Tam 25 yıl önce çıkan ‘Parachutes’ albümünü ilk dinlediğim günü hatırlıyorum. Hangi kafeye gitsem, hangi mağazaya girsem aynı melodiyi duyuyordum. İngiltere’ye geleli daha birkaç hafta olmuştu. Çalan şarkıdaki sözlerin tek bir kelimesini bile anlamıyordum ama melodi, tıpkı bugün, şu anda bu cümleyi yazarken olduğu gibi, hiç durmadan kafamın içinde çalıp duruyordu. Aylesbury’de kütüphaneden kiraladığım ‘Parachutes’ albümünün CD’sini, bir Haziran sabahı 280 numaralı Oxford otobüsünün üst katında, başımı cama dayayıp ‘discman’in ‘play’ tuşuna bastım... “Look at the stars / look haw they sihne for you” diye kulağımdan kalbime aktı şarkı; Coldplay’la böyle tanıştım. O gün yol boyunca geçtiğimiz küçük İngiliz kasabaları ve köyleri hep ‘Yellow’a boyandı.
“Çok güzel bir dünyada yaşıyoruz” diyordu, “Hepimiz birer kaçağız…” diye fısıldıyordu, “kıvılcımlar gördüğünden” bahsediyordu, etrafının sevdikleri ve arkadaşlarıyla çevrili olduğu bir hayat yaşamak istediğini söylüyordu. “Ben de, ben de...” diye onaylıyordum söylediklerini. Günlerce Coldplay’le birlikte gezdik Oxford sokaklarında. Ve tam 5 yıl sonra yine bir Haziran günü Londra’da Crystal Palace Stadı’nda ilk kez yüz yüze geldik...
COLDPLAY Mİ RADIOHEAD Mİ İŞTE BÜTÜN MESELE BU!..
‘Parachutes’ albümünden iki yıl sonra ‘A Rush of Blood to The Head’ ondan 3 yıl sonra da ‘X&Y’ albümlerini çıkarmışlardı. 20-25 bin kişilik bir kalabalıkla onları bekliyorduk “Oralarda bir yerlerde kaybolmuş, can yanmış biri var mı” diye geldiler sahneye… Doğrusu oldukça ‘mütevazı’ (bu kelimeye aşağıda yeniden döneceğiz) bir sahnede, ‘ Scientist’, ‘Clocks’, ‘In My Place’, ‘Fix You, ‘Sqeed of Sound’ gibi hitlerini peş peşe söyleyip sahneden indiklerinde Coldplay 5 yıl içinde sıfırdan milyonların dinlediği bir gruptu.
İnsanın içini coşkuyla dolduran, tatlı tatlı hüzünlendiren, anında kulağa dolan basit ama güçlü melodileri olan şarkılar yapıyorlardı. Onları sevmemek imkansızdı o dönemler... Ha tam da bu noktada Radiohead Thom Yorke ayrı tutmak gerek sanırım…
Daha ilk albümleri yayınlandığı günden itibaren Coldplay ile Radiohead karşılaştırılmaya başlamıştı. Müzik dergisi NME, ‘Parachutes’ albümü yazısında Chris Martin için ‘daha bağ kurulabilir bir Thom Yorke’ tanımı yapmıştı. Birçok müzik otoritesi de Coldplay’i ‘samimi’ bir Radiohead olarak değerlendirmişti.
Coldplay’in şarkılarını yazan ve söyleyen Chris Martin’in Radiohead’ın albümlerini defalarca dinlediği bir sır değildi (Kim dinlemiyordu ki). Bir efsaneye göre Thom Yorke, ‘Yellow’u ilk dinlediğinden başını ellerinin arasına alıp iki yana sallayarak, “Ne yaptım ben!..” diye dertlenmiş... Bir başka şehir efsanesine göre ise Coldplay ile Travis arasında bir seçim yapması istendiğinde, bunun ‘makineli tüfekle ya da tabancayla öldürülmek arasında bir seçime’ benzediğini söylemiş!
Radiohead’in ‘görünmeyen altıncı üyesi’ olarak nitelenen yapımcı Nigel Godich, Rolling Stone dergisine Yorke’un yeni grupların kendilerini taklit ettiğiyle ilgili düşüncelerini şöyle anlatıyor: “Radyoda bir şarkı duyduğunda bana tuhaf tuhaf bakardı. Sanki biri onu taklit etmiş gibi homurdanırdı. Ben de ona, ‘Akustik gitarla falsetto söyleyen bir tek sen değilsin bunu sen icat etmedin’ derdim.”
