Avarel ile Joe’nun yanında varlığıyla yokluğunun pek de önemi olmayan Jack Dalton gibi hissettiğim günlerden birinde, Aylesbruy’de bir pizza restoranının mutfağında bulaşık yıkıyordum! Oradaydım ama orada olmamın bir önemi de yoktu doğrusu. Yani benim ben olarak orada olmam orada hiçbir şeyi değiştirmiyordu. Ben olmasam, dünyanın her hangi bir yerinden, her hangi biri de orada olabilirdi. 7-8 saat boyunca tek bir kelime etmeden, kimse de bana bir tek kelime söylemeden geçip gidiyordu günlerim. Pessoa gibi benim de ‘ruhumun hayatımdan yorulduğu’ o günlerde beni kör kuyulardan gün ışığına çıkaran merdivenim müzik oldu hep… Gölgemin bile beni terk ettiği günlerde yanımdan hiç ayrılmayan discman’imle (discman’in ne olduğunu bilemeyecek yaşta olanlar çoktan chatgpt’ye sormuştur bile eminim:) kah parkta sırt üstü çimlere uzanmış bulutları izlerken, kah Aylesbruy-Oxford otobüsünün üst katında kafamı cama dayamış akıp giden ağaçlara bakarken, kah yağmurdan kaçmak için sığındığım bir pub’ta bir ‘pint’ biramı yudumlarken Tom Waits’ten James’e, R.E.M.’den The Pouges’a, Echo and The Bunnymen’den Rod Stewart’a onlarca sanatçı ve grup kulağıma aynı şeyi fısıldıyordu: “Hayat biz onu ne hale getirirsek odur!”
İşte tam da o günlerde elimi hiç bırakmayan bir albüm ve şarkının doğum günlerini kutluyorum bugünlerde… R.E.M.’in 1986 tarihli muhteşem albümü ‘Lifes Rich Panget’ 40 yaşında gün almaya başladı dün… Richard Hawley’in muhteşem şarkısı ‘The Ocean’ ise 20 yaşına basacak yarın….
MÜFETTİŞ CLOUSEAU’DAN HAYAT DERSİ ALACAĞIMI KİMİN AKLINA GELİRDİ
R.E.M.’in bu albümünü kaç kez dinledim o günlerde hatırlamıyorum… Albümdeki şarkılar kadar, albümün adını içimden her tekrarladığımda ‘hayatta her şeyin içinde bizi eğlendirecek, mutlu edecek bir şeyler olduğunu’ hatırlayıp mutlu oluyordum. Grubun gitaristi Peter Buck albümün adını Blake Edwards’ın Peter Sellers’lı ‘Pembe Panter-Karanlıkta Bir Çığlık’ filmindeki bir replikten aldıklarını söylüyor. Sellers’ın canlandırdığı efsanevi Müfettiş Clouseau bir süs havuzuna düşüyor. Elke Sommer’in canlandırdığı Maria, “Islaksın, üşüteceksin kıyafetlerini değiştirmelisin” deyince Clouseau, “Gerek yok bu da hayatın o (renkli, çeşitli) parçalarında biri…” diyerek yaşadığı saçmalığa bir güzelleme katıyor.
Tuhaf bir rüyanın içinde gibi hissettiğim o günlerde, yarım yamalak İngilizcemle bu albümün adını kendi kendime, “Hayat böyle, ne yaparsak yapalım bir şekilde boyumuzu aşıyor işte… Tüm yaşadıklarımız büyük bir puzzel’ın parçaları; kimi güzel kimi kötü… Şimdi her şey kötü gibi ama sonuçta büyük resim harika olacak, bekle…” diye çeviriyordum! Lütfen çevirmenler kızmasın:) başta da dedim ya varlığımla yokluğum kimseye bir şey ifade etmediği ‘kafkavari’ bir ruh halinin elinde oyuncak olduğum günlerdi… Şarkılarla hayata tutunduğum günler…
NICK HORNBY KLASİK MÜZİĞİ NEDEN SEVMİYOR?
