Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Kadir Kaymakçı Yaratıcı olmak için kötü bir çocukluk mu geçirmek gerek?

        Çocukluğumla aramda dağlar, denizler, nehirler, ovalar, kentler, ülkeler, kıtalar var... Belki de bu uzaklık yüzünde çok iyi seçemiyorum o günleri. Hafif rüzgarda, tatlı tatlı sallanan tül bir perdenin ardında geçip gidiyor çocukluğum gözlerimin önünden. Hep güzel anılar, güzel ‘an’lar dönüp duruyor kafamın içinde. Sahip olmadığım birçok şeyin yerini sevgileriyle dolduran annem ve babam bu dünyadan gittiğinden beri bir daha hiç öyle sevilmeyeceğimi bilmenin hüznüyle dolaşıyorum ortalıkta. Her adımımda kendime “Güzel bir çocukluğun oldu” diye fısıldıyorum. Geriye dönüp baktığımda az şey mi bunu kendine söyleyebilmek? Bu sorunun cevabı üzerine birkaç gün öncesine kadar hiç düşünmediğimi itiraf etmeliyim. Maria Callas’ın bana çocukluğumu, annemi-babamı düşündürmesi ise hiç ama hiç aklıma gelmeyecek bir şeydi! Ama oldu işte...

        Angalina Jolie ile Haluk Bilginer’in başrolleri paylaştığı ‘Maria’ filmini izlerken, yakama yapışan ‘hüzün’ duygusunun altında Callas’ın çocukluğu olduğu gördüğümde, “Bütün büyük sanatçıların çocuklukları, aileleriyle ilişkileri hep kötü mü oluyor acaba?” diye bir soru gelip oturdu zihnimin baş köşesine... Ablasının, “Bırak artık, unut o günleri” demesine rağmen binlerce seyircinin karşısındayken de büyük aşkı Aristotle Onassis’le birlikteyken de hep çocukluğunun sırtına yüklediği ‘sevgisizliği’ oradan oraya sürükleyip durmuş Maria. ‘Maria Callas’ın Gizi Hayatı’ kitabının yazarı Lyndsy Spence, ‘operanın tartışmasız kraliçesi’nin anne ve babasıyla ilişkilerinin felaket olduğunu söylüyor. Kızıyla ilgili haberleri gazeteler satan bir anne, ondan para almak için hastalık uyduran bir baba! Callas, bir mektubunda annesi için, “Eğer benimi için gerçek bir anne olsaydı onu çok severdim” diyor. Neyse konumuz Maria Callas değil. “Bütün büyük sanatçıların çocuklukları, aileleriyle ilişkileri hep kötü mü oluyor acaba?” sorusunun cevabı...

        KAFKA, BABASI KARŞISINDA GÜÇSÜZ VE YETERSİZ GÖRDÜ KENDİNİ

        Siena Üniversitesi’nden profesör Carlo Valerio Bellieni, birçok kişinin, bir çocuğun yaratıcılığının yalnızca sevgi dolu, besleyici ve destekleyici bir ev ortamında gelişebileceğine inandığını söyleyip ekliyor: “Ancak araştırmalar bunun her zaman böyle olmadığını gösteriyor!”

        Bellieni, Vincent van Gogh, Franz Kafka, Edgar Allan Poe, Virginia Woolf, Sinéad O'Connor gibi ünlü isimleri geçirdikleri kötü çocukluğa rağmen sanatsal olarak zirveye çıkan sanatçılara örnek olarak gösteriyor: “Gerçekten de, tanınmış birçok sanatçı dehasını, yeteneklerini geliştirebilecekleri zihinsel dünyalar yaratarak kaçtıkları zorlu çocukluk olaylarına borçludur. Örnekteki sanatçıların yetenekleri sıklıkla nevrozlar ve diğer zihinsel sağlık sorunları ile şekillenmiştir...”

        Kafka’nın babasıyla problemli ilişkisi en bilinen örneklerden biri. Babası karşısında güçsüz yetersiz, başarısız gören Kafka , 36 yaşındayken ona yazdığı ama göndermediği mektubunda şunları söylüyor: “Senin karşında özgüvenimi yitirmiştim, onun yerini sınırsız bir suçluluk duygusu almıştı... Başka insanlarla bir araya geldiğimde kendimi ansızın değiştiremiyordum, onların karşısında suçluluğumun bilincine daha çok varıyordum, çünkü daha önce de söylediğim gibi işyerinde onlara yaptığın ve benim de sorumluluğum bulunan haksızlıkları telafi etmeliydim.”

