Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muhsin Kızılkaya Şerif Gören'in travması

        Rahmetli Mehmed Uzun’un, benim “Aşk Gibi Aydınlık, Ölüm Gibi Karanlık” adıyla Türkçeye çevirdiğim romanının İstanbul’da yeni yayınlandığı 2000’li yılların başında bir akşam vaktiydi.

        Hem siyasi hem siyaset dışı hem aşk hem nefret hem büyülü hem gerçekçi hem güncel hem tarihi diyebileceğimiz, “yok” bir ülkede, “zamansız” bir atmosferde geçen “Baz ile Kevok”un, Türkçesiyle “Şahin ile Güvercin”in, daha açık bir deyimle arkadaşları tarafından öldürülen Cem Ersever’e bezer kural dışına çıkmış bir “zabit” ile onun eline düşen bir “itirafçı” kadın militanın aşkını anlatan, fonda da yüzyıllık bir tarihin izdüşümlerinin serpiştirildiği bir romandır Uzun’un romanı. Sinematografiktir. Sahne sahne bir film senaryosu gibi kurgulanmış. Uzun’un külliyatı içinde sinema filmine en yakın romandır bu roman.

        İşte bu romandan bir film yapması için Şerif Gören’le buluşmuştuk o akşam. Bizi bir araya getiren, Gören’in yakın arkadaşı, ağabeyimiz Ümit Fırat’tı. Şimdilerde Beyoğlu’nda meşhur bir lokantası olan hemşerim Zübeyir, o zaman, buluştuğumuz Beyoğlu’ndaki ocakbaşında usta olarak çalışıyordu. Şahane kebaplar yapıyordu. Ocağa yakın bir masaya oturduk. Zübeyir başladı kebap yapmaya, kesif sigara dumanı ve iştah açıcı, kışkırtıcı kebap kokuları arasında benle Mehmed de başladık Şerif Gören’e romanı ve film projemizi anlatmaya.

        İki duble rakıdan sonra Şerif Gören gitti. Bizi dinlemedi bile. Durmadan, “onu öldüreceğim” diyor başka da bir şey demiyordu. Yahu, eline hiç silah almamış, hayatı boyunca dünyaya vizörden bakmış bu adama ne olmuştu da şimdi aklı gez göz arpacığa takılmıştı? Galiba baştan beri bizi dinlemeye pek niyeti yoktu, sanki oraya bize işleyeceği cinayeti anlatmaya gelmişti. Bir ben, bir Mehmed durmadan anlattık, o sadece bir an önce o herifi öldürmeyi planladığını söyledi de başka bir şey demedi.

        Epeydir film çekmiyordu. Sanırım bizi de fazla ciddiye almamıştı. Mehmed Uzun’u fazla tanımıyordu, beni de şöyle böyle biliyordu. Ümit Fırat araya girmeseydi belki de bizimle buluşmayacaktı.

        Mehmed Uzun, romanını filme çekmeye niyet ederse, yapım için parayı bir yerlerde bulabileceğini söyledi; Şerif Gören hiç oralı olmadı, “O herifi bulduğum yerde geberteceğim” dedi. Ben, romanın muhteşem filmi “Yol”la akrabalığını anlatmaya çalıştım, Şerif Gören beni de dinlemeden “O herifin kurtuluşu yok, kesin öldüreceğim” dedi. “Bulduğum yerde öldüreceğim” dediği herif hepinizin bildiği, o sırada solcu bir gazetede film eleştirileri yazan meşhur bir sinema yazarıydı. Bu grotesk muhabbetimiz bir süre devam etti, bir süre sonra ben de Mehmed de umudu kesmiş olacağız ki vazgeçtik romanı, filmi, falan anlatmaya; böylesi mekanlarda bir araya gelen bütün münevverlerin yaptığı gibi kendi siyasi dertlerimize dönüp vatanın kurtuluşu için binlerce kez tekrarladığımız fikirlerimizi tekrar anlatmaya başladık birbirimize; o tuhaf akşam yemeği de devamlı tekrarlanan bu tür yüzlerce buluşmadan birisi olarak müstesna yerini aldı kişisel anılarımızın içinde.

