Sağlık Bakanlığı şişman avını bitirdi. Yüzde 95’imiz kilolu çıktık. 3’te birimiz ise çok kilolu. Gıdaya erişim konusunda sorun yok yani…
Ama hangi gıdaya? Kabul edelim ki dünya lezzet lügatine giren ürün sayımız 50 bile değil. Keza bu kadar çok yemek yarışması olmasına rağmen sadece birkaç şefimiz uluslararası mutfakta kabul görüyor…
Michelin bile üç yıl öncesine kadar uğramıyordu memleketin restoranlarına. Elbette bir ölçü değil ama çok değil on beş yıl kadar önce, yemek tariflerini Emine Beder ya da Sahrap Soysal’dan alıp, rahmetli Gülriz Sururi’nin Pazar programıyla mutfak fantezisi yapıyorduk…
Gastronomide geldiğimiz yer tartışılmaz ama yeme kültüründe, yani tüketimde en çok sevgili ağabeyim Mehmet Yaşin seviyelerine ulaşabildik…
Vedat Milor için daha yolumuz var. Popülerlikten kaçan bazı gurmelere teğet bile geçmediğimiz ortada…
Sağlık, içinde yaşadığımız yüzyılın en önemli meselesi. Onun içindeki en can alıcı parantez de yeme alışkanlıkları…
Dünyanın en karma mutfak kültürünü, üstelik birkaç bin yıldır yaşatabilen başka da bir toprak parçası yokken, böylesi ağır kadimliğe rağmen çok daha ağır olan bilgi yoksunluğu arayı çabuk kapattırdı bize sanırım…
Ve hızlı yedik. Ve sağlıksız tükettik. Ve tabağa abandık. Ama ne yediğimize hiç aldırmadık. Sütü çekilmiş peynir, içeriği belli olmayan et, birkaç çeşidin üstüne çıkmayan balık ve ata genlerini yitirmiş tohumlardan sebze ya da meyve…
Gerisi zaten mısır şurubu diye özetlenebilir. Tatlı diye yediklerimizin içindeki kimyasalları saymayayım şimdi…
Ah be dostlar; çabuk ortaya çıktı şişmanlığımız. Aynada görüp inkâr ettiğimiz vücut haritamız neşterle düzelebilecek kıvama geldi…
Ha hepsini biliyorduk. İki haftada birkaç bin ölçümle bir kez daha hatırladık. Buraya kadar sorun yoksa “yokluk, yoksunluk ve yoksulluk” gerçeğiyle içimizin şiştiğini de ben ekleyeyim. İstatistiklerde göremedim de!
***
Çabuk unuttuk dikkat ettiysen…
Çok ciddi bir salgın var ortamlarda. Ateş ile başlıyor, kusma ve ağır ishalle devam ediyor. Vücut sisteminin içinden geçen on küsur ayrı bakteri ve virüsten bahsediyor doktorlar…
Ve aciller birbirine benzer şikâyetlerin lacivertleriyle dolu. Eşim de bu meselenin mağduru oldu. Hala hastanede ağır bir tedavi görüyor…
Büyük salgın sonrasında normalleşirken çok hızlı davrandığımız ortada. Reflekslerimiz yavaşladı ve koy verdik kendimizi…
Hijyen, mesafe, maske filan geçti gitti hayatımızdan. Üstelik bu türden hatırlatma yapanları da aforoz ettik hayatımızdan…
Şimdi bedelini ödeme zamanı. Suyunuza attığınız buzdan yediğiniz tavuk etine kadar, salatanın yanına servis edilen sostan derin dondurucuda bekletilen ürünlere kadar her şey kargısını çıkarmış bizi bekliyor…
Bir de Ege taraflarında beliren Domuz istilası var. Onunla birlikte yükselen Domuz gribi vakaları, girdiğimiz havuz ya da denizden kaptığımız virüsler filan derken şah mat!
