Hakkını vereyim, İstanbul Havalimanı her ziyaretimde gözümde büyüyen bir zarafet abidesi gibi benim için. Gerçekten de kendi hücrelerini her gün yeniden doğuran bir vücudu andırıyor…
Ama bu tanım, anatominin bozukluklarını görmüyorum anlamına gelmesin. Her hücre tümden sağlıklı değil çünkü…
Mesafe kavramının ne olduğunu bizzat bu liman öğretiyor bana. Her ne kadar işletme sahiplerinden sayın Cemal Kalyoncu bir sohbetimizde ‘en fazla 4 kilometrelik bir mesafeden’ bahsetse de yapan kadar, yaşayanın da hissettiği bir şey farklı mesafe algısı…
Sanırım şanssızlığımdan özellikle dış hatlarda yakın bir kapıya denk gelmedim. İşletmenin ulaştırmada kullandığı “buggy” araçlarından yararlanacak durumunuz (kart ya da nakit) yoksa ve 65 yaş altındaysanız, hiç de kısa sayılmayan bir yürüyüş rotasının kurbanı oluyorsunuz terminalde…
Ha, yürürken rengârenk atmosferde zaman geçiyor, sorun yok da; başladığınız noktadan menzile varana kadar uçak, “kapıya gidin” faslından “son çağrı” faslına geçmiş de oluyor…
Bir de KKTC ve komşu ülke uçaklarının ille de terminalin en ucundaki “B 17” ya da “B 18” kapılarına yanaşması meselesi var ki, nasıl oluyor da üstü kapalı bir diplomatik sürtüşme çıkmıyor, şaşırıyorum vallahi…
Bu arada uzak kapılarda ‘buggy terminallerinde’ araç bulamıyorsanız, seyahatin üzerine bir de yürüyüş yorgunluğunu ekleyin ki cümleten geçmiş olsun…
Takıldığım şeyler kimine komik gelebilir. Ama “dünyanın en iyisi” iddiasını taşıyan bir limansanız ziyaretçinizi beklentisiz bırakmak da göreviniz…
“En iyi” kavramı içi dolu olunca değerini bulur. O değere biraz daha mesafe varmış gibi hissediyorum sanki. Terminal içindeki parkurdan daha kısa olabilir ama var işte bir mesafe!
***
“Barışa ve Özgürlüğe Adanmış Bir Yaşam”.
Türkiye’nin yakın tarihinin künyesini tutan gazeteci Nebil Özgentürk’ün son belgeselinin ismi başlıkta duran…
Bu onurlu tanıma bakınca sayabildiğiniz isim bir elin parmak taneleriyle eşit olduğuna göre Nebil, yine iyi bir imza atmış hayat envanterine…
Zülfü Livaneli. Bir besteci, müzisyen, yazar ve aydın olarak son 60 yılında her türlü var olmuş ülkesinin gündeminde…
Uluslararası ilişkileriyle ‘Türkiye’nin sol manzarasının diplomatlığını’ da yapmış. Övgü toplamış, bedel ödemiş, ötelenmiş, bağra basılmış…
Hayat da bu saydıklarıma ekleyebileceğiniz birkaç tanımdan daha fazlası değil. Hakkını vererek yaşamak bu olsa gerek. Belgesele değer olmak da keza…
Zülfü ağabey uzunca bir süredir Bodrum’da yaşıyor. Ülkenin meselelerine coğrafik olarak bir kıyıdan bakıyor görünse de, “bir orman gibi birlikte” yaşamak sevdasına dair inancını kaybetmeden ruhumuzun içinde dolanıp duruyor…
Gençliğimde bağlaması için seçtiği şiirleriyle sevmiştim onu. Şimdi bilgelik yaşına yürürken, sonraki kuşaklara anlatabileceğimiz ekinleriyle duruyor gönül kutumda…
Yine de onu dinlerken, yazdıklarını okurken, hayal dünyasına giriş yapıp; kapıları üstüne kilitlerken heyecanımın taze olduğunu düşünüyorum…
Zeytin ağacı gibi ölümsüz bir ozan geleneğinin son temsilcisinin ömrüne hediye edilmiş belgeseli şiddetle tavsiye ediyorum…
Doğrusu yanlışı ama “duruşuyla” anılacak bir ömrün fragmanı bu kadar ustalıklı özetlenebilirdi. Çok yaşa Livaneli, ‘kardeşin duymaz eloğlu duyar’ diye bir kez daha altını çizerek söylüyorum; çok yaşa büyük usta…
Ve eline sağlık Nebil Özgentürk. Soyadının hakkını teslim etmektir her seferinde çok daha bilgelikle yaptığın!