‘High Fidelity’, ‘Fever Pitch’ ve ‘About a Boy’ gibi tadından yenmez kitapların yazarı Nick Hornby, ‘31 Songs’ (31 Şarkı) kitabında müzikten tek beklentisinin kulağa hoş gelmesi olduğunu söylüyor: “Ben müzikal karmaşıklık ve zekâyı üstünlükle eşit tutan herkese temelde ve şiddetle karşı çıkıyorum...” Klasik müziği sevmeme nedeninin kültür düzeyi olmadığını belirtip ekliyor: “Klasik müziği sevmiyorum çünkü en azından benim kulağıma göre, bir günü, bir haftayı, bir hayatı oluşturan ufak duygularla ilgilenmiyor; çünkü geri vokaller, bas yürüyüşleri, gitar soloları yok… Bana bir şey hissettirmiyor; çünkü ben dilediğim müziğin olduğundan daha ‘iyi’ olmasına ihtiyaç duymuyorum...”
Klasik müzik severler kusura bakmasın ama benim için de böyle… Hiç beklemediğim anda gelip yanıma oturan, içinde debelenip durduğum ama cümle içinde anlatamadım duygularımı bulup çıkaran şarkıları seviyorum ben… Richard Hawley’nin ‘The Ocean’ı işte o şarkılardan.
Hawley’ın The Ocean’ın ortaya çıktığı günü şöyle anlatıyor: “Eşim Helen, çocuklarımızı Cornwall'daki Porthcurno plajına götürmüştü. Konserim olduğu için ben onlardan iki gün sonra gittim. Sisli ve yağmurlu bir sanayi kentinden gelen benim için masmavi deniz ve palmiye ağaçları rüya gibiydi. Ayakkabılarımı çıkardım, pantolonumun paçalarını kıvırdım ve sahildeki eşimin, çocuklarımın yanına doğru kumların üzerinde yürümeye başladım. Onlar uzakta, okyanus kenarında mutlu bir şekilde oynuyorlardı. Yanlarına vardığımda aklımda bir şarkı vardı. Helen böyle anlarda gözlerimdeki donuk bakıştan durumumu anlar. “Şarkı yazıyorsun değil mi?” dedi. “Özür dilerim hayatım ama evet” dedim. Kaldığımız kulübeye döndüm, gitarımı elime aldım ve şarkının ilk notalarını çalmaya başladım. Şarkı bitti. Plaja eşim ve çocuklarımın yanına dönüp onlarla o günün tadını çıkardım…”
“NEDEN HALA MATEM KIYAFETLERİN ÜZERİNDE!
Richard Hawley, The Ocean’ın yazdığı günlerde benim Aylesbury’deki o pizza restoranın mutfağında bulaşık yıkarken ki ruh halimdeymiş… 31 yaşında, uyuşturucuyu yeni bırakmış, 20’lerinde Pulp gibi gruplarda bir parka adını duyurmuşsa da artık geç kaldığını düşündüğü solo kariyeri için plak şirketinden ayrılmış, evlenmiş, sürekli ailesinden uzakta küçük mekanlarda çalan ve çok az para kazanan bir müzisyen… Tüm bu duyguların The Ocean’da ortaya çıktığını söylüyor. Şarkıdaki “So why are you still dressed in your mourning suit…” (Neden hala matem kıyafetlerin üzerinde) dizesinden sonar gelen “Sanırım öylesin…” dizesini söyledikten sonra stüdyoda gözyaşlarına boğulduğunu, kendisin zor toparladığını söylüyor Hawley: “Şimdi tüm bunlara gülüyorum ama o zaman elimdeki son zarı atıyordum…”
20 yıl önce o küçük şehirde bir başıma elimde discman kulağımda oradan oraya dolaşırken Richard Hawley kulağıma “Here comes the wave…” (bak yeni bir alga geliyor) diye yanık yanık fısıldıyordu.
Bu yazıyı yazarken son 20 yılda boyumu aşıp beni diplere çeken ne kadar çok dalgayı atlatıp başımı suyun üstünde tutmayı başardığımı düşündüm.
Beni okyanuslara doğru yürürken cesaretlendiren şarkılardan ördüğüm bir can yeleğim var benim… Tüm o şarkılar iyi ki doğmuşlar!