Kötü sürprizler ülkesi burası. Ona inat sen hayata dört elle sarılsan da en olmadık, en beklenmedik yerden umudunu kırıp seni, daha önce hiç karşılaşmadığını bir çaresizlikle baş başa bırakıveren bir ülke! Montaigne gibi, ‘Yaşamaktan ve sevinç duymaktan başka bir hedefi olmayan’ insanların tarifsiz acılar altında ezildiği bir cennet!
Son günlerde hayatımda hiç istemediğim kadar kalabalıklardan uzak bir dağ başında, bir deniz kıyısında ya da bir çölün ortasında tek başıma kalmak istiyorum. Hiçbir yüze, hiçbir sese tahammülüm yok. Herkesin birbirine bağırdığı, kulaklarımdan gürültünün eksik olmadığı bu betondan ormanın içindeki türlü türlü canavarların beni parçalayıp yiyeceğini düşünüyorum. “Beklenenlerin bulunamaması da hayatın bir parçasıdır” diyen Montaigne’i anlıyorum ama bunu kabul etmekten yoruldum. Beklentilerimin bana gelmeyeceğini artık biliyorum şimdi ki arzum onlara gitmek. Sırtıma yüklenen, benim yüklendiğim, önyargılarla oradan oraya sürüklenmek değil, kendim olmak… İki trapez arasında havada asılı kalan bir cambaz gibiyim ne geçmişe tutunabiliyorum ne geleceğe uzanabiliyorum! Durmak istiyorum, durmak ve kendimle baş başa kalmak. Tam da bu yüzden Rudiger Koch’un öyküsünü okurken onu çok kıskandım.
‘SU ALTINDA BİR BAŞIMAYKEN HER ŞEY HARİKAYDI’
59 yaşındaki Alman havacılık mühendisi Koch, Florida’da bir lagünde, denizin 11 metre altında bir kapsülde, basınçsız bir ortamda, tam 120 gün tek başına yaşayarak Guinness Rekorlar Kitabı’na girmiş. Önceki gün deniz altındaki 30 metrekarelik evinden su üstüne çıkan Rudiger Koch’un ilk sözleri, “Aslında içimde biraz pişmanlık var… Su altında bir başımayken her şey harikaydı” olmuş…
Alman mühendisin insanlardan uzak tek başına yaşadığı ‘ev’inde modern hayatta ihtiyacı olan birçok şeye sahipmiş: Yatak, tuvalet, yüzeydeki güneş panellerinin ürettiği elektrikle çalışan televizyon, bilgisayar, internet… Koch, bu denemesiyle insanların hayat hakkındaki düşüncelerini değiştirmeyi hedeflediğini söylüyor: “Hava karardığında, her şey sakinleştiğinde, deniz parlamaya başlıyordu… Bunu kelimelerle anlatmak imkansız, yaşamak lazım…”
Uzun süredir sadece nefes alıp vermeyi yaşamak sandığımız için ne denizlerin parlaklığını, ne yıldızları, ne ağaçları görüyoruz… Sorarlarsa yaşıyoruz işte...
TÜM KÖTÜ DUYGULARDAN ARINMAK İÇİN ‘ORMAN BANYOSU’
Japonya Orman Bakanlığı, 1982 yılında insanlara ruh ve bedenen daha sağlıklı bir hayat sürmeleri için doğada, ağaçların arasında daha fazla vakit geçirmelerini tavsiye etmesiyle ‘Shinrin Yoku’ ortaya çıkmış. ‘Orman Banyosu’ demek… Rüzgarın uğultusunu, ağaçların dallarının, yaprakların hışırtısını, küçük derelerin sesini duyarak, toprağın kokusunu hissederek kendi başınıza yürüdüğünüz, oturup tabiatını dinlediğiniz, yüzünüzün gözünüzün, üstünüzün başınızın huzura bulandığı, başınızdan aşağı hayatın boca edildiği bir banyo bu.