Bu ülkede depreme yüz yılda depreme ödediğimiz bedelden fazlasını ödedik salgında. Sevdiklerimiz kayıp gitti ellerimizden. İçeri kapandık, içimize kapandık ve tertemiz delirdik…
Şimdi bu deli deli olma haliyle yepyeni hastalıklarla tanışıyoruz. Arpadan ölecek at devri kapandı yüz yıl önce ve biz yüz yıl sonra atasözleriyle bile tanımlanamayacak şeyler yüzünden yitip gidiyoruz…
Salma kendini Türkiye. Lütfen kıyameti çağırma. Gelmeye çok istekli; dünyanın haline bakınca görüyorsun işte…
***
Masum değiliz hiç birimiz…
Suç örnekleminde suçlunun yaşının giderek aşağı çekildiğini görüyoruz. Hatta geçenlerde bir izleyici “cezai ehliyet yaşı 17 olsun” diye bir öneride bulundu…
Dün okuduğum haberde 17 yaşında üç gencin, üç ayrı kentte işlediği üç etkin suçun haberi vardı…
Teoman’ın yıllar önce dillere pelesenk olan şarkısı “17” yaşadıklarımıza bakınca aşırı romantik geliyor artık…
Yeni nesil, sosyologların bir avazda sayabileceği nedenlerden dolayı çok çabuk bitirdi ergenliği. Ya da ergenliği uzatarak gerçekleştirdikleri her vukuata bir kılıf bulur oldu…
Çoğumuz bir önceki kuşak gibi ebeveyn olamadık. Çağın rahatlığına paralel bir eğitim vermeye çalıştık evlatlarımıza. Olmadı işte, üstümüzde durmadı o gömlek…
Şimdi “suça sürüklenen çocuk” ile “suçu sürükleyen çocuk” arasında bir sıkışmışlık yaşıyoruz. İkisi de birbirinden beter!
Diyeceğim o ki herkesin feryat figan küfrettiği “Cezasızlık Algısını” bizzat ellerimizle yaratan bizleriz. Ne ektiysek onu biçtik…
Ve bizim ve çocuklarımızın ve sevdiklerimizin ve toplumun elleri kirli artık. Bu türden kirlenmek güzel filan değildir. Reklamlarda yaşamıyoruz sonuçta. Filmimiz de mutlu sonla bitmiyor artık!
Büyümüş de küçülmüşler de bedel ödeyecek mecburen, dilerim büyütüp de küçültmüşlerle birlikte tahsil edilir bu bedel.
***
Binlerce yıl sonra da yaşayacak!
Türk şiirinin en büyük ustasının ölüm yıldönümü bugün; Nazım Hikmet, 1963’ten beri mısralarında yaşıyor…
Yaşım yetti. Çok fazla şair ile oturup kalkma şansım oldu. Kimi akımcıydı, kimi serbest vezin, kimi gelişine abanıyordu metaforlara…
Ve hepsinin ve hepimizin Nazım’ın güneşinden çaldığı bir sarı, gölgesinden yürüttüğü bir serinlik vardı. İkrar ettik. O’nun gibisi çok değil, neredeyse hiç gelmedi...
Bir de sağlamasını yapmıştı rahmetli Can Yücel, yine rahmetli Duygu Asena’ya. Duygu, Nazım’ın “bir kartpostal şairi olduğunu” öne sürünce Can Baba’nın verdiği yanıtı unutmak da buraya yazmak da mümkün değil. Neyse…
Nasıl ki Homeros 3 bin yıldan hala sesleniyor günümüze, hala iki destanı birden ilham oluyorsa geleceğe; Nazım da bu topraklarda birkaç bin yıl sonra ilham çeşmesi olmaya devam edecek…
Henüz anlaşılmadığını, fazlasıyla politize edildiğini, izah edecek daha binlerce makale ve çalışmaya ihtiyacımızın olduğunu düşünüyorum söz konusu Nazım Hikmet olunca…
Karşısına dikilecek ağaç yaratmaya değil, dallarında yaprak olmaya ve bir ağaç gibi ormana yürümeye başlayalım…
Bu hasret de benim!