Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        “Savaş Üstüne Savaş” (One Battle After Another), Thomas Pynchon’ın “Vineland” adlı romanından yapılan serbest bir uyarlama… Ronald Reagan’ın ikinci kez başkan seçildiği 1984 yılında açılan roman, 1968 kuşağının hippilerine kadar uzanır; Nixon ve Reagan dönemlerinin baskıcı politikaları arasında kalan devrimci bir kuşağı konu alır. 1990’da yayımlandığında Salman Rushdie, The New York Times’da "Amerika'nın bunca yıldır kendisine ve çocuklarına neler yaptığını anlatan önemli bir siyasi roman" diye yazar “Vineland” için. Okurları ikiye bölen roman olarak da tanınır. 2014’de Pynchon’ın “Inherent Vice” adlı romanını sinemaya uyarlayan yönetmen Paul Thomas Anderson, “Vineland”i çok beğenenler arasındadır ve filme uyarlamak istediğini birçok kez dile getirir.

        Anderson’ın uzun süren hazırlıklarının sonunda 161 dakikalık bir film olarak karşımıza gelen “Savaş Üstüne Savaş”, Pynchon’ın romanını şekillendiren ana hikâyeyi alıyor ve 21. Yüzyıl’a adapte ediyor. Hangi yıllarda olduğumuz belirtilmese de Anderson’ın olayları Donald Trump dönemine uzanan bir tarihsel çerçevenin içine yerleştirdiği belli oluyor.

        Anderson, 1968 kuşağının hippilerinin yerine French 75 adlı yasa dışı hayali devrimci örgütü koyuyor. French 75 çatısı altında birleşenler, silah kullanmaktan, banka soymaktan, devletin kolluk kuvvetlerini hedef almaktan çekinmiyor; sınırların ortadan kalktığı anti kapitalist bir devrimi hedefliyorlar. Filmin hemen başında, Meksika’dan ABD’ye geçerken yakalanan kaçak göçmenleri serbest bıraktıkları silahlı eylem sırasında tanıyoruz onları. Aynı sekansta, hikâyenin merkezindeki 3 karakter çıkıyor karşımıza. İlk planda kameranın peşine takıldığı Perfidia Beverly Hills (Teyana Taylor), isyankâr, öfkeli, yolundan sapmaz çılgın bir devrimci izlenimi veriyor. “Varoş” Pat Colhoun (Leonardo DiCaprio) görünürde daha sakin ama tanıyınca onun da en az Perfidia kadar fanatik olduğu anlaşılıyor. Üçüncü karakter ise baskın sırasında Perfidia’nın karşısına çıkan Amerikan ordusu subayı Steven Lockjaw (Sean Penn)… Hiçbir özelliği olmayan sıradan bir asker aslında. Ama özellikle ikinci yarıda, hedefleriyle hikâye örgüsünü belirleyen karakter haline geliyor.

        Açılış sekansının göze çarpan önemli özelliklerinden biri, Perfidia’nın eylem sırasında yükselişe geçen libidosu… Sonraki sahnelerde de Perfidia’nın devrimci eylemleriyle libidosu arasında hep güçlü bir bağ olduğunu görüyoruz. Perfidia’nın agresif ve dominant kişiliğinin parçası haline getirdiği cinsel arzuları olmasa, Lockjaw hikâyeye girebilecek bir karakter değil aslında.

        Perfidia, kadın düşmanı alt metinleriyle öne çıkan eski usul Hollywood filmlerinden çıkıp gelmiş bir karakteri andırıyor ilk bakışta. Çünkü kontrol edemediği libidosu ve ahlaki, vicdani değerlerini sorguladığımız kritik kararları ile hikâyeyi şekillendiren biri… Pynchon’ın romanında da eylemlerinin neden olduğu sonuçlar üzerinden bakıldığında, benzer bir karakter...

        Kuşkusuz kadın düşmanı bir film değil “Savaş Üstüne Savaş”. Tam aksine, Perfidia ezberlenmiş kolaycı feminizme meydan okuyan sofistike bir karakter… Sözgelimi, filmin başlarında kadın ve devrim üzerine söyledikleri unutulur gibi değil. Ataerkil düzenin kadına verdiği rolleri reddetmesi, annelik ve devrimcilik konusunda kendisinden bekleneni değil, içinden gelenleri yapması, yine atlanmaması gereken noktalar. Ayrıca Leandra (Regina Hall) ve lise öğrencisi Willa / Charlene (Chase Infinity) gibi diğer karakterleri unutmamak gerek.

        Paul Thomas Anderson’ı romana çeken neydi bilmiyorum ama aynı örgütün iki ayrı dönemde verdiği iki ayrı savaşa odaklandığı çok açık. Zaten filmin adı da bunu işaret ediyor. Dolayısıyla, filmi iki savaş arasındaki farklılıklar ve ABD’de Antifa olarak anılan anti faşist sivil hareket üzerinden okumaktan yanayım.

