Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muhsin Kızılkaya Uzağımızın yakınındaki köy!
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        1970 yılının sonbaharında, şehir merkezindeki yatılı mektebe gönderdikleri gün terk ettiğim, geçen elli sene zarfında bir iki istisna hariç bir daha da gitmediğim, çocukluğumun dört yılını geçirdiğim, 1924 yılına kadar Nasturilerin yaşadığı, tekmil “gavur” buralardan sürülünce de topraksız fakir Müslümanların yerleştirildiği Hakkâri merkeze bağlı Bakê köyüne, bir iki hafta önce kızımla oğlumu alıp çok uzun yıllardan sonra tekrar gittim. Çocukluğumda bu altı haneli köye giden araba yolu yoktu, okul yoktu, elektrik zaten hak getire… Merkeze on beş, yirmi kilometrelik yolu yürüyerek giderdik şehre. Bir yarıyıl tatilinde, benden bir yaş büyük ağabeyimle birlikte, şehre gelmiş kambur bir komşumuzun rehberliğinde yola çıkmış, şubat ayı, yolda kar yağmaya başlamış, yolun yarısında kar dizi geçince takatim düşmüş, kambur akrabamız beni sırtlamış, öyle varmıştık çok özlediğim evimize. Etrafına duvar örülmüş, müdür izin vermedikçe tatil günlerinde bile dışına çıkamadığımız yatılı okuldan köye gitmek, cehennemden cennete gitmek gibiydi. Sabah uyanır uyanmaz, derin bir soluk almış, dünyanın en güzel yerinin burası olduğuna tekrar kanaat getirmiştim. (Üç ev görsek bir şehir sanıyorduk-Turgut Uyar)

        Irmağın üzerindeki betonarme köprüden geçip çocuklarımla birlikte köyün içinde arabadan inince, yatılı mektepten buraya geldiğim ilk günü hatırladım ister istemez. O gün hissettiğim ferahlık duygusunun yerini şimdi kesif bir hasret, bir nostalji almıştı. Bir de mesafeler çok kısalmış, her şey küçülmüş, mini minnacık bir hal almıştı. Gayri ihtiyari karşı yamaca baktım, orada keçi otlatan o küçük çocuk ilişti gözüme. Erken bahar aylarında, seher vakti keçileri o yamaca götürür, akşama kadar onlara çobanlık yaparsam, akşam ağıla soktuktan sonra içerde beni bekleyen, akşam namazını kılıp hep birlikte yemek yendikten sonra duvarda asılı Saatli Maarif Takvimi’nin o günkü yaprağını koparacak olan ağabeyim, bana yaprağın arkasındaki hadis-i şerifi okuyacak, okuduklarını Kürtçeye tercüme edecek (Türkçe bilmiyorum henüz), ben de o hadiste anlatılan kıssanın kendi payıma düşen kısmını öpüp başıma koyacak, büyüyünce hadisin buyurduğu gibi iyi bir insan olmak için kendime bir kez daha söz verecektim. Bir yandan etrafa göz gezdiriyor, çocukluğumun izlerini arıyordum, bir yandan da ta İsveç’ten gelmiş olan çocuklarıma bakıyordum. Önce kızım sordu:

        “Burayı seviyor muydun baba?”

        “Çok” dedim. “Ayrılmak o kadar zor gelmişti ki…”

        “Ne yapıyordun burada?” diye bu kez oğlan sordu.

        “Her köylü çocuğunun yaptığını… Başka bir yerin varlığını bilmiyorsan, yaşadığın yer dünyanın en güzel yeridir senin için,” dedim.

