Adam Smith’in görünmez el kavramını ilk duyduğumda pek çok insan gibi "Ne kadar da doğru" demiştim.
Baksanıza.
Ekonomi doğanın bir uzantısı gibi işliyor; serbest piyasa, arz ve talep dengesiyle tıkır tıkır çalışıyor; bireyler kendi çıkarlarının peşinden giderken aslında toplumun genel refahına da hizmet ediyor… Harika bir sistem.
Kâğıt üstünde, liberal ekonominin masal kadar huzur veren, saat kadar disiplinli bir hikayesi var.
Peki ya gerçekler?
Türkiye’de Yankı: Görünmez El dizisinin çizdiği tabloya bakarsak, bu güzel hikâyenin tam ortasına koca bir “ama” yerleştirmek gerekiyor.
Çünkü burada piyasa denen şey, suyun akışına bırakılmış bir dere değil; yukarıdan yönlendirilen, kanallara ayrılan, gerekirse önü barajlarla kesilen bir akıntı. Zavallı bir akıntı.
Türkiye’nin serbest piyasa hikâyesi, liberalizmin doğasına uygun olarak kendi kurallarını işleten bir yapı değil, daha en başından itibaren derin işbirliklerinin, perde arkası ittifaklarının ve suç ortaklığına dayalı ekonomik mühendislik projelerinin kontrolünde şekillendirilmiş bir tezgâh. Ve bu tezgâhın iplerini elinde tutanlar, bankaların, borsanın, kamuoyu imal eden medyanın ve iktidar oyunlarının da gerçek sahipleri.
Dizi, Türkiye’de ekonomi-politiğin en kritik dönemlerinden biri olan 28 Şubat sürecini mercek altına alıyor. Ancak olaya sadece askeri ve siyasi bir darbe penceresinden bakmıyor. Asıl dikkat çektiği nokta, o dönemde yaşanan güç mücadelelerinin ekonomi ve finans dünyasında nasıl yankılandığı. Ve burada ortaya çıkan bazı gerçekler var.
Türkiye’de Görünmez El Yok, Görünmez Çete Var
Smith’in “görünmez el”i, ideal dünyada arz ve talebin özgürce buluşmasını sağlarken, Türkiye’de bu el, baştan sona kontrol ediliyor. Üstelik öyle nazik bir piyasa regülasyonu gibi değil; bizzat emekli askerlerin, sermayenin ve medyanın iç içe geçtiği bir patronaj sistemiyle. 28 Şubat postmodern darbesi ise sadece başörtülü genç kızların eğitim hakkını elinden alan bir süreç değil, bu patronajın tecessüm ettiği bir dönem.
Yankı dizisinde, ekonomik gücün kimlerin elinde olduğu, bankaların yalnızca ekonomik kurumlar olmadığı, politikaların birer aracı haline geldiği açıkça gösteriliyor.
“Serbest piyasa” denilen şey, gerçekte serbest mi? Dizinin baş karakteri Eray’ın yükseliş hikâyesine baktığınızda, cevabı net şekilde görebiliyorsunuz. Eray, yetenekli, muhafazakar ve yoksul aileden gelen ama iyi eğitim almış bir profesyonel. Ama yetenekleriyle değil, doğru ittifakları kurarak yükseliyor. Sistemin elinde tuttuğu ipleri gördükçe, onlarla, ‘görünmez el’i oluşturan çeteyle baş edebileceğini zannediyor. Hazin bir yanılsama. Çünkü burada kurallar piyasa ya da hukuk tarafından değil, emekli askerlerin, bürokratların, medya baronlarının ve sermaye elitlerinin çıkarları doğrultusunda yazılıyor.
Türkiye’de Darbeler Sadece Tanklarla Yapılmaz, Borsalar da Silah Olarak Kullanılır
Geleneksel darbe hikâyeleri bellidir: Ordu yönetime el koyar, hükümetler devrilir, yeni bir dönem başlar. Ancak Yankı’nın altını çizdiği şey, darbelerin yalnızca askeri olmadığını, ekonomi üzerinden de büyük dönüşümlerin gerçekleştirildiği gerçeği.
