Selim İleri için en güzel sözü Müjde Ar söylemiştir bence:
“Selim’in bir özelliği de herkese eşit oranda saygı duymasıdır.”
Herkesin kendi ölüsüne ağladığı bu zor zamanlarda; Selim İleri’nin ölümünün herkesi derinden üzmesinin sebebi budur.
Sol bir çevrenin içinde büyümüş, yazar olmuştu ama solcu değildi. Sağcı gazetelerde de yazmış, sağ cenahtan birçok dostu vardı ama sağcı da değildi. Sağcılığı, solculuğu bize yakıştırmıyordu çünkü. Kim sağcı kim solcu ayırt etmek zordu. Ona göre Dergâh Yayınlarının kurucusu İzzet Elverdi Bey’e “sağcı” denebilir miydi mesela? Veya İnci Enginün ve Zeynep