        İstanbul Ortaköy’de büyümüş, böylesine bir “köyle” ilk defa karşılaşmış olan iki şehirli çocuğun, buraya kadar uzamış olan köklerine dair bir şeyler geldi mi akıllarına, kendi çocukluklarıyla; babalarının çocukluğunun geçtiği, ırmak sesinin her şeyi bastırdığı bu ıssız yeri karşılaştırdılar mı derinlerinde bilmiyorum, yine bildiğim çocukluğumla çocuklarımın çocuklukları arasında birkaç asrın varlığıdır. Ben uzak bir çağda muhteşem bir çocukluk yaşamıştım bu dağlarla burun buruna yaşanan yerde, onlar ise yapay zekâ çağında korunaklı bir şehir sitesinde başlamışlardı hayata. Benim çocukluğumda tehlike için belirlenmiş sınırlar yoktu, yaşadığımız yerin her metrekaresi benimdi, istediğim kadar gezebilir, hayvanlarla dostluk kurabilir, gerekirse düşmanlık yapabilir ama akşam evin yolunu kendim bulmalıydım. Doğayla savaşmakta serbesttim, yardımcı silahları kendim bulup seçmeliydim, korkunun üzerine kendim yürümeli, tehlikeyi sezip kendim savuşturmalıydım. Ama çocuklarımın böyle bir hayatı olmamıştı. Okul servisi eve getiriyor, okula yine servis götürüyordu ve benim bu köydeki yaşlarımda, sitenin dışına çıkma izinleri yoktu. Şehir devasa bir canavardı, ağzını açmış, bütün homurtusuyla çocukları yutmaya hazırdı, sokaklar tekin değildi, hiçbir sürücü yaya geçidine yaklaştığında hızını kesmiyordu mesela. Arabaya binen, kendini şehrin şerifi sanıyordu.

        *

        Böyle bir deneme yazmak aklımda yoktu. Ama yazı fikri de aşka benzer, gezer durur yazarın etrafında. Bir esinti, bir çağrışım, bir duygu kırıntısı, bir yankı, bir seda, bir karşılaşma yeni yazı fikri olarak gelir bana çoğu zaman.

        Hakkari’den Van’a döndükten sonra, Van’da kıymetli dostum Halit Yalçın’dan o sırada bana dünyanın en güzel haberi gibi gelen, iktisat feylesofu, edebiyat alimi Mustafa Özel’in bir konferans için Van’a geldiğini öğrendim. Bazı insanlarla tanışmadan dost olursunuz. Onu severken, nedendir bilmem ama onun da sizi sevdiğini hissedersiniz. Ben nesrinden tanıyordum Mustafa Özel’i. Vakti zamanında kıymetli Ahmet Davutoğlu, “Roman Diliyle İktisat”, “Roman Diliyle Siyaset” kitaplarını hediye etmiş, yudum yudum okumuş, o kitapları yazan adamı daha çok merak etmiştim. Daha sonra Hoca’nın romanbilimle uğraştığını, modern akıl ve vicdanı romanın şekillendirdiğine inanan, romancının “Tanrıyı kıskanan” modern çağın şamanı, yani zifiri karanlık bile olsa, o karanlıkta her şeyi gören adam olduğunu düşünen; romancı, şair denilen “dilbazın” bazen keramet bazen de kehanet dolu sözlerini çok önemsediğini, çoğu zaman onları tarihçi ve içtimaiyatçılardan daha yararlı bulduğunu, şairlerin ve romancıların bize başımıza gelen ne varsa her şeyi tatlı bir dille hissettirdiklerini, bizi kötü, hodbin, bencil, adaletsiz dünyada dik durmaya çağırdıklarını anlatan bir alim olduğunu öğrenmiş ama bir türlü yolumuz kesişmemiş, şahsen tanışmamıştık.

        İstanbul’a geldiğim günden beri seküler insan mahallesinde birkaç dostum vardı seçerek edindiğim; hayatımın bir döneminde yolum karşı mahalleye, Müslüman mahallesine düşünce, burada da kendime hemen komşu yapabileceğim bir yığın insanla karşılaştım. İhsan Süreyya Sırma, Mehdi Eker, Nabi Avcı, Ömer Dinçer, Ali Kemal Temizer, Mustafa Şahin ve henüz tanışmadan önce çoktan listeye aldığım Mustafa Özel mesela… Hakikatin kaçıp bir yerlere saklandığı bu cangılda, bu insanların sesi bana çok munis, çok merhametli geliyordu. Kelimelerimiz farklı olsa da aynı anlam halesi kuşatmıştı hepimizi. Hepsiyle dost oldum, Mustafa Özel’le tanışmak da Van’da nasip oldu sonunda.