        Perfidia, French 75’in verdiği ilk savaşın çıkışsızlığını temsil eden bir karakter aynı zamanda. Ki burada Perfidia, cinsiyetinden ziyade devrimciliğe bakışıyla öne çıkıyor. French 75, Lenin’in bir tür “çocukluk hastalığı”, bazı Marksist teorisyenlerin goşizm olarak tanımladığı akıma karşılık gelen bir siyasi hareket… Kitle içinde örgütlenmek ve rejime karşı sosyal dayanışmayı yaygınlaştırmak yerine, silahlı mücadeleyle devrimin siyasi lideri olmayı hedefliyorlar. Ne var ki, kitleden kopuk maceracı eylemleriyle önünde sonunda duvara çarpacakları belli oluyor.

        İkinci yarıda French 75 ve Pat, agresif değil, defansif bir savaşın içindeler. Savaşın amacı rejimi yıkmak değil artık. Beyaz ırkçıları temsil eden Lockjaw’a karşı direnmek, Charlene’i kurtarmak… Çünkü genç Charlene aynı zamanda geleceği temsil ediyor. Aradan geçen 16 yıl sonra dahi illegal örgüt yapısı geleneğini kaybetmeyen French 75’in, derin devlet destekli yasa dışı operasyonlara karşı daha kararlı ve güçlü bir savaş verdiğini not etmek gerek. O yüzden, hezimetle sonuçlanan ilkinin ardından bu ikinci ve anlamlı savaş, hepsi için büyük önem taşıyor.

        Perfidia, hem ilk yarının hem ilk savaşın ana karakteri gibi konumlanıyor filmde. İkinci yarıda ise onun yerini Charlene alıyor. Perfidia ve Charlene’in serüvenleri, yaşadıkları değişim ve geldikleri son nokta, filmin kalbindeki meselenin özeti gibi… Perfidia, bireyciliğe saptığının ve kendi egosu için savaştığının farkında değil. Elinde silahı ve çılgın cesaretiyle güçlendiğini düşündükçe kendini bitiriyor. Silaha sadece mecbur kaldığında, savunma amaçlı başvuran Charlene ise hayata tutunabilmek için içindeki gücü ve cesareti keşfediyor. Özetle film, Perfidia’nın bireyci maceraperestliğine karşı Charlene ve diğer devrimcilerin dayanışma ruhunu öne çıkarıyor. Finali itibarıyla, silahlı mücadele yerine politik aktivizmin, hayatın her alanında mücadelenin önemini vurgulayan bir film “Savaş Üstüne Savaş”… Sonuçta her şey, Charlene’in Perfidia’nın başarısız yanlarını değil, devrimci ideallerini takip edecek bir karakter olup olmamasıyla ilgili aslında.

        İki savaşı, Pat üzerinden okuduğumuzda da kayda değer noktalar görüyoruz. Devrimciliği biraz korumacı babalığa dönüştürmüş durumda Pat. Bunun ne kızına ne kendine bir faydası olmadığının pek farkında değil. Annenin boşluğunu dolduramadığı belli oluyor. Ayrıca madde bağımlılığı nedeniyle kafası sürekli iyi, yer yer Coen Kardeşlerin kült filmi “Büyük Lebowski”deki (The Big Lebowski - 1998) ana karakteri hatırlatan bir portre çiziyor. Örgütün acil durum planlarını tümüyle unutması, hiçbir şifreyi hatırlamaması, televizyonda devrimcilerin kült filmi “Cezayir Savaşı”nı (La battaglia di Algeri -1966) seyretmesi, içinde bulunduğu durumu gösteriyor. Özetle, bir zamanların efsanesi Pat artık modası geçmiş bir devrimci... “Savaş Üstüne Savaş” bir kara komedi olarak anılıyorsa, bunda DiCaprio ve onun canlandırdığı “Varoş” Pat karakterinin kuşkusuz önemli payı var. Kızına olan büyük sevgisi karşısında duygusal olarak etkileniyoruz ama düştüğü durumlar birçok sahnede bizi güldürüyor. Sean Penn ve Sergio St. Carlos rolündeki Benicio Del Toro’nun da filmin komedi duygusuna önemli katkılar verdiğini not etmek gerek.

        Annesinin efsane bir devrimci olduğu fikri ve paranoyak babasının korumacı yaklaşımıyla büyüyen Charlene’in en büyük şansı, Sergio St. Carlos gibi bir karate hocasına sahip olması… Kaldı ki, ikinci yarının anahtar karakteri Sergio aslında. Sergio, French 75’in sığındığı yerleşimlerden biri olan Baktan Cross’un gizli lideri gibi… Film ilerledikçe French 75’in asıl başarısının, ilk yarıdaki silahlı eylemler değil Baktan Cross’taki örgütlü toplum olduğu netleşiyor. İlk savaşta, örgüt rejimin gücüne değil kendine yeniliyor aslında. İkinci savaşta, Lockjaw ordunun imkanlarıyla saldırıyor Baktan Cross’a ama karşısında örgütlü bir toplum buluyor.

