Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Oray Eğin Dünyayı kurtaran adam
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Artık adet olduğu üzere film başlamadan önce Tom Cruise bizleri kısa bir hoş geldiniz video’suyla karşılıyor. Filmin sinemada izlenmek için çekildiğini bizzat hatırlatıyor ve salona geldiğimiz için teşekkür ediyor. Epey bir zamandır onun misyonu bu, sinemayı kurtarmak. “Mission: Impossible” serisinin son filmi “The Final Reckoning”de de bu görev sürüyor.

        Aslında filmin vizyon tarihi Hollywood grevi yüzünden ertelendi. Oyuncular ve yazarlar işi bırakınca biz izleyiciler de uzun süre “içerikten” mahrum kaldık. Dünyanın patronlarının teknoloji şirketleri olduğu bir çağda film ve dizilerin adı da çoktandır “içerik.” Hollywood grevinin bir nedeni yaklaşan AI (yapay zeka) tehlikesine karşı oyuncuların dijital olarak üretilip bedavadan kullanılmasını engellemek, senaryoların bilgisayar tarafından yazılmasının önüne geçmekti. Cruise’un son iki filmdeki misyonunun dünyayı yok etmeye çalışan bir yapay zeka—“entity”—olması tesadüf değil.

        30 SENEDE NELER DEĞİŞTİ

        30 sene önce, Tom Cruise bu misyon koşusuna ilk başladığında düşmanlar daha elle tutulabilir, motivasyonlar daha anlaşılabilirdi; savaşın tarafları da daha netti. Ama, dile kolay, 30 sene. Şöyle anlatayım: 30 sene önce serinin ilk ve hala en iyi filmi olan “Mission: Impossible”ı sinemada görmek için yaz tatilinde ABD’ye gitmiş ve herkesten önce izlemenin ayrıcalığına ulaşmıştım. İstanbul Hilton’un gazete bayiinde çalışan bir arkadaşım sayesinde, ödünç alarak Premier dergisinde Cruise’la yapılan röportajı okumuş ve kendimden geçmiştim.

        Filmlerin dünyayla aynı anda vizyona girmediği ama sinema dergilerinin hala olduğu bir yıllardı. 1996’da ABD’de ortalama sinema bileti 4.5 dolar civarındaydı, hatta vizyon tarihi biraz geçmiş olanları bir dolara bile izlemek mümkündü. Neredeyse vizyondaki her filmi izlerdim. Üniversite her Cuma derse giderken yol ikiye ayılır, bir tarafı okula bir tarafı sinemaya çıkardı ve ben her seferinde sinemaya giderdim. O dersin hocasını bir kere bile görmedim.

        Brian De Palma’nın çektiği ilk “M:I” filminin süresi iki saatten biraz daha kısa. Başlıyor ve filmin finalinin geçtiği Londra-Paris arasındaki hızlı tren gibi hızlanıyor, hiç durmuyor. Bam diye bitiyor.

        Bir yanıyla da prestij sinemasının örneğiydi. Köklerinin sinema tarihinde olduğunu gizlemiyor, kendisine bu külliyatta yer açıyordu. Premier dergisindeki o yazıdan hatırlıyorum, Tom Cruise bu filme başlarken “Mission: Impossible”ın kendi “Midway”i olmasını istemiş—1976 tarihli İkinci Dünya Savaşı destanı. Aynı filmin en ikonik soygun sahnesi de bir başka Hollywood klasiğinden, bazı sahneleri benim o Premier dergisini aldığım otelde geçen, “Topkapı”dan uyarlama. Bu sefer Saray’dan elmas değil, CIA’in ajanlarının olduğu liste “disket” olarak çalınıyordu. Evet, 30 sene önce çoğumuz türlü disket ve disket sürücüler kullanıyorduk.

        Serinin 30 sene sonraki son ve adından da anlaşılacağı gibi final bölümü üç saatten biraz kısa. New York’ta bir sinemada ilk seanslardan biri 25 dolara izledim ve film boyunca birkaç kez önümde telefonuyla oynayan bir başkası yüzünden dikkatim dağıldı.

