Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler İdris Kardaş Jakoben modernleşmenin krizi ve İmam Hatipliler
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Geçtiğimiz gün değindiğim Türk pozitivistlerinin yapısal olarak gerici olması hususunu biraz daha irdeleyelim. Birçok akademisyen, gazeteci dostumdan gelen eleştiri ve yorumlar konuyu ilerletme ihtiyacı doğurdu açıkçası.

        Hikâyeyi biraz başa saralım, çok dağılmadan da bitirmeye çalışalım.

        Gerici pozitivizm adlı yazımda, pozitivizmin çağdaş siyasal sistem olan ve halk iradesini esas alan demokrasi ile olan çelişkisini ve bu çelişkiden doğan gündelik pratiklerin gerici olduğuna değinmiştim.

        Bugün ise Türk tipi pozitivizmin tepeden inmeci, jakoben ve özellikle şekilsel bir modernleşme anlayışını esas alması hasebiyle bugünün Türkiye’sinde nasıl bir kriz yaşadığını ve nasıl gerici bir refleks ürettiğini anlatmaya çalışayım.

        Modernleşme ile başlayalım. Avrupa’da aydınlanma ve pozitivizm süreçleri bilimi ve bilimsel olanı kutsallaştırdı. Bizde ise modernleşme, jakoben bir siyasal mühendislik projesi olarak sahneye çıkarıldı. Halkın değil, seçkinlerin elinde bir uygarlaştırma operasyonu olarak yürütüldü.

        Esasen Batı’da da benzer bir süreç yaşandı. Ancak İdris Küçükömer’in tespitiyle bizdeki modernleşme, Batı'daki gibi sivil toplum ve burjuvazi tarafından değil, tam da bu sınıfların gelişimini engelleyen devlet (asker-sivil bürokrasi) tarafından yürütüldü. Dolayısıyla halktan değil, tepeden gelen bir süreçle dayatmacı bir şekilde hayat buldu. Bu da jakobenliğin “halk için halka rağmen” safsatasını ülkemizde somutlaştırma imkanını sağladı.

        Malum, Tanzimat’tan başlayan bir süreçle karşı karşıyayız. Dönemin kimi aydınları ki Cemil Meriç bunlara müstağrip aydını der, dünyanın popüler felsefik akımları ve filozoflarına karşı bir hayranlık içerisinde oldular. 18. yüzyılda aydınlanma, 19. yüzyılda da pozitivizm Türk siyasi entelektüel çevrelerinde karşılık buldu.

        Bunlar içerisinde pozitivizm; özellikle Jön Türkler, İttihat Terakki kadroları ve sonrasında Cumhuriyet’i kuracak olan ikinci nesil kadrolar için eşsiz bir araç haline geldi.

        Bu ideoloji, hem bilimselliği neredeyse bir din mertebesine çıkardığından ve böylece Batı modernliğini yakalama fırsatı verdiğinden hem de tepeden inmeci ve merkeziyetçi jakoben bir anlayışla uygulanabilir olduğundan çok kullanışlı oldu. Zira bu kadrolara göre Osmanlı’dan devralınan halk henüz bilimsel devrime, Batı tipi modernliğe hazır değildi. Jakoben dayatmacı yaklaşım olmazsa olmazdı.

        Tabii malum, pozitivizm ideolojisine inanan ve jakoben yöntemleri benimseyen kadrolar, fikirlerini somuta dönüştürecek devlet gücünü elde ettiler. Siyasal, toplumsal ve diğer birçok alanda değişimler, dönüşümler gerçekleştirdiler. Harf Devrimi, Kılık-Kıyafet Kanunları, Tevhid-i Tedrisat ve Medeni Kanun gibi değişimler.

        Modernleşme hikayesi ilk önce şekle ilişkin değişimlerle gerçekleşti. Batılı yaşam tarzlarının ithali, modern olmakla eş anlamlı kabul edilince, modernleşme süreci şekilsel değişimlere bağlı hale geldi ve devrimin belkemiği olarak kabul edildi, Bu durum, modernleşmenin özünden çok şekilsel yönlerine odaklanılmasına neden oldu.

        Bunun birçok nedeni vardır elbette. Modern olana ulaşabilmenin öncelikli şartının modernleşme sürecinin bizatihi kendisi olarak düşünülünce hızlıca Batı’yı taklit aşamasına geçildi. Sonuç olarak, modernleşme, zihniyetin derinlikli ve sancılı dönüşümünden ziyade, kamusal alandaki görünür şekillerin değiştirilmesi olarak algılandı ve uygulandı.