        *

        Peki, Şerif Gören o sinema yazarını öldürmeyi neden kafasına koymuştu? “Yol” birkaç ay önce Türkiye’de vizyona girmişti. Neredeyse çekildikten ve Cannes’da Altın Palmiye aldıktan yirmi sene sonra… Sanırım o eleştirmen de yazdığı bir yazıda, yönetmen olarak Şerif Gören’den hiç bahsetmemiş, varsa yoksa Yılmaz Güney’e övgüler dizmişti. Aslında bu filmle ilgili Şerif Gören’e haksızlık yapan sadece o eleştirmen değildi. “Yol”dan her söz açıldığında herkes Yılmaz Güney’in adını anıyordu ki hâlâ öyle. Oysa o filmi Yılmaz Güney değil, Şerif Gören yönetmişti. Tamam senaryoyu Yılmaz Güney yazmış, her şeyiyle ilgilenmiş, kurguyu baştan sona kendisi yapmış, müziğine karar vermişti ama sonuçta filmin yönetmeni Şerif Gören’di. O filmi Şerif Gören yönetmeseydi, istediği kadar iyi bir senaryosu olsun elde, o film “Yol” olmayacaktı. Nitekim filmin senaryosunu Şerif Gören’den önce Yılmaz Güney “Bayram” adıyla Erden Kıral’a teslim etmiş ama Kıral’dan istediği randımanı alamamış, çektiği bölümleri imha etmiş, projeyi daha sonra Şerif Gören’e teslim etmişti. O film o andan itibaren aslında Şerif Gören’in filmiydi. Yılmaz Güney onun üzerinde çalışmıştı. Tıpkı bir romanın üzerinde çalışan bir editör gibi. Editör bir romanın üzerinde ne kadar çalışırsa çalışsın, yayınlanan roman yazarın romanıdır, editörün değil.

        Ama Şerif Gören, çok uzun süre ortaya çıkıp, “ama arkadaşlar, iyi güzel, Yılmaz Güney senaryoyu yazıp kurguyu yapmış olabilir ama bu film benim filmimdir” demedi. Yılmaz Güney efsanesine hep sadık kaldı. Galiba ona kıyamadı. Ama hep birilerinin çıkıp bunu söylemesini bekledi. Kimse söylemeyince yıllar sonra dayanamadı, 1999 yılında film Türkiye’de yeni dublaj ve müzikle vizyona girdiğinde Hürriyet gazetesine “Yol benim filmimdir” dedi ve ardından şunları söyledi:

        “Yol'u ben çektim. O benim filmim. Afişte hâlâ Yılmaz Güney filmi yazması bende bir ikilem yaratıyor. Yılmaz Güney'le aramda bir ağabey-kardeş ilişkisi olduğu doğru. Bu bağlamda filmi çekmemi istedi. Ama 82 şartlarının değiştiğini, o filmin Gören filmi olduğunu (...) tescil ettirmek kararındayım. Afişte sadece 'Yılmaz Güney filmi' yazıyor olması onurumu zedeliyor. Buna müdahale edeceğim. (...) Eskiden prodüktörlerin her türlü özgürlüğü vardı. Film üzerindeki tüm hakimiyet onlarındı. Yönetmene söz hakkı tanınmazdı. Bugün ise şartlar değişti. Uluslararası arenada filmler yönetmenin adıyla anılıyor.”