Kırklareli Üniversitesi Turizm Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Mehmet Han Ergün 2022 yılında Almanya’da ‘orman banyosu’ eğitimi almış. Şimdi öğrencileriyle beraber ‘toplum sağlığı’ için ‘orman banyosu’ etkinlikleri düzenlemeye başlamış: “İnsan ya geçmişteki olaylarla meşgul olup depresyona girebiliyor ya da gelecek kaygılarıyla endişelenip anksiyetesi tetiklenebiliyor. Bizim amacımız ne geçmiş, ne gelecek, insanları şu ana getirmek…”
Prof. Ergüven’le ‘orman banyosu’ etkinliğine katılan Hatice Örgülü hislerini şöyle anlatıyor: “Bugün kendimi bulduğumu hissettim. Çünkü uzun zamandır okul ve hayat strese neden oluyor. Doğayla kaynaşmak güzeldi. Kendimle özdeşleştim. Var olduğumu hissettim. Buradaki her ağacın, her canlının var olduklarını, sevindiklerini, üzüldüklerini hissettim!” Dostoyevski, “Bir ağacın önünden onu sevmeden, onun varoluşundan mutluluk duymadan geçilebileceğini aklım almıyor…” diyor. Ancak biz uzun süredir betondan bir ormanın içinde ağaçsız bir hayat yaşıyoruz… Bir ağacın önünden geçtiğimiz fark etmeden, bir ağacı sevmeden geçip gidiyor günlerimiz.
‘MAĞARADA HİSSETTİKLERİMİ ANLATACAK KELİME YOK’
Spor eğitmeni Beatriz Flamini, 2010’ların ortasında, 40 yaşına geldiğinde, hayatında bir şeylerin eksik olduğunu söylüyor: “Her şeyim vardı; bir sevgilim, evim, arabam, işimde aranan birisiydim. Ama hep bir eksiklik hissediyordum. ‘Bir gün öleceksin bugün, yarın, elli yıl içinde… Peki bunun öncesinde ne yapmak istiyorum? Hayatımı nasıl yaşamalıyım?’ diye kendi kendime sorduğumda aklıma ilk gelen cevap, sırt çantamı alıp dağlara gitmek oldu...”
Ta 1990’ların başında bir öğrenciyken ilk kez bir mağaraya giden “Orada hissettiklerimi anlatacak kelime yok” diyen Flamini, dağlara gitme arzusunu gerçekleştirmek için İspanya'nın ortasında, Sierra de Gredos’a taşınıp bir dağ sığınağında bekçi olarak çalışmaya başlamış. Etrafındaki insanlarla iyi anlaşsa da, çoğunlukla yalnız vakit geçirdiğini anlatıyor: “Ailemle bile iletişimim kopmuştu. Bir karavanda yaşıyordum. Pandemi sırasında karavanımla Katalonya dağlarına gittim. Karantinalar bittiğinde yeniden insanların arasına dönmektense daha da izole bir yer arıyordum. Gobi Çölü’ne gitmeye karar verdim. Bu zorlu yolculuk için bir mağarada zaman geçirmeye karar verdim…”
Bir mağarada yaşama rekoru 463 gün olduğunu öğrendiğinde kendisi 500 gün kalmaya karar vermiş Beatriz Flamini, hem de dışarıdan en ufak bir yardım almadan: “500 gün boyunca başka hiçbir insan görmek istemiyordum hatta kendi yüzümü bile! Tam bir kopma istedim…”
BUNDAN BÖYLE MONTAIGNE’YE KULAK VERECEĞİM
Beatriz Flamini 48 yaşında girdiği 70 metre derinliğindeki mağarada zamanını egzersiz yaparak, resim çizerek ve yün şapkalar örerek geçirdi. 60 kitap ve 1000 litre su tüketti ve 50 yaşında çıktı oradan. Mağarada kendi kendisiyle geçirdiği zamanı o kadar çok sevmiş ki hiç ayrılmak istemediğini söylüyor. Flamini, hala dağlara gidiyor yalnız kalmak için, “Bu kaçmak değil, var olmak” diyor…
Şu son bir haftada yaşananlardan sonra kendimi Beatriz Flamini gibi bir mağaraya kapatmak istemedim dersem yalan olur. İnsanlardan, her şeyden uzakta kendi kendimle kalmak… ‘Acılara tutunarak’ yaşamaktan yoruldum ama Beatriz kadar güçlü değilim ben! Ne Züleyha’yı ne arkadaşlarımı bırakıp gidemem. O zamana kadar işten güçten, gündelik hayat gailelerinden elini çekip kendisini şatosundaki bir kuleye kapatan Montaigne’ye kulak vereceğim: “Dükkanımızın arkasında yalnız bizim için bir odamız olmalı, orada gerçek özgürlüğümüzü sağlamalıyız, kendi yalnızlığımızı bulmalıyız. Orada olağan konuşmamız kendimizin olmalı, kendimizle olmalı…”
Denizin altında, bir ormanda, gün ışığının girmediği bir mağarada ya da her gün bizi yiyip bitiren bu koca şehirde nerede olursak olalım, içinde yaşamaktan ve sevinç duymaktan başka bir hedefimizin olmayacağı, sadece kendimizle kalabileceğimiz kendimize ait bir oda... Çok şey mi istiyorum...