***
Ne çektin be Z kuşağı?
Z kuşağı hakkında yapılan her araştırmadan ortaya çıkan sonuç iç açmıyor doğrusu. Bizden sonra gelene genetik incinmelerimizin hepsini aktarmışız resmen?
“Gün görmedik ki” diyecektir kimileri; “ömrümüz ağırlıklı olarak yoksunluk ve çağımızla sonradan tanışmayla filan geçti gitti işte”…
Belki de bu türden bir sefalet ya da tam tersine ‘yoksunluğun getirdiği yaratıcı mutlulukla’ elini tutmaya çalıştık çocuklarımızın. Bu tuhaf çelişki de adı konulamayan travmalara neden oldu…
Yapılan son araştırmada beslenmeyi bilmemekten, hareketsizlikten, düşünmeden alınmış kararlardan; “duygusuzluğa” uzanan bir itham listesinin hamalı ediliyor gençler…
Oysaki cehalet ve cesaretin alabildiğine birbirine karıştığı gri ortamlarda kimseden bir renge bütünüyle teslim olmasını bekleyemezsin. Bugün travma dediğin yarın dahiliğin çimentosu olabilir…
Bizden önceki kuşağın bizimle kurduğu duyguları hiç açık etmeyen, (kısmen sakat) iletişimi yüzünden ancak el yordamıyla yaşamayı başarabildik hayatı…
Ve bugün hayatta kalanlarımız bunun üzerine kendisinden sonrakiyle olan benzer bir iletişiminin duvarlarını örüyor…
Buradan ancak sağır oda çıkar. Kaçımız gençlerle “emir kipinin” dışında bir lisanı tercih ediyor ki?
İstisnanın kaideyi bozma şansı varsa, bizden çok daha yakın bir mesafede duruyor Z kuşağı o menzile. Yargılamak yerine anlamaya, itelemek yerine kucaklaşmaya ihtiyacımız var…
Yaralarını diliyle iyileştirmeye çalışan kedilere benziyor bizim kuşak. Oysa gençler en azından antiseptik ve ya sargı bezi nedir biliyor…
Buradan bakınca hamaliyesini Z kuşağına yüklediğimiz bu tuhaf araştırma sonuçları bizi anlatıyor. Ektiğimizi biçmemek dileğiyle…
***
Hayaller Eşref Rüya ama…
“Deha” (Show TV) dizisi final yaptığında hakikaten üzüldüm. Hızlı bir veda, alışılmadık bir mutlu son havada bıraktı duygularımı…
Birbirinden değerli oyuncuların efsane sahneler çıkarttığını söyleyebilirim. İzlediğim son iki diziden birini kaybettiğimi de ekleyerek…
Neyse. Geçenlerde dizinin bitmesiyle boşa çıkan başrol oyuncusu Aras Bulut İynemli’nin “Eşref Rüya” (Kanal D) dizisine gireceğini fısıldadı bir arkadaşım kulağıma…
Valla temenni ile gerçekler aynı potada zor bir araya geliyor dizi sektöründe. Kaldı ki İynemli ve Çağatay Ulusoy daha önce “İçerde” gibi bir efsanede unutulmaz bir ikili yaratmışlardı…
Arayı çok açmadan dimağı kirletmenin münasebetsiz olduğunu düşünürüm. Öyle ya, kan uyuşmazlığı riski hep var…
Bildiğim kadarıyla “Çukur” dizisi film versiyonu için sete çıkıyor ve İynemli’nin kadroda olduğu neredeyse kesin. Bana şimdilik böyle gelsin…
Deha’nın tutacak yası, İçerde’nin damağımda kalan tadı var. Onların hürmeti yeter kısacası…