        “Roman Diliyle İktisat” kitabı, İstanbul’da depodaki kitaplarımın arasında kalmıştı. Van’da elindeki tek kitabı bir arkadaşına imzalamıştı, ondan rica etti, boş kalan sayfayı da bana imzaladı, söz verdi dostuna, ona imzalı yenisini gönderecekti. Dostu Mehmet Emin Çakay’dan ikimiz de af diledik, kitap bana geçti. Şimdi, Datça’da okuyorum kitabı yeniden.

        Mustafa Hoca, kitabının bir bölümünü üç yazar ve üç romana ayırmış: Balzac “Köy Hekimi”, Kemal Tahir “Bozkırdaki Çekirdek” ve Mahmut Makal “Bizim Köy… İlk bakışta birbiriyle hiç alakası olmayan üç yazar ama aynı temada birer kitap yazmış üç yazar…

        *

        Fransızların bir huyu var; yazarlarının yazdıklarını içselleştirmede onların üzerine millet yoktur. Flaubert, Fransız kadınlarına tıpkı bir terzi gibi yeni bir giysi dikip giydirdi, romanlarında yaşama alışkanlığına dair yeni bir tarz yarattı, parfüm, takı icat ettirdi. Balzac sofra adetlerini düzenledi, ticaretin inceliklerini öğretti, modern sanata öncülük etti, Paris’i tanıttı, sevdirdi. Gizli gizli, tırtıklaya tırtıklaya “İnsanlık Komedyası”nı kendi hayatlarının bir parçası haline getirdiler Fransızlar. Romanın, “milli şuurun” oluşmasındaki etkisini görmek istiyorsak, 19. asır Fransız romanının, o toplumda yarattığı etkiye bakmak yeterlidir bence.

        Onlar romanı yeni bir “bilince” vesile olsun diye okudular; biz ise romanda anlatılanların devlete zarar verip vermediğine bakmak için… Onlar romanı milli şuurun oluşmasının aracı yaptılar, biz ise zararlı fikir ihtiva eden birer lanetli kitap… Bizim yazarlarımız romanlarında sadece “şikayet” ettiler, bütün suçu devlete yüklediler, devlet düzeni değiştiğinde veya iktidardaki parti yerini yazarın sevdiği partiye bıraktığında her şeyin düzeleceğini sanırken, onların yazarları devlet yerine bireyle uğraştılar. Bireyin değişmesiyle düzenin değişmesine inanırken onlar, biz düzenin değişmesiyle bireyin değişeceğine inandık. Her şey tersine işledi bizde, zira ilk düğmeyi yanlış iliklemiş, bu yüzden de üzerimizdeki gömlek yamuk durmaya başladı modernleşme tarihinin başlangıcından bugüne.