28 Şubat sürecinde, sadece siyasiler değil, belirli ekonomik aktörler de tasfiye edildi. Sadece katsayı uygulamasıyla İHL'li çocukların kaderleri değiştirilmedi. Sadece başörtülü kız öğrencilere zulmedilmedi. Sermayenin belirli ellerde toplanması, bankaların birer hortumlama ve servet transferi için kullanılması, askeri, siyasi ve finansal operasyonlarla toplumsal mühendisliğin yapılması... Dizinin iddiası ise kimsenin hayır diyemeyeceği bir realiteye dayanıyor: 28 Şubat’ta Türkiye’de bankacılık sektörü, yalnızca kredi vermek ya da faiz oranlarını belirlemek için değil, kimlerin yükseleceğini ve kimlerin kaybedeceğini tayin etmek için de kullanıldı.
Dizinin en güçlü yanlarından biri de Eray’ın finansal başarı hikâyesinin aslında tam da bu sistemin içine nasıl çekildiğini anlatması. Yeğeni Elif’in başörtüsü eylemlerinde hedef haline gelmesi ya da gazeteci Ahmet’in sistemin radarına takılması, kimlik mücadelesinin, 'irtica' damgasının büyük vurgunları manipüle etmek için kullanılmış olduğu mesajını veriyor. Bunu bağırıp çağırmadan ve toplumu laikler-dindarlar ikilemine sıkıştıran genellemelerden kaçınarak veriyor.
Kurtuluş Yok, Çıkış da Yok, Çünkü “Özgürlük” Başından Beri Yok
Eray’ın hikâyesi, yalnızca bir adamın zenginlik peşinde koşmasının ötesinde, kimlik inşasıyla da ilgili. Yoksul bir Anadolu geçmişinden gelip sistemin en tepesine tırmanmak isterken bir yandan da kendi geçmişinden, muhafazakar kimliğinden de kaçmaya çalışıyor. Berrin karakteri yalnızca aşık olunan güzel kadın değil, bir 'statü sembolü'. Eray'ın sevgilisi olmadan önce 'hayranı' olduğu, ulaşmak istediği 'farklı dünya'nın bir simgesi. Berrin, güzel, başarılı ve toplum içinde güçlü bir figür. Ama farkında olmadan içinde bulunduğu sistemin bir parçası olarak Eray’ı bir 'av' haline getiren mekanizmaların taşıyıcısı. Çünkü Berrin, ittifakın tam merkezinde yer alan medya patronu Ejder Güven’in kızı.
Dizinin anlatısında en dikkat çekici unsurlardan biri de 1999 ve 2013 yıllarını paralel olarak ele alması. 28 Şubat’ın etkilerinin en yoğun hissedildiği dönem ile Türkiye’nin başka bir büyük dönüşümün içinde olduğu yıl arasındaki benzerlikler…
Diziyi izlerken insanın aklına gelen en çarpıcı soru şu: Görünmez eller yalnızca geçmişin bir fenomeni mi, yoksa bugünün de oyun kurucuları mı?
Serbest Piyasa Mı Demiştiniz? Nerede o?
Yankı: Görünmez El, 28 Şubat’ın yalnızca siyasi değil, aynı zamanda ekonomik bir darbe olduğunu gösteren bir sistem eleştirisi. Serbest piyasanın görünmez eli yerine, ittifakların ve manipülatif güç dengelerinin yön verdiği bir düzenin nasıl çalıştığını anlatıyor. Ve en büyük kaybeden, her zaman toplum, bireyler ve özellikle hedef gösterilerek kırılgan hale getirilmiş kimlikler oluyor.
Dizinin unutulmaz repliğini de hatırlatalım:
“Bir banka soymanın en kolay yolu nedir?”
“Cevap: Banka sahibi olmak.”
Çünkü irtica kasdi olarak abartılmış bir etiketti ve serbest piyasa soygunun peleriniydi. Asıl oyun, görünmez ellerin yönettiği bir senaryoydu. Ve bu senaryonun aktörleri, tanklardan daha sessiz, borsalardan daha güçlüydü.
Bir dönemi neredeyse belgesel gibi anlatmış dizi. Kim kimi temsil ediyor, anlıyorsunuz. Cağanoz Mahmut’un ‘Yeşil’ kod adlı Mahmut Yıldırım olduğu öyle bariz ki, bizzat kendisi araya girip "Ne istiyorsunuz benden?" dese şaşırmazsınız. Son sahnede mahkemede olmaması da, bize bir şey anlatıyor. Belki de Mahmutlar, bugünün görünmez ellerinin parmakları arasında da saklanabiliyorlardır. Ne de olsa, Türkiye’de bazı figürler zaman aşımına uğramıyor, sadece format değiştiriyor.