        Bir sabah yatağında ‘devcileyin bir böcek’ olarak uyanan Gregor Samsa’nın yaratıcısı Kafka hayatı boyunca babasından görmediği sevgiyi eserlerinin satır aralarına sıkıştırmış.

        EBEVEYNLERDEN AYRI KALMAK YETENEK GELİŞİMİNE FAYDALI MI?

        Bellieni, Jean Paul Sartre’ın, Gustave Flaubert’nin çocukluğuna dair biyografisinde, Flaubert’i istemeyen, ihmal edilen ve ebeveynleri tarafından zihinsel engelli olarak kabul edilen bir çocuk olarak tanımladığın hatırlatıyor: “Sartre’ın kitabının başlığı, bu durumun Flaubert’in kimliği için ne kadar merkezi olduğunu gösterir: Ailenin Aptalı.”

        Araştırmasında insan yaratıcılığının gelişimini inceleyen Carlo Valerio Bellieni, “Yaratıcılık iki yol izleyebilir: Birincisi, çocuğun gelişip ilerlemesine ilham veren huzurlu ve hoş ebeveyn modellerinin taklit edilmesi; ikincisi ise bu modellerin yokluğundan kaynaklanan kaygıyı yönetmenin bir yolu olabilir” diyor.

        Bazı araştırmacıların ebeveynlerden bir süre ayrı kalınması ya da ihmal görülmesi durumunda, çocukta yetenek geliştirme kapasitesi arttığını ancak belirli bir sınırın ötesine geçildiğinde bu kapasitenin azaldığını iddia ettiğini kaydeden Bellieni şöyle devam ediyor: “Bu nedenle, yetişkin olduğumuzda gurur duyacağımız yeteneklerin, hayatımızın ilk birkaç ayında kök salmış olması muhtemeldir. Geri kalan hayatımız, bebekken öğrendiğimiz ya da sığındığımız yaratıcı davranışları geliştirmekle geçer.”

        “BAŞARININ SIRRI HAYATKİ HER ŞEYE KONSANTRE OLMAKTA GİZLİ...”

        Günümüzde, ebeveynler ile çocuklar arasındaki duygusal ilişkilerin giderek daha problemli hale geldiğini belirten bilim insanı, “Kültürel değişimler, modern ebeveynlerin bebeklerine ya çok az ya da aşırı derecede odaklanmalarına yol açıyor. Çalışma alışkanlıkları da değişti, bu durum, bebeklerin gelişimlerinin ilk aşamalarında ebeveynlerinden daha fazla ayrılmalarına sebep oluyor. Bu nedenle, günümüz çocuklarının, ebeveyn ilgisini yerine koyan ya da tamamlayan paralel bir dünyaya kaçmaları şaşırtıcı değil. Bu dünyada, bilgisayarlar ve video oyunları aracılığıyla çoğu zaman önemli yaratıcı yetenekler ve beceriler geliştirebilirler. Ancak, ekran başında geçirilen zaman da, özellikle çocuklar ergenliğe adım attıkça daha yüksek düzeyde stres, kaygı ve izolasyona neden olabilir” diyor.

        Yaratıcılığın kaynağıyla ilgili birçok araştırma ve makale var. Okudukça insan bambaşka yerlere sürükleniyor. Yaratıcı bir sanatçı olmak için ‘mutluluğu bir yük gibi taşıyıp ıstırabı yüzümüze gözümüze mi bulaştırmalıyız’ diye düşünürken ressam Jackson Pollock’ın babası LeRoy Pollock’ın oğluna yazdığı şu satırları okudum: “Jack, başarının sırrı, hayata, eğlenceli anlara, arkadaşlara, doğanın küçük şeylerine, böceklere, kuşlara, çiçeklere, yapraklara vb. şeylere diğer bir deyişle, etrafındaki her şeye tam anlamıyla konsantre olmaktır ve ne kadar çok öğrenirsen, o kadar hayatın tadını çıkarıp daha fazla mutluluk elde edebilirsin. Bence bir genç fazla ciddi olmamalı...”

        Annem ve babam farkında olmadan tüm çocukluğum boyunca tam bana bunu anlattılar sanırım... İşte tam da burada yukarıdaki kendime “Güzel bir çocukluğun oldu... Geriye dönüp baktığımda az şey mi bunu kendine söyleyebilmek?” sorusuna cevap veriyorum: Değil, hem de hiç değil...