÜ DEVLET, GÜÇLÜ LİDERLİK
Bugünü şöyle tamamlayalım. Bu ülkede yaşayan insanlar, mesela Gazze’ye baktığı zaman veya yakın coğrafyamızdaki tehdit ve krizleri takip ederken; tüm bunların uzak olmayan bir gelecekte kapımızı çalabileceğinin farkında ve şuurunda. Bu nedenle Türkiye’de iktidara talip olmak, aynı zamanda güçlü liderlik ve güçlü devlet başlığında topluma güven verebilmekle ilgili.
Terörsüz Türkiye başlığı altında ortaya çıkan gelişmelerin ana ekseni; ülke içinde sağlam bir barış inşa eden, aynı zamanda siyasi sınırlarının ötesindeki tehditleri kendi gücüne dönüştürme kapasitesine sahip bir liderlik ve etnik temelli arayışlara son veren bir yeni aidiyet üzerinden okunabilir.
Bu çerçeveye katkısı olmayan bir siyasetin hangi çatı altında olursa olsun başarı şansı görünmüyor.