Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        PKK’nın silahları yakma töreninden sonra; törenden geri dönerken bir arabanın içinde olan biten her şeyi, gördüklerini, tanıklığını, içine zerre hissiyatını katmadan mükemmel bir gazetecilik lisanıyla en ince ayrıntısına kadar tatlı tatlı anlatan Habertürk’ten Mehmet Akif Ersoy’u dinlerken, uzun ama çok uzun, kim zaman ucunda bir ışık görünen, çoğu zaman da bıçak işlemez kör karanlığa bürünen ucu bucağı olmayan daracık, klostrofobik bir tünelin içinden geçtim. Zaman zaman soluğum kesildi, zaman zaman dilimden düşmek isteyen ama bir türlü bir anlama kavuşmayan kelimeler düğümlendi boğazımda, soluksuz kaldım, ağlamak geldi içimden.

        Ağlasaydım eğer dökülecek gözyaşlarım sevinç gözyaşları olacaktı kuşkusuz. Kendimi çok talihli biri olarak gördüm bir anda çünkü. Benim gibi hayatını bu mesele içinde geçirip, onca belayı atlatmış, zaman zaman ölümlerden dönmüş, çoğu zaman her iki tarafın “haini” olmuş birçok isim, mesela Mehmed Uzun, mesela Musa Anter, mesela Şerafettin Elçi, mesela Tahir Elçi, mesela Sırrı Süreyya Önder ve daha yüzlercesi bugünü görmeden öldüler.

        Her iki tarafın sıktığı kurşunlar hayatının baharında gencecik insanların bedenlerine isabet etmesin diye bedenini duvar yapmaya hazır birçok insan barış diye diye göçtü öteki dünyaya. Ben bugünü gören bir talihliyim; Allah’ım, şükürler olsun sana!

        *

        Süren bir savaşı, biten bir savaşı en iyi kim anlatabilir sahiden? Benim gibi her safhasına şahitlik yapmış, üzerine bir araba dolusu laf etmiş, yirmiden fazla kitap yazmış gariban bir muharrir mi, yoksa silahları yakmaya gelen üç manga militanın başında silahlı gelip, aynı mangaların başında silahsız dönen Besê Hozat mı? Elinde silahıyla gelirken ne kadar mağrur bir erkek; silahını yaktıktan sonra dönerken ne kadar munis bir kadındı! Silahını yakmış bir asker artık asker değildir çünkü. O Besê Hozat ki, 2013 barış sürecini, 2015 yılının 14 Ağustosunda İstanbul’da çıkan bir günlük gazetede yayınlanan yazısıyla “Süreç devrimci halk savaşı sürecidir” diyerek bitişini resmen ilan etmişti. O gün barış sürecini resmen bitirip savaşı resmen başlatan kadın, bugün savaşı resmen bitiren, silahını ilk yakan kadın oldu. Tarih öylesine müdanasız bir kalıba dökme ustasıdır ki, zamanın neresinde kime ne rol vereceğini ondan başkası bilemez. O Besê Hozat ki, 1992 yılında dağa çıkmış olan kız kardeşini geri getirmek için çıkmıştı dağa. Kardeşinin izini bulmuş, varmış yanına, onunla uzun uzun tartışmış, oradakilere “kardeşimi almadan buradan gitmem” demiş, bu arada kardeşine bir görev çıkmış, o beklemiş, kardeşinin bulunduğu yerde bir çatışma çıkmış, ölüm haberini alınca da kardeşinin silahını alıp onun yerine geçmişti.

        Böyle bir hikaye mesela Tolstoy ayarında bir yazarın eline geçse, sanırım savaşı bu hikayenin kahramanı olan Besê Hozat değil, ancak koca sakallı o koca herif anlatabilirdi bize.

        Zaten savaş deyince hep onun romanı gelir hepimizin aklına.

        *

        Yaklaşık elli seneden beri görünmez bir orkestranın çaldığı “kaleşnikof senfonisini” her türlü müziğin üstünde tutan bir anlayışın sıktığı ilk kurşundan bugüne, o kadar çok hikaye duydum, o kadar çok hikaye yazdım ki… Şimdi bütün hikayelerin finaline gelmiş bulunuyoruz. Bir yazar yazmıyor hikayemizi artık, hikayenin gerisi kurgusuyla, finaliyle elimizde. Kahramanı da biziz, yazarı da…

        Hemingway gönüllü düşmüştü böyle bir hikayenin içine. Hiçbir komutan, hiçbir asker anlatamadı onun “Silahlara Veda”da anlattıklarını. Savaşın içinde hakikati arıyordu o. Hakikat denilen şey neydi peki? Hakikat, belki de Tolstoy’un bütün yazdıklarının başkahramanı olan şeydi. Hani hepimizin aradığı ama bulup ona sarılmak için değil, bulup canını okumak için aradığımız şey…

        Başımız sıkıştıkça başvuruyoruz Tolstoy’un “Savaş ve Barış”ına. “Tarihin akışı büyük insanların iradesine bağlı değildir” diyordu o devasa romanında. Ona göre savaş tek bir sebepten dolayı çıkmaz. Milyonlarca sebep bir araya gelir, içlerinden aklımıza uygun olanını seçer, onu sebep yaparız o savaşa. Çıktığı günden beri, Avusturya-Macaristan veliahtının bir Sırp tarafında öldürülmesi gerekçe gösterilir ama hepimiz biliyoruz ki bu değildir birinci cihan harbine sebep. Napolyon durup dururken neden saldırdıydı Rusya’ya? O Rusya ki her şeyiyle hayrandı Napolyon’un diline, kültürüne, yaşama alışkanlıklarına… “1812 çocukları” hâlâ bu sorunun cevabını arayıp duruyorlar Rusya’da. 1984’te, 14 Ağustos’ta Şemdinli’de, aynı gece Eruh’ta sıkılan ilk kurşunun sebebi ne Lozan ne herkesi aynı kalıba sokan ideolojinin dayattığı tekçilik ne Kürtçenin kamusal alanda yasaklanması ne jandarma baskısı ne memleketin bir bölgesinde yaşayan herkesin “ötekileştirilmesi” ne de “Apo’nun caniliği”ydi.

        Böyle bir savaş çıkacaktı. Daha önce onlarca provası yapılmıştı çünkü. İmkanı yok yaşananlar yaşanacaktı. Bu durumu Tolstoy, “Savaş ve Barış”ta şöyle izah eder:

        “Milyonlarca insanın insanca duygularını ve akıllarını yitirerek batıdan doğuya yürümeleri (Napolyon’un Moskova’ya saldırması-MK) ve insan kardeşlerini öldürmeleri zorunluydu. Tıpkı birkaç yüzyıl önce yığın yığın insanın, kendi cinslerinden olan varlıkları öldürmek için doğudan batıya yürümeleri gibi… Olayın meydana gelmesi ya da gelmemesi, görünüşte Napolyon’un yahut Çar Aleksandr’ın bir sözüne bağlıydı. Oysa aslında onlar davranışlarında, ancak sefere kurayla ya da toplanarak katılan her er kadar özgürdüler. Çar tarihin kölesidir… Tarihi olaylarda Büyük Adam denilen insanlar olup bitenlere etiket yapıştırırlar; olaya ad takarlar. Olaylar insanların iradesine bağlı değildir; tarihin genel akışına bağlıdır ve meydana gelişleri daha yüzyıllarca öncesinden hazırlanmıştır.” (Tolstoy, “Savaş ve Barış”, İkinci Cilt, s.9-11)

        Savaş, silahla yapılır, çoğu zaman silahla kazanılır. Peki ya barış? Aslında Tolstoy’un buna verdiği cevap da başka bir silahtır. O silahın adı da “ortak irade”dir. Barış ancak toplumsallaşmış bir “ortak irade”yle mümkün hale gelir.

        *

        Tolstoy, Kırım savaşına katılmıştı. Savaşanları gözlemlemiş, çarpışan askerlerle konuşmuş, komutanları dinlemiş, savaşın dışında kalanlara bakmıştı uzun uzun. Vardığı sonuç şuydu:

        “Savaş, insanoğlunun tarih boyunca giriştiği en anlamsız faaliyettir.”

        Aklın çözemediği, dinin üstesinden gelemediği, duygudaşlığın işlemediği, ortak hayatın çaresiz kaldığı, kız alıp vermelerin bir çare üretmediği, ortak vatanın mecalsiz kaldığı, aynı pazarda alışveriş yapmanın, düğünlerde benzer türkü söylemenin, aynı şarkıya hüzünlenmenin, aynı bayramı kutlamanın kâr etmediği, çözemediği, üstesinden gelemediği bir meseleyi, “Hayırlı Cuma”da saçtan bir çanağın içine atılarak ateşe verilen, ölüm kusup barut kokusunu etrafa yaymaktan başka bir işe yaramayan, bir de dağa taşa kardeş kanını bulaştıran o kırılabilir, yakılabilir, eritilebilir kalleş silahlar mı çözecekti?

        Yaman soru buydu ve hayatını barış diye diye tüketen bir yığın insan, benimle, sizinle birlikte bu soruyu yüksek sesle haykırıp durdular yıllar boyunca. Yapmayın, etmeyin, “kırın o tüfekleri” dediler, “sıkacağınız her kurşun bir kardeşinizi öldürecek” dediler ama neredeyse tam elli sene boyunca bu insani ses davulcu yellenmesi gibi gürültüye karışıp gitti.

        Şükür, nihayet silahların çıkardığı o soğuk, yılan ıslığına benzer korkutucu, tiz sesler susuyor, şimdi şiirin, romanın dilini söyleyen barışın diline geçiyoruz.

        *

        Ama hani olur da her iki taraftan da bu işten hoşnut olmayanlar varsa, hâlâ barışa inanmıyorlarsa, hâlâ savaşarak bir yere varabileceğimizi, bir tarafın bir tarafı yenerek veya imha ederek çözüleceğini sanıyorlarsa, büyük Tolstoy’un onlar için; bu konuda muhteşem bir deneme yazmış olan kıymetli Mustafa Özel’in (“Roman Diliyle İktisat” kitabı içinde) deyimiyle “şifa niyetine, uçuk bir önerisi” var ki, bu öneriyi Özel’in aktardığına göre “Mayısta Sivastopol”da şöyle anlatır büyük yazar:

        “Savaşın taraflarından biri ötekine, iki ordudan da birer askeri evlerine göndermeyi önerseydi ne olurdu? Sonra her iki taraftan da birer asker daha terhis edilecek, derken üçüncüler, sonra dördüncüler… İki orduda da birer asker kalana dek sürdürülecek bu iş. Bu durumda, akıllı varlıkların akıllı temsilcileri arasında ortaya çıkan gerçekten karmaşık siyasal sorunlar ille de dövüşerek çözülecekse, varsın bu iki asker dövüşsünler: Biri kenti kuşatsın, öbürü de savunsun! Bir paradoks gibi görülebilir bu düşünce ama doğrudur. Yirmi bine karşı yirmi bin? Yirmiye karşı yirmi? Bire karşı bir? Bu sayıların hiçbiri ötekinden daha mantıklı değildir. Hatta sonuncusu galiba en mantıklı olanı, çünkü en insancıl olanı o. İki şeyden biri: Ya savaş bir çılgınlıktır ya da bu çılgınlıktan geri duramıyorlarsa insanlar akıllı yaratık değildir.”

        Çok mu absürt geldi öneri size? O halde bir kez daha okuyun pasajı derim size.

        *

        Bundan sonra savaştan dönecek olanların hikayelerini dinlemek için sabırsızlanmayın. Savaşı, savaşa katılanlar anlatamaz. Çünkü onlar büyük Tolstoy’un deyimiyle “bir sisin” içinde yaşadılar eğer hayatta kalmışlarsa. Savaşın “gerçeğini” anlatmak zordur ona göre, mesele bir şeyi “güzel” anlatmak değil “gerçeğe uygun” anlatmaktır.

        Bunu da sadece kendisi başardı sanırım şimdiye dek.

        *

        Ama barışı anlatmak zor değil. Bir çocuk rüyasını anlatabiliyorsa annesine, herkes barışı anlatabilir herkese. Zira Ritsos’un şiirinden bir mısradır; “Bir çocuğun gördüğü rüyadır” barış diye.

        Peki ne değildir barış? Cevabı Bertolt Brecht dizelerinde:

        “Ama barış ağaç değil, ot değil ki yeşersin

        Sen istersen olur barış, istersen çiçeklenir”

        Kazanılan veya kaybedilen bir şey değildir barış, bir ruh halidir. Devlet Bahçeli vesile oldu, Cumhurbaşkanı Erdoğan irade koydu ortaya, Öcalan talimat verdi teşkilatına ve geldik bugüne. Ve 47 yıldır her yeri yakan ateş, nihayet ateş kusan o silahları yaktı.

        Eğer barış bir ruh haliyse, şimdi büründüğümüz bu “halet-i ruhiye” pek benziyor barışa!