        *

        Aslında bu işe girişirken de sonuçta buraya geleceğini biliyordu. “Yol” bir film değil, bir eylemdi. 12 Eylül faşizmine karşı, bir avuç korkusuz sanatçının, kelleyi koltuğa alarak, darbecileri afallatan, sersemleten, onları şaşkına çeviren, belki de dünya tarihinde eşine benzerine rastlanmamış, sanat aracılığıyla yapılmış, muazzam bir siyasal eylem... Kurgulasan bu kadar olmazdı. 12 Eylül karanlığında, o zor şartlara rağmen ortaya konmuş bu büyük sanatsal eylemi, Şerif Gören’le birlikte filmin çalışanları ve oyuncuları Tarık Akan, Halil Ergün, Şerif Sezer, Necmettin Çobanoğlu, Hikmet Çelik, Meral Orhonsay ve diğerleri hep birlikte yapmıştı. Faşist darbecilerin gözleri önünde, ruhları duymadan o büyük “devrimci eylemi” yapmış, Türk sinema tarihinin yakasına da ışıl ışıl parlayan bir Altın Palmiye takmışlardı.

        *

        Sanırım Şerif Gören’in hakkını teslim eden ender insanlardan birisi arkadaşı Tarık Akan oldu:

        “Ne zaman ki Yol filmini seyrettim, ‘bravo Şerif’ dedim. O doğada, arkamızda, iki tane ağaç vardı. İkiye ayrılmış iki ağaç... Ve önünden biz geçeriz... Şimdi, bu resmi bulan kişi yaratıcı kişidir işte. O yönetmendir. Gerçek yönetmen de budur. O koca dağda o iki ağacı be Şerif Gören, nasıl buldun, nasıl yaptın da onun önünden bizi geçirttin. Bizim oynadığımız oyun, tamam, eyvallah; acı dolu, içinde her türlü şey var ama seyrederken o iki ağacın seyirciye vermiş olduğu inanılmaz bir yük var. İşte yönetmen bu!”

        Tarık Akan’ın, “Anne Başımda Bit Var” (Can Yayınları) adlı anı kitabında anlattığına göre, Yılmaz Güney’in daha önce Erden Kıral’a teslim ettiği senaryodan çekilen bölümleri beğenmeyince, yeni yönetmen olarak Şerif Gören’i Yılmaz Güney’e öneren kendisidir. Şunları yazar:

        “Yeni bir yönetmen bulmak gerekiyordu. Bütün yönetmenleri konuştuk. Kim kalkabilirdi böyle bir senaryonun altından? ‘O. Bu. Şu.’ ‘Yok, yok, yok.’ ‘Yılmaz Ağabey, bir tek yönetmen var bunun altından kalkacak, o da Şerif Gören,’ dedim. ‘Ama o da hapiste. Yapacak bir şey yok. Böyle güzel bir senaryoyu harcamayalım, bekleyelim diye düşünüyorum. Bir yandan da, bu karmaşada filmi bitirmemiz gerek, diyorum. Çünkü Sıkıyönetim yerleştiğinde çekimler de tehlikeye girecektir...”

        *

        Beklerler. Şerif Gören DİSK’e bağlı sinema emekçileri sendikasının başkanı olarak darbecilerin hışmına uğramış, darbeden sonra bir gece onu da alıp içeri tıkmışlardı. Doksan sekiz gün gözaltında kalmıştı. Aşağılanmış, yerlerde süründürülürken, “Film asıl böyle çekilir rejisör bey” diye alay edilmiş, direncini kırmaya çalışmışlar, gururunu incitmişlerdi. Doksan sekiz gün sonra serbest bırakırlar.

        Hapishaneden çıktıktan sonra Yılmaz Güney’in arkadaşları dört koldan ararlar onu yok, yer yarılmış, Şerif Gören içine girmişti. Tarık Akan’ın yazdığına göre “Bütün gün Şerif arandı. Şerif yok. Hiçbir yerde yok. Yılmaz Güney'in arkadaşları, Yeşilçam'daki arkadaşlar, İstanbul'u karış karış aradılar, ama Şerif Gören'i kimse bulamadı. Hiçbir yerde yoktu. Buhar olup uçmuştu. Nerede olduğunu kimse bilmiyordu. Her yere haberler salındı, herkes bir yerlerde Şerif Gören için beklemeye başladı. Sonunda, bir gece saat on birde, Şerif evinden içeri girerken, Yılmaz'ın adamları kapıda koltuğunun altına senaryoyu sıkıştırmışlar, ‘Bunu oku, yarın sabah erkenden şu adrese gel, Yılmaz Güney seni orada bekliyor,’ demişler.”