        “Savaş Üstüne Savaş”, Donald Trump’ın 2016’da iktidara gelmesinden sonra ABD’de yükselen anti faşist hareket üzerine düşünmeye çalışan bir film gibi geliyor bana. “Antifa” olarak anılan ve birçok farklı gruptan oluşan söz konusu siyasi hareketin gelecekte kendine çizeceği yönü tartışan bir film olarak okumak da mümkün. Hikâyenin bütününe baktığımızda, Anderson’ın şiddete başvurmayan politik hareketleri desteklediği kesin. Öte yandan, halkın kendini Lockjaw gibilerinin temsil ettiği faşizme karşı savunması için örgütlenmesi gerektiğine inandığı belli oluyor.

        “Savaş Üstüne Savaş”, bütün Anderson filmleri gibi anlatımı ve yönetmenliğiyle de öne çıkıyor elbette. Anderson’ın filmi IMAX perdesini eksiksiz şekilde kaplayan 1.85:1 kadraj ölçüsüyle çekmesi, IMAX salonlarındaki görsel deneyim açısından kuşkusuz artı puan. Ama bana sorarsanız, teknik koşulları iyi bir salonda filmin görsel etkisinden bir şey kaybedeceğini pek sanmıyorum. Görüntü yönetmenliğini Michael Nauman’ın yaptığı filmin, 35mm olarak VistaVision tekniğiyle çekildiğini belirtelim. 35mm negatif filmi yatay olarak pozlamaya dayalı eski bir geniş perde tekniği olan VistaVision, “The Brutalist”te de kullanılmıştı ama Anderson’ın ilk IMAX filminde daha iyi bir sonuç aldığını düşünüyorum.

        Anderson, karakter psikolojisine odaklanan ve görsel atmosferi öne çıkaran bir yönetmen... Şimdiye kadar çektiği en yüksek bütçeli filmi olan “Savaş Üstüne Savaş”ta durum değişmiyor ama bu kez aksiyon duygusunu da ekliyor sinemasına. Anderson, hareket ve gerilimin ilk defa bu kadar öne çıktığı bir filme imza atıyor ama aksiyonu şova çevirmiyor; stilize etmiyor. Aksiyon sahnelerinde montaj ve mobil kamera kullanımıyla daha çok bir kaos ve kargaşa ortamı yaratıyor. Kamerayı genellikle karakterlere yakın olarak hareketin merkezinde konumlandırıyor. Filmin en iyi aksiyon sahnesi hiç kuşkusuz inişli çıkışlı yollarda geçen ve bize bir “roller coaster” hissi veren otomobil takip çekimleri… Perfidia’nın viyadükteki yürüyüşüyle başlayan ve gözaltı merkezindeki eylemi gösteren tüm bir açılış sekansı da şüphesiz akılda kalıcı.

        Ses tasarımı ve Radiohead grubundan tanıdığımız Jonny Greenwood’un imzası taşıyan müzikleriyle de öne çıkan bir film seyrediyoruz. Daha önceki Greenwood – Anderson iş birliklerinde olduğu gibi alışagelmişin dışında çok farklı bir soundtrack kullanılıyor filmde. Melodiden ziyade ritmin öne çıktığı müzik, bazen kontrpuan olarak kullanılıyor. Temel fikir, ses bandındaki müziğin filme eşlik ederken kendine ayrı bir işitsel ifade alanı oluşturması…

        Oyunculukları, anlatımı ve yönetmenliğiyle kuşkusuz sağlam film “Savaş Üstüne Savaş”. Ama en beğendiğim Anderson filmleri arasında değil. Çünkü öncelikle hikâyeyi o kadar çok sevmedim. Amerikalı eleştirmenlerden aldığı yüksek notları orada yaşanan siyasi gündeme ve hassasiyete bağlamak ne kadar doğru olur kestiremiyorum. Kendi adıma, hikâyenin öncelikle fikirleri yansıtan bir anlatı örgüsü olduğunu düşünüyorum.

        Bir roman uyarlaması olsa dahi hikâye ve karakterlerden ziyade fikirlerden yola çıkmış gibi geldi bana. Asıl önemlisi, duygusal bağ kuramadım. Perfidia ve Pat, çok nüfuz edebildiğim karakterler değildi. Film bittiğinde, “Anderson, Antifa’yı keşke kendi yazdığı bir hikâyeyle anlatsaydı veya dönemsel olarak Pynchon’ın romanına daha sadık bir uyarlama yapsaydı” diye düşünmeden edemedim. Çünkü kendi tarihselliği içinde doğru şekilde anlatılmış bir hikâyeyle de günümüzün Amerika’sı üzerine düşünmek mümkün. Kaldı ki, Anderson, “Kan Dökülecek” (There Will Be Blood - 2007) ile bunu çok iyi şekilde yapmıştı geçmişte. Fakat “Savaş Üstüne Savaş” da yabana atılacak bir film değil. Bence her sinemaseverin görmesi gerekiyor.

        7/10