Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muhsin Kızılkaya Yeniden millet olma yolunda
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        PKK’nın; lideri Öcalan’ın talimatı üzerine dağdan inip silahlarını yakmasından sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yaptığı konuşmada yeni dönemde “Türk, Kürt ve Arap ittifakından” bahsetmesi; istesek de istemesek de, birileri bu gidişatı “ümmetçiliğe”, “Sünni ittifakına” gidiş olarak yorumlasa da bent yıkılmış, barajın önü açılmış, artık geri dönüşü olmayan bir “milletleşme” sürecine tekrar girmiş bulunuyoruz.

        Nihayet yüzyıllık yalnızlık bitiyor! Biz tek bir “ulus” değiliz, Türk’ü, Kürt’ü Arap’ıyla büyük bir “milletiz” ve aynı devletin vatandaşıyız! Bir dönem daracık bir parantezin içine hapsedildik, şimdi parantez açılıyor, perde yırtılıyor, engeller ortadan kalkıyor… Vatanımız bir, kaderimiz ortak, bayrağımız bir ama dillerimiz farklı, kültürlerimiz farklı… Şimdi farklılıklarımızla tekrar barışacağız, “ortak vatanda” birlikte yaşayacak, ülkeyi birlikte yönetecek, birlikte büyütecek, memleketimizi birlikte muhafaza edeceğiz.

        Sahte fikirlerle artık hiç kimse bizi dolandıramayacak!

        *

        Kimisi siyasi gelişmeler, kimisi sosyolojik vakalar, kimisi tarihsel alt üst oluşlar, kimisi felsefi fikirler üzerinden bakar meseleye; ben roman üzerinden, edebiyat üzerinden bakıyorum hayata, olup bitenlere ve ona göre bir anlam vermeye çalışıyorum her şeye. Zira biliyorum ki iyi bir roman tarih, sosyoloji, siyaset, felsefe, psikoloji bilmeden yazılamaz. Kendi adıma çok şey borçluyum kurgu ustalarına, kıymetli Mustafa Özel’in demesiyle onların “ruhuna ilahi vahiyden bir cüz nefh edilmiştir,” onları doğru anlayıp anlattıklarını bozuk para edilmiş halde tane tane anlatabilirsem eğer hem vazifemi yapmış olur, hem de hayat yolculuğunda herkese bir kolaylık sağlamış olurum diye düşünürüm bu yazıları yazarken.

        *

        O ustalardan birisiydi Kemal Tahir. O gün birçok kişiyi yerinden hoplatan fikirlerini yazdığı romanlarla serdettiğinde, gün gelecek, o gün birçok kişiyi delirten fikirlerin bir toplumsal yaraya merhem olacağını sezmişti. Büyük romancılar tümü günü kurtarmak için değil geleceğe iz düşürmek, bir mim koymak için yazarlar.

        Büyük bir alimdi, bir tarihçiydi, bir sosyolog ve nihayetinde bir romancı, bir kurgu ustasıydı Kemal Tahir. Çok genç yaşta düşmüştü mahpus damına. Müktesebatının önemli bir kısmını burada edinmişti. Anadolu’nun hapishanelerinde Anadolu insanını tanımıştı. Onlardan hikayeler dinlemiş, haleti ruhiyelerine nüfuz etmiş, kitaplarda okuduklarının sağlamasını onların üzerinde yapmış ve çok önemli sonuçlara varmıştı.

        *

        Ulaştığı sonuçları bilimsel makaleler, gazete yazıları, akademik tezler şeklinde yazmaktansa, roman denilen o “trajik destanla” dile getirmeye başladı. “Dram ve trajedi” kelimelerini pek seviyordu. Onun için “gösterme sanatı” olarak romanı seçtiğinde “drama düşmüş” insanı ancak bu büyülü araç yoluyla anlatabileceğini biliyordu.

        Ona göre büyük dramımız, “millet olmaktan” vazgeçişimizle başladı. “Milletin” yerine “ulusu” koyduğumuzda, bizi muasır medeniyete götürecek biricik araç “Batılılaşmak”tı. “Bir çaresizlik anında” Batılılaşma fikri gelip buldu bizi. Bulur bulmaz da bir bela oldu yapıştı yakamıza, bizi hem köklerimizden kopardı hem de kimlik bunalımına sokarak yön bulmamızı bir hayli geciktirdi.