        Şerif Gören erkenden Yılmaz Güney’in evine gider. (Yılmaz Güney o zamanlar hapishaneden eve izinli gidebiliyor arada bir.) Kafası sıfır numara tıraşlı Şerif Gören’in. Hapisten bir gece önce geç saatte çıkmış. Sarılma öpüşme faslından sonra Yılmaz Güney senaryoyu anlatır. Senaryoda on iki kahraman var. Şerif Gören, “On iki mahkûmun hepsini çekemem, altı mahkûm olabilir; zamanımız yok, karlar erimeye başlar,” der. Tarık Akan’ın yazdığına göre Yılmaz Güney, “Şerifçiğim, senaryo sana ait. İstediğin sayfayı çıkart,” der.

        Tarık Akan hatıratında böyle anlatır ama aynı olayı Halil Ergün başka türlü anlattı bana. Yılmaz Güney, Şerif Gören’e “on iki kahramanın hikayesini çek, bakalım, istediğimiz kullanırız” deyince Şerif Gören, “Eğer ben on iki kahramanı da çekersem hepsini kullanmak zorundasın” demiş kararlı bir şekilde. Bunun üzerine Yılmaz Güney kahramanların sayısını azaltmış.

        Çekimle ilgili Şerif Gören şunları söyler:

        “Bu film, herkesin özverisiyle çekildi. Çok şehir dolaştık. Bingöl, Diyarbakır, Bursa, Adana, İstanbul. Doğa şartlarıyla, parasızlıkla savaştık. Halil Ergün’ün tren sahneleri Diyarbakır-Kurtalan arası gece yolcu bileti alarak gidip gelirken çekildi. Bugünkü gibi tren kiralamak yoktu. Mart'ın sonuydu, kar azalmıştı, Bingöl Kayakevi’nde tepelere kar yağsın diye beklerdik. Günde on iki, on üç saat karın üstünde çalıştık.”

        “Yol” sıkıyönetim altında, bazı sahnelerde askerleri de kullanarak, çekilen bölümleri bir yol bulunup yurt dışına çıkartılarak nihayet biter.

        Şerif Gören ve arkadaşları 12 Eylül darbecilerine hayatlarının oyununu oynar, o muazzam “eylemi” başarıya ulaştırırlar.

        *

        Şerif Gören, Batı Trakyalıydı, orada yaşayan Türk azınlığa mensup bir ailede, Yunanistan’ın İskeçe şehrinde 14 Ekim 1944’te doğdu. 1956 yılında, Cumhurbaşkanı Celal Bayar adına verilen bir bursla İstanbul Erkek Lisesi’nde okumak üzere İstanbul’a geldi. Ancak, maddi imkansızlıklar mektep okumasına engel oldu. Okulu bıraktı. 1962 yılında Erman Film Stüdyosunda kurgu asistanı olarak sinema yolculuğuna çıktı. 1968’de Mehmet Aslan’ın “Hakanların Savaşı” filminde yardımcı yönetmen olarak çalıştı ve önünde yeni bir yol açıldı. Aynı yıl Yılmaz Güney’le tanıştı.

        Daha sonraki yönetmenlik kariyerine damga vuracak olan Yılmaz Güney’in “Aç Kurtlar” filminde yardımcı yönetmen oldu. Bu filmi Yılmaz Güney, Muş’ta askerlik yaparken çekti. Mart 1970’te teskere aldıktan sonra Yılmaz Güney, Şerif Gören’i “maaşlı yönetmen” olarak yanında çalıştırmaya başladı. “Umut” filminde birlikte çalıştılar, senaryoya da büyük katkısı var. Yönetmen Şerif Gören olarak ilk parladığı filmi “Endişe”dir. Yılmaz Güney’le birlikte bu filmde yardımcı yönetmen olarak Adana’ya gitti. Ancak çekimlerin hemen başında Yılmaz Güney 13 Eylül 1974’te, bir lokantada, aralarında çıkan bir tartışma sonucu Yumurtalık Hakimi Sefa Mutlu’yu öldürüp tutuklanınca, film her şeyiyle Şerif Gören’in üzerine kaldı. Hızlıca işe girişti, “Endişe”yi başarıyla bitirdi ve 1975 yılında Antalya Film Festivali’ne soktu. 12. Altın Portakal Film Festivali’nde Yılmaz Güney’in bir sene önce çektiği “Arkadaş” filmiyle yarıştı ve En İyi Film ile En İyi Yönetmen ödüllerini aldı.

        Kendisi ile yapılan mülakatta “Endişe”yle ilgili Şerif Gören şunları söyledi:

        “Aslında senaryosu olmayan bir filmdi, Yılmaz Güney bana sadece hikayesini anlatmıştı. 29 yaşındaydım. Sabahlara kadar çalışarak o filmde tam sekiz kilo vermiştim. Şunun bilinmesini isterim. Yılmaz Güney o filmle Antalya Film Festivali’nde En İyi Senaryo Ödülü’nü almıştı. Ama aslında biz filmi hem çekip hem de yazmıştık. Bunun böyle olmasını ticari açıdan şirket istedi. Yılmaz hapisteydi ve o dönemde beni kimse tanımıyordu. O dönemde Yılmaz Güney'in kurşunu da parmağımı delip geçmişti. Yumurtalık'taki hakim olayında, Yılmaz'ın elinden silahı almaya gittiğimde silah ateş almıştı, ben de parmağımdan vurulmuştum. O filmde yaralı parmakla çalışmıştım.”

        *

        Bazı insanların kaderi bir yerde kesişir, biri usta biri çırak olur, çoğu zaman biri birinin yerine geçer, kim usta kim çırak birbirine karışır. Yılmaz Güney ile Şerif Gören böylesine bir ikiliydi. Yılmaz Güney hep usta, Şerif Gören hep çırak gibiydi. Yılmaz Güney büyük bir senaryo yazarı, Şerif Gören de büyük bir yönetmendi. Filmografisine bakın, “Umut”tan itibaren Yılmaz Güney’in dünya çapında başarı kazanmış bütün işlerinin üzerinde bir biçimde Şerif Gören’in izleri vardır. Bir tek “Duvar” hariç… “Duvar” da Yılmaz Güney’in en başarısız filmlerinden birisi olarak telakki edilir zaten. Hatta bir Fransız eleştirmen, “Duvar”ı seyrettikten sonra “Yılmaz Güney’in iyi filmler yapabilmesi için hapishanede olması lazım” diye hafiften alay eder.

        Evet, Yılmaz Güney hapishanedeydi, kalemi kağıdı vardı, yazıyordu ama dışarıda onun “gözü” vardı, o “göz” de Şerif Gören’di.

        *

        Ama ona hiçbir zaman “o göz” muamelesi yapılmadı. Emeğine gereken kıymet verilmedi. O da son yıllarını bu hakkı yemişliğin travmasıyla yaşadı. Dudağının kenarında müstehzi bir gülücükle etrafa baktı durdu. Alkole sığındı.

        O Yılmaz Güney’in “gözü”, Yılmaz Güney de onun “kalemi”ydi. Çok güzel filmler çekti. Ama o filmlerden hiçbirini, senaryolarını Yılmaz Güney’in yazdığı “Yol” ve “Endişe”seviyesine çıkaramadı.

        “Kalemi” ölünce, sanki onun da “gözünün” feri söndü.

        *

        Nur yağsın kabrine.