        Bir şehir yazarıydı Balzac. Paris’i “İnsanlık Komedyası”nda öylesine anlatmıştı ki, “eğer günün birinde bir yangında bütün şehir yok olursa, romanlarına bakarak onu yeniden inşa etmek mümkündür” dediler. Fransız toplumunun derinliklerine öylesine nüfuz etti ki, Özel’in deyimiyle, “kapalı kapıların ardında olup biteni, orada bulunanlardan daha iyi ‘görebildi’”. Romanlarını Türkçeye çevirmiş olan Cemil Meriç sayesinde tanıştığı Balzac’la ilgili olarak Mustafa Hoca, “şehre hâkim olduğu kadar, köy gerçeğine de hâkimdi” diyor. “Köy Hekimi” romanında köyü anlatırken, köydeki geriliği, kabalığı, dar ufku, cehaleti, pisliği bir yerlere şikâyet etmiyor veya yüceltmiyor, onu bu durumdan kurtarmak için kendi buluşu olan “bir reform” öneriyordu. Köydeki ilkel şartlar mutlaka düzeltilmeli ama bu düzeltme görevini ne öğretmene ne de kaymakama yüklüyor, işi bir doktora, yani “bilime” havale ediyordu. Doktor da fikirlerini yaygınlaştırmak için herkesin sözünü dinlediği papazı seçiyordu. Ona göre kilise papazı gericiliğin sembolü değildi. Türk modernistleri gibi bakmıyordu meseleye, dinle bilimi karşı karşıya getirip çatıştırmıyordu. Mesajını vermek isterken de bütün köylülerin sempati duydukları, sözüne güvendikleri rahip üzerinden köylüye benimsetmeye çalışıyordu. Bizde ise “gericiliğin temsilcisi” olan imam ortadan kaldırılırsa eğer, köylünün aydınlanacağına, ilkel düşüncelerden kurtulup çağdaşlaşacağına inanıyordu Kemalist yazarlar.

        *

        Cumhuriyete kadar; doğma büyüme İstanbullu, o şehirde okumuş, orada devlet memuru olup memleketin yönetiminde görev almış çoğunluğu Rumelili Türk aydını için Anadolu bir muammaydı. Orayı ne tanıyor ne de önemsiyordu. Anadolu Osmanlı için neyse, modernist Türk aydını için de oydu. Şevket Süreyya Aydemir, birinci cihan harbinde doğu cephesine asker olarak giderken boydan boya kat ettiği Anadolu topraklarında bazen günlerce yürüdüğü halde hiçbir hayat belirtisiyle karşılaşmadıklarını, karşılaştıklarının da açlıktan avurtları çökmüş birkaç yaşlı insanla, uyuz, ölmekte olan birkaç eşek ve katırdan ibaret olduğunu yazar hatıratında. Bu sefalet yurdunda Mustafa Kemal ve arkadaşları Fransız Üçüncü Cumhuriyeti’nin benzerini kurmak için sıvadılar kolları. Nazım Hikmet’in bir şiirinde tarif ettiği “Topraktan öğrenen”, “kitapsız bilen”, “Hoca Nasreddin gibi ağlayan”, “Bayburtlu Zihni gibi gülen”, “ölmeden mezara” giren Anadolu köylüsünden yeni bir “makbul vatandaş” yaratmaya kalkışan Kemalistlerin o zamana kadar atıl kalmış köylüyü harekete geçirmek için sloganı hazırdı:

        “Köylü milletin efendisidir!”

        “Orada bir köy var uzakta / Gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüz” deyip, yeni toplumu, köylü gücüyle inşa etmek isteyen Kemalizm’in fikir babaları Kadrocular; Anadolu’nun her yerine yayılmış olan, o zamana kadar kimsenin gidip görmediği, kendi bitiyle barışık, fakirliğin içinde debelenen, topraktan geçinip çok genç yaşlarda ölüp toprakla buluşan köylünün yaşadığı her yer “bizim köyümüz”dü. “Kadro” dergisinin kadrolu yazarlarından birisi olan Falih Rıfkı Atay’a göre Cumhuriyetin gönlünden geçen “bizim köy”ün prototipi, Ankara’nın Etimesgut köyüydü. Dergide “Etimesgut köyünün bir İsviçre köyünden ne farkı var?” diye sorarak başlar yazısına Falih Rıfkı. Zira yazının yayınlandığı 1933 yılında Ankara’nın bir köyü olan Etimesgut’un yolu asfaltlı, içinden tren geçiyor, elektrik çekilmiş, sulama kanalları açılmış, okul, dispanser, otel ve çarşısı var. Yazara göre, bütün bu çağdaşlaşmaya, aydınlanmaya rağmen, Etimesgut’taki köylünün hayatı, Van’daki köylünün hayatından farksızdır hâlâ. Kışın yakmak için o da ineklerinin gübresini kurutuyor. Evine bir göz daha eklemek istediği zaman o da kerpiç yoğuruyor. O da kaşınıyor, bit kırıyor, ottan döşeği üzerinde uyuyor. Falih Rıfkı, kendisinden sonra gelen sosyalist Kemalistler gibi köyün durumunu gösterip hükümet bütün bu sefaleti önlemediği için sosyalist bir devrimle bertaraf etmeyi önermiyor. Onun önerisi düzen içinde bir çözüm önerisidir. Ona göre köyü “devrimci öğretmen önderliğinde önce ağayı, sonra da imamı ipe çekerek girişilen bir devrimle” değil, onu ancak aklı başında eğitimci ve işini bilen iktisatçının kurtaracağına inanıyor. Köy için bir gelecek tasavvuru var onda, köyün geleceğine dair bir düşü… Şunları yazar:

        “Bizim köy, Kemalist köy, Türk ihtilalinin köyü, baştan başa bir dinamo gibi cihazlanmış, kilovar ışığıyla bakan, dalga uzunluğuyla dinleyen, ocağı başında gazetesinin Köy Saati’ni okuyan, Hamburg piyasasının tahıl fiyatlarını soran Kemalist köylü…”

        Milliyetçi Kemalistlerin bu düşü ne yazık ki gerçekleşmedi. Bu yazının yayınlanmasından çok değil yirmi sene sonra, köy enstitüsü çıkışlı Mahmut Makal adında gencecik bir köy öğretmeni, kendi günlüğü olarak da okunabilecek, roman desem roman değil, hikaye desem hikaye değil, günlük desem günlük değil, adına “Bizim Köy” denilen bir kitap yayınladı. Kitapta sefil bir köy portresi çiziyordu. Ve bu kitap edebiyatta yeni bir akımın başlama vuruşunu yapan öncü kitap olarak geçti tarihe. “Bizim Köy”ün yayınlanmasıyla başlayıp 1980’e kadar süren edebiyatta “köy romanı” geleneğini o başlattı. Böylece “köylü milletin efendisidir” sloganıyla yola çıkıp düşlerindeki “inkılap köyünü” yaratamayan milliyetçi Kemalistlerin elindeki bu oldukça işlevsel malzeme, sosyalist Kemalistlerin eline geçti. Aslında Mahmut Makal da bir “aydınlanma neferi”ydi ama yazdıkları “Kemalist köy” projesini yerle yeksan ettiğinden devleti yöneten her türden bürokratın hışmına uğradı. Bu densiz genç, yıllardan beri çalışarak oluşturdukları projeyi berbat etmiş, bir “hain” kadar vatana zarar vermiş, azılı bir “komünist”ti. Kitabı CHP’nin iktidar yıllarındaki bir köyü anlatıyordu ama DP döneminde yayınlandığı için onları da rahatsız etmiş, kodesi boylamıştı. Suçu büyüktü; memleketin imajını bozuyordu!

        Mustafa Özel’e göre kendi köyünü anlatan, ona hiçbir şey ilave etmeden sadece anlatan bu kitabın serüveni “Türkiye’de maddi, idari ve fikri sefaletin panoramasıdır.” Öyle bir köy ki, dünyadan o kadar izole ki, bırakın Falih Rıfkı’nın sözünü ettiği “Hamburg piyasasındaki tahıl fiyatlarını” bilen köy, kendi memleketindeki Başbakan değişikliğini bile (Hasan Saka yerine Şemsettin Günaltay’ın gelmesi) üç ay sonra öğrenen bir köy…

        *

        “Bizim Köy” kısa sürede hem bir edebiyat hem de siyaset hem de sosyolojik bir vaka oldu çıktı. Kitabı yere göğe koymadılar. Yaşar Nabi’den Nurullah Ataç’a, Nazım Hikmet’ten Fakir Baykurt’a, Vedat Günyol’dan Sabahattin Eyüboğlu’na, Nadir Nadi’den İlhan Selçuk’a, Yaşar Kemal’den Tahsin Yücel’e, Ahmet Emin Yalman’dan Va-Nu’ya, Abdi İpekçi’den Melih Cevdet Anday’a, Çetin Altan’dan Samet Ağaoğlu’na kitaba hayranlıklarını ifa etmeyen yazar, şair, mütefekkir kalmadı. Mahmut Makal, yanı başlarında gidip görmedikleri bir gezegeni alıp konforlu evlerinin içine sokmuştu. Ey devlet, neredesin? Yurttaşların tezekle besleniyor tezek!

        “Bizim Köy”ü bu yaşına kadar üç defa okumuş olan Mustafa Özel, her defasında bütün o büyük yazarların bulup da kendisinin ıskaladığı şeyi arayıp durmuş ama ne yazık ki onların bulduğu “cevheri” üç okumada da bulamamıştı. Müthiş bir teşhis koyar:

        “Türk aydını, ülke gerçeğinden tamamen kopuk bir budaladır. Budalayı asla Dostoyevski’nin kullandığı Don Kişotvari bağlamda kullanmıyorum. Düpedüz ahmak demek istiyorum.”

        *

        “Bizim Köy”le başlayıp “Yılanların Öcü”yle devam eden köy romanları edebiyat alemini esir alınca, hele hele Yaşar Kemal “İnce Memed”e “toprak reformu” yaptırmaya kalkışınca bu içi boş, sadece “gösteren”, devamlı “şikayet eden”, aklı başında tek bir çözüm yolu önermeyen köy enstitüsü çıkışlı yazarların Özel’in deyimiyle “nefretini” yüzlerine vuran tek yazar Kemal Tahir oldu. “Rahmet Yolları Kesti” romanıyla sosyalist Kemalistlerin “İnce Memed” romanı bağlamında yücelttikleri eşkıya romantizmini yıkmakla kalmadı, “Bozkırdaki Çekirdek”le de “Bizim Köy” balonunu da patlattı. Makal ve diğer solcu Kemalistler köy gerçeğini bütün çıplaklığıyla dile getirirlerse eğer, yaz gazeteci, hallerimizi aynen böyle yaz diye feryat edenlerin sesine kulak verip her şeyi yalın bir şekilde anlatırlarsa sorun kökünden çözülecekti. Kemal Tahir onlar gibi düşünmüyordu, ona göre yazar meseleyi dile getirince mesele çözülmüyor. Yazarın görevi mevcut gerçekten yola çıkarak geleceğin tarihi yazmaktır. Kemal Tahir’e göre “aydınlanmış” Kemalist yazarlar, tanımadığı köye ve köylüye tepeden bakıyorlardı. Anadolu köylüsü fakir ama köle ruhlu değildir. Köy enstitüleri köylüyü fakirlikten kurtarmak için değil, Kemalist rejime aydınlanmış emir eri yetiştirmek için kuruldu, bir amaç da köyü eski halinde tutmak içindi. “Kemalistlerin derdi köyü kalkındırmak değil, tek parti rejimini korumaya ayarlı taze elemanlar yetiştirmektir.”

        Bu mekteplerde yetişen çocukların bir kısmı “format dışına” çıkınca çabucak enstitüleri kapattılar.

        *

        Çocuklarımla birlikte birkaç gün Van ve Hakkari’de dolaştık. Yaylalara çıktık, derin vadilere saklanmış köylerin içinden geçtik. Seyahat boyunca yolumuza çıkan köylerde insanların neden yaşamadığına dair kızımın sorusuna, “Devlet, 1990’lı yıllarda bütün bu köyleri boşalttı” diye cevapladım. Oğlumun “İnsanlar nereye gitti?” sorusuna da “Şehir denilen daha büyük köye” cevabını verdim.