ALTERNATİF ROCK’TAN POP MÜZİĞE GEÇİŞ YILLARI
İki grup arasındaki bu rekabette (Coldplay’in ilk üç albümü için) bir taraf tutamıyorum doğrusu... Bugün geriye dönüp baktığımda ise bir müzik yazarının “Kabul Radiohead sanatsal anlamda daha iyi müzik yapıyor ama en son ne zaman bir hit çıkardı...” sözleri aklıma geliyor. Bugünlerde kanlı-bıçaklı olduğu kardeşiyle yeniden bir araya gelen Oasis Noel Gallagher iki grubun rekabeti konusunda benim kadar kafası karışık değil, tarafını açıkça belli ediyor: “İnsanlar Radiohead’i ne zaman dinliyor, gece dışarı çıktıklarında mı yoksa eve geldiklerinde mi? Coldplay’in ‘Yellow’unu ilk duyduğumda gitarı elime alıp ‘o…. çocukları’ bu şarkıyı ben yapmalıydım’ diye düşündüm. Birçok şarkıları için de böyle düşünüyorum. Chris Martin harika şarkılar yazma konusunda çok yetenekli...”
Evet Chris Martin’in yeteneğini tartışacak değilim... Hem sadece şarkı yazma konusunda da değil müziğin gittiği yönü sezmek, mega bir pop grubu olmak için yapılması gerekenleri yapmak konusunda da bir yeteneği var... Coldplay 2000’lerin ilk 10 yılı biterken ‘Viva La Vida or Death and All His Friends’ ve ‘Mylo Xyloto’ albümleriyle alternatif rock’tan bir pop grubu olmaya yöneldi. ‘A Head Full of Dreams’, ‘Everyday Life’, ‘Music of Spheres’ albümlerinde elektronik müzik prodüktörleriyle çalıştılar, Beyonce’le düet yaptılar...
Ve artık ne ben o günkü adamım ne de onlar 25 yıl önce kulağıma ‘Yıldızlara bak senin için nasıl parlıyorlar’ diyen dört genç... Mütevazı (bu kelimeye yeniden döneceğimizi söylemiştim) Crystal Palace Stadı’ndaki yüz yüze tanışmamızdan 20 yıl sonra bu kez Londra’nın ikonik spor mabedi Wembley Stadyumu yeniden buluştuk.
80 BİN KİŞİLİK, GÖKKUŞAĞI RENKLERİYLE SÜSLÜ, MUAZZAM DİSKO
Şu kadarını söyleyeyim Madonna’dan U2’ya, R.E.M.’den Guns ‘N Roses’a, Sting’den Rihanna’ya birçok yıldızı canlı izledim ama Coldplay’in ‘Music of Spheres’ konseri gibi bir ‘şov’ izlediğimi hatırlamıyorum!
2022’de başlayan ve grubun 43 ülke, 225 şehirde konserler verdiği turne 8 Eylül’de sona erecek. Turne şimdiden 10 milyonu geçen bilet satışıyla Guinness Rekorlar Kitabı’na girmiş durumda. Billboard dergisinin 194 konseri baz alarak yaptığı habere göre toplam gelir 1 milyar 269 milyon dolar. Bu rakamın 1 milyar 380 milyon dolara çıkacağı tahmin ediliyor.
Konserlerin çevre dostu olması için stadyumda enerji üreten bisikletler, kinetik bir dans pisti var. Kullanılan neredeyse her obje geri dönüştürülebilir malzemelerden üretilmiş. Konser öncesi kollarımıza takmamız için verilen LED bileklikler bitki bazlı malzemelerden yapılmış ve yeniden kullanılmaları için konser sonrası iade edilmesi isteniyor. Asya’da bilekliklerin iade oranı yüzde 99’ları bulmuş. Londra’da yüzde 83’tü.
Satılan her bilet için bir ağaç dikiliyor. Bu şimdiden 10 milyon ağaç demek. Yıl sonunda Amazon Ormanları’na 3 milyon ağaç dikilmiş olacak. Coldplay aldığı tedbirlerle karbon emisyonu konusunda 2016’daki turnelerine göre yüzde 59 düşüş sağlamış.
Dikkat ederseniz konserle ilgili teknik bilgiler veriyorum çünkü o akşam 80 bin kişilik, gökkuşağının tüm renkleriyle süslenmiş, o muazzam diskoda yaşadıklarımızı kelimelerle anlatmak gerçekten imkansız... 80 bin kişinin bir ışık denizi içerisinde zıplayıp hep bir ağızdan, “Sen yıldızlarla dolu bir gökyüzüsün” diye şarkılar söylediği, sevdikleriyle, hiç tanımadıklarıyla, bir başına zıplayıp dans ettiği bir mutluluk karnavalı… Ne yavan bir cümle oldu, o an için! Zaten Tolstoy gelse Wembley’deki o geceyi anlatırken kelimeleri tükenirdi! Biraz abarttım mı? Bilmiyorum...
Patlayan havai fişekler, stadın dört bir yanın dolaşan lazerler, başınızın üzerinde uçuşan rengarenk balonlar arasında bir düşün içinden geçiyorsunuz...
Konserin bittikten sonra eve dönerken yol boyunca 10 ay evvel bilgisayarın başında saatlerce bekleyip bilet alan Züleyha’ya tek bir şarkı söylüyordum: “You got all my love...”