        Dolayısıyla Cumhuriyet öncesi ile bağın koparılması, gelenekselin reddi ve ümmeti dışlayan yeni bir kimlik inşası gibi adımlar toplumsal mühendislik öncesi mıntıka temizliği işlevi gördü.

        Ama bununla birlikte işlevsel başka bir sonucu da oldu şekilsel devrimlerin. Bu da toplumun modernleşmesini Batı’ya gösterebilme isteğiydi kuşkusuz. Arap harfleri yerine Latin harflerine geçiş, kılık kıyafette değişim gibi değişimler, sonucunu çok hızlı ve somut olarak görebileceğiniz adımlardı.

        Dolayısıyla Batı’ya, Türkiye’nin de kendileri gibi olduğu hemen gösterilebilecekti. Osmanlı'dan ve değerlerinden kopuş ispatlanabilecekti. Sonucunda devlet toplum ilişkilerinin nasıl hasar aldığı, gelecek yüzyıla nasıl bir sorun bırakıldığı hesap edilmedi. Binlerce yıldır bu medeniyetin ürettiği bilgi ve bilim yok sayıldı, küçümsendi. Dahası, Türk insanının ileride üreteceği bilim de peşinen küçümsendi.

        Dolayısıyla şekil, modern olana yönelik en önemli gösterge olarak bugüne kadar geldi. Bu yüzdendir ki yüzyıl sonra bugün de Batı tipi modernleşme projesini destekleyen, çağdaş ya da pozitivist olduğunu iddia eden kesimler sadece şekilsel olanı ön planda tutuyorlar ve hayata karşı tüm yaklaşımları şekilsel oluyor. Karşıdakini de şekil üzerinden değerlendirip özü önemsemiyorlar. Gerici olma pahasına bunu yapmaktan vazgeçemiyorlar. Halbuki pozitivizm ve modernite; bilimsellik, gelişim, ilerleme gibi argümanları itibariyle şekilden çok öz ile ilgilidir.

        Sonuç olarak son yüzyıldır yaşadığımız tartışmalar hiç bitmiyor.

        Başörtülü birinin bilimsel bir buluş yapması, İmam Hatipli birinin sınavlarda birinci olması ya da dindar birinin İHA-SİHA üretebilmesi pozitivistler için kabul edilmesi çok zor olabiliyor.

        Bu yüzden olabildiğince reddedip, itibarsızlaştırma yolunu tercih ediyorlar. Yerli savaş uçağına kalorifer peteği diye saldırıyorlar.

        Çünkü bu gibi gelişmelerle pozitivistlerin tutundukları yegâne dal kırılmış oluyor. İlerici olanın, seküler olduğu, seküler olanın bilime, teknolojiye, kent kültürüne daha yatkın olduğu bir yalanın içerisinde debelenip duruyorlar maalesef.

        Bunun dışındaki her gelişme, dindar ya da başörtülü olan birinin başarısı ya da kent hayatında daha fazla yer alması yüz yıldır tıkır tıkır işleyen tüm pozitivist sistemi, kurguyu çökertiyor, yıkıyor. Büyük bir hayalkırıklığı, derin bir travmaya sebep oluyor. Bu yüzden sonuna kadar red, sonuna kadar itibarsızlaştırma, sonuna kadar hayret etme stratejisi uygulanıyor. Tekraren söylemek gerekirse, gerici pozisyonda kalma pahasına bunlar yapılıyor.

        Türkiye, Cumhurbaşkanı Erdoğan liderliğinde modernleşmeyi Batı’yı taklit etmekle eşitlemediği için kendi özgün sürecini yaşıyor. Şerif Mardin'in "merkez"i, İdris Küçükömer'in "gerici sol bürokrasisi" ve Meriç'in "müstağrip aydını" yerine halkı esas alan bir eşitlik, ilerleme ve gelişim süreci yaşıyoruz. Geleneksel ile bağ yeniden kurularak çağdaşlık, jakoben dar anlamından sıyrılıyor ve gerçek anlamını buluyor. Dolayısıyla Erdoğan’ın tarihsel rolünü sadece siyasi aktörlük üzerinden okumak doğru olmaz. Kendisi, Türkiye’nin yüzyıldan fazladır yanlış iliklenen modernleşme düğmesini doğru iliklemeye çalışıyor, ülkenin normalleşmesini sağlıyor, olması gereken zemine oturtuyor.