        Bu 25 dolara “recliner” denilen yatak koltuklar dahil. Daha fazla yer kapladığı için sinema salonlarında artık daha az insan ortak tecrübe yaşıyor. Bu yüzden günümüzde sinema neredeyse salonda bile bireysel bir tecrübeye dönmüş durumda. Tıpkı evdeki gibi yayılıyoruz, bir şeyler atıştırıp telefonumuzla oynarken arada da “ekrana” bakıyoruz. Dijital projeksiyon standart olduğu için perde de evdeki ekranlardan farklı değil; nerede eskinin o filmdeki sigara yanıkları, çizgileri. Filmlerle ilgili yargıları sinema yazarları veya dergiler değil, sosyal medyada kendisini eleştirmen zannedenler belirliyor.

        30 senede bir tek Tom Cruise değişmedi. Yıllar—ve plastik cerrahlar—ona çok iyi geldi. Vücudu 62 yaşındaki bir adamın değil 30 sene önceki Tom Cruise’un adeta. İlk kez bu filmde çok kısa koşuyor. Alınan yaşların yükünü dizler taşır derken bütün enerjisini kollarına sakladığını anlıyoruz: bazen tek eliyle tutunduğu uçak uçağın üzerinde yapmadığı akrobasi kalmıyor.

        VEDA İÇİN DOĞRU ZAMAN

        Tom Cruise ve “M:I” serisi için dönüm noktası dördüncü filmde Brad Bird, ardından da Christopher McQuarrie’nin yönetmen koltuğuna oturması oldu. Bird de, serideki dört filmin yönetmeni McQ da animasyon kökenli ve seriye o zamana kadar aksiyon filmlerinde eşi benzerine rastlanmamış bir rahatlık getirdiler.

        Filmler kendilerini ciddiye almamaya başladı ve her biri tam ihtiyacımız olan bir kaçış imkanı sağladı. Tom Cruise da kendisini sinemayı kurtarmaya adadığından beri, her filmin sonunda bir şekilde dünyayı kurtaran Ethan Hunt karakteri gibi, beklediğimizi bize verdi.

        “Final Reckoning” serinin en iyi filmi değil, ama sinema tarihi açısından bir parantezin kapanışı. Biri serinin daha önceki bir bölümü için “Seks gibi,” demişti, bu sefer de seks gibi ama bir performans sorunu var. 62 yaşında, demiştim.

        “Final Reckoning” tam bitmesi gerektiği yerde seriye veda ediyor. Biraz uzasa, bir film daha yapılsa son 30 yılın mirası berbat edilecekmiş sanki. Seri bir önceki filmde kendisini yine fazla ciddiye almaya başlamıştı zira; finalle bu kendi kendini önemseme hissi iyice doruğa çıkıyor.

        Diyaloglar, olay örgüsü, “imkansızlıklar” hiç olmadığı kadar abartılı. Zaten buna hazırlıklıyız, hatta biraz da istiyoruz. Ama senaryo bazen kendi kendisini tekrar ediyor. İzleyiciyi cevapsız bırakan bir Christopher Nolan filminin aksine filmin kendi gerçekliği içindeki her türlü teknik ayrıntı teker teker bizlere açıklanıyor. Hiçbir kuşkuya, meraka yer yok.

        Sonra tam bir yerde film adeta duruveriyor. 20 dakikalık sessiz bir denizaltı sahnesi bu. Çıt çıkmıyor. Tom Cruise geçenlerde televizyonda bu bölümün sessiz film dönemine referans verdiğini söylüyor; sinema tarihinin ta başlangıcına gidiyor. Bir resital gibi. Tünelden çıkacağını bildiğimiz halde yüreğimiz ağzımıza geliyor. Sinemanın büyüsü bu, bu işi en iyi bilen de Tom Cruise.