        Batı meselesi üzerine düşündükçe, değişik halkları bir arada tutan Osmanlının kurduğu düzenin kusursuzluğunu kavradı. Hapishanede külahı önüne koydu, derin derin tefekküre daldı.

        Sahi neden ille de bir model arayıp durmuştuk? Neden ille de dışarıda yazılacak bir reçete peşindeydik? Bizim dünyaya söyleyecek sözümüz yok muydu? Neden kimse bize öykünmüyor, neden daima biz birlerine benzemeye çalışıyorduk?

        Batıcı aydının bulduğu fikir onunla halkı arasındaki bağı kopardı. Halk aydının dilini bilmiyordu. Batılı hiçbir model, Marksizm olsun, diğer Batı kaynaklı ideolojiler olsun bizi açıklamada yetersiz kalıyordu. Her toplumun kendine has bir sesi vardı çünkü. Biz de özgün bir türkü söyleyebilirdik. Türkçe sözlü Batı müziği bizi açıklamıyordu. Neden Batının bulduğu tecrübe tek tecrübe olsun ki? Ama ne yazık ki bunlar uzun uzun konuşulmadı. Kör gözüme parmağın bir Batıcılık bizde mukaddes bir fikir haline geldi. Reform yoluyla Batılılaşacaktık. Bir süre sonra yapılan reformlardan halk bihaber oldu. Öyle ki Başbakan değişikliklerinde bile Anadolu köylüsünün aylar sonra haberi oldu. Devlet aydını, böyle böyle kökünden uzaklaştı, reformların bütün yükü de yoksul halkın sırtına bindirildi, aydın ile halk arasındaki uçurum büyüdükçe büyüdü. Bu büyük bir dramdı. Kökü üzerinde yeşermiş binlerce yıllık çınarı bulunduğu bereketli yerden söküp başka bir yerde, kıraç bir toprakta başka bir ağaç olarak yeşertmeye benziyordu yaptığımız.

        Batılılaşalım derken bir anda devletimizden de olmuştuk.

        Kemal Tahir’e düşen, romanlarıyla aydını devletiyle tekrar buluşturmak ve özüne davet etmek oldu.

        *

        Yazdığı bütün romanlarda kahramanları kaybedilen o devleti arayıp dururlar. “Yorgun Savaşçı”da doruğa çıkar bu arayış. Bir grup asker vardır, silahları vardır, tecrübeleri vardır, ama ellerinde bir devletleri yoktur. Çeteler türemiştir her yerde. Her çete başına buyruktur. Yıllar sonra çeteciliğin bu kadar itibar göreceğini, Deniz Gezmişlerle başlayan gerillacılığın bu kadar kutsanacağını, birkaç kitap okuyarak, birkaç şiir ezberleyerek, o romantik düşleri yeni bir toplumsal tasavvur olarak sunan birtakım maceracıların, tıpkı onun romanında anlattığı çeteler gibi dağa çıkacaklarını sanki o günden öngörmüştü. Bu da büyük bir dramdı. Aynı romanda maskesini düşürdüğü çetecilerin eşkıya kılığına bürünmüş halini romantikleştiren, hatta eşkıyaya toprak reformu yaptıran sakat solcu anlayışla “Rahmet Yolları Kesti” romanıyla hesaplaştı. Eşkıyalık, zenginden alıp fakire dağıtan bir kurum değil, devletin acz içine düştüğü, hukuktan uzaklaştığı, yönetmekte zorlandığı bunalım dönemlerinde ortaya çıkan bir tür soyguncu düzeniydi. “Bozkırdaki Çekirdek”te ise Batıcı aydının ayakları yere basmayan idealizminin zıddına dönüşmesini, çıkmaz bir sokağa girerek ilerde çok faydasını göreceğimiz köy enstitülerini kapatmak zorunda kalmasını anlattı. Yazdığı bütün köy romanlarında, Türk aydının köye tepeden bakan Batıcı şablonların tümünü birer birer yıktı. Anadolu köylüsü fakirdi amenna ama haysiyetsiz değildi. Kendileri olmasa da “ruhları hürdü”. Bizde Batıda olduğu gibi, evlenen köylünün “ilk gece hakkını” bile elinde bulunduran derebeyliğin gelişmemesinin sebebi bu “hürlük”tü. Ama bu hürlük işlenmemiş, ham bir hürlüktü. Köylü hürlüğünü “çile çekme gücü ve azla yetinme alışkanlığından” alıyordu. Bu iki zenginlik, hiçbir varsılın edinemeyeceği bir zenginlikti.

        *

        Yazdığı romanlar muazzam bir etki yarattı. Fikir adına özgün pek bir şeyin yeşermediği bu “kıraç ülkede”, Mehmed Uzun’un deyimiyle “deha çok uzun yıllardan beri, bir daha uğramamak üzere” pılısını pırtısını toplayıp gitmişti. Batıcı fikri empoze eden çeviri birkaç kitap vardı Türk aydınının koltuğunun altında. Kapıldığı Marksizm cereyanına dair kendisi tek bir özgün eser ortaya koymamıştı, edindikleri bütün bilgiler “ikinci el”di, tercümeydi. Bildikleri Marksizm Türkiye toplumunu açıklamıyordu. Bizde özel mülkiyet yoktu. Mülk devletindi. Özel mülkiyet ve zenginleşmiş bir burjuva sınıfı olmadığından, işçi sınıfı da yoktu. Devleti ortadan kaldırmakla sosyalizmi getiremezdik. Bizdeki kolektif mülkiyet sosyalizme çok yakındı. Aydının görevi devleti ortadan kaldırmak değil, devletin halka karşı daha adil, daha kerim olmasını sağlamak, açları doyurmasını, yoksulları giydirmesini, soyguna son vermesini, sömürüye izin vermemesini sağlamaktı. Devlet bunu yapamazsa halkı ile arası açılır, halk devletinden soğur, bu da düzenin bozulmasına yol açar.

        Bu yüzden Kemal Tahir’in romanları salt roman olarak karşılanmadı. Hepsi birer tarih kitabı, birer siyaset belgesi, birer felsefe defteri olarak algılandı, okundu, tartışıldı. O da bu bunu istiyordu zaten.

        *

        Rusya’da Dostoyevski “Rus ruhuna” nasıl nüfuz ettiyse, Türkiye’de Kemal Tahir, Oğuz Atay ölmeseydi eğer bir kitabına isim yapacağı “Türkiye’nin ruhuna” öyle nüfuz etti.

        *

        PKK’nın silahlarını yakmasıyla ortaya çıkacak yeni gelişmelere bağlı olarak, isterseniz buna siz “emperyal vizyon” deyin, Türkiye kendine yeni bir evrensel misyon yüklemeli. Kemal Tahir’e göre bu bir hayal değildir. Zira daha önce biz bu filmi gördük, bunu yaşadık, dünyanın önemli bir kısmına hükmettik. En görkemli zamanlarımızda Doğu halklarını Batının sömürü düzenine karşı savunduk, devletin egemenlik alanında Batılıların kurduklarına benzer bir soygun düzenine izin vermedik, Batı tipi bir sınıflaşmanın önüne geçtik, sömürü çarklarının kurulmasına geçit vermedik.

        Batılılaşırken bu misyondan vazgeçti devlet. Sorumluluğundan vazgeçerek kendi eliyle bir “türedi burjuva sınıfı” yaratmaya kalkıştı. Böylece “baba” olma vasfını kaybetti, çocuklarının tümünü evlatlıktan ret etti. Türk aydını ve halkı böylece babasız kalan bir öksüz konumuna düştü.

        Şimdi tekrar o büyük, adil, evlatlarını koruyan, bütün farklılıklara eşit mesafede yaklaşan, kimseye “üvey evlat” muamelesi yapmayan bir devleti diriltmenin zamanı. “Devlet Ana”da ulaşmak istediği fikir buydu Kemal Tahir’in.

        Biz de bir şey olacaksa, devlet istediği için olur. Ve devlet isterse her şey olur.

        Baksanıza “devlet istedi”, PKK sekiz ay içinde elindeki silahları yaktı!

        Ha bu arada, devleti bu kadar kutsamış bir münevver olarak Kemal Tahir, devletin gadrine en çok uğramış, hışmını çekmiş romancıdır. Yıllar yılı hapishanede çürüttü onu devlet, çıktıktan sonra da yakasını bırakmadı, her canı istediğinde gidip buldu ama o tek bir gün olsun bunu mesele yapmadı, diğer Türk aydınları gibi ağlak ağlak dolaşıp aktivistlik yapmadı, sol yumruğunu sıkıp barikatların üzerine yürümedi. Hep günün birinde tekrar büyük bir “millet” olabileceğimizin düşünü kurdu durdu.

        Rahat uyu Kemal Tahir! Galiba şimdi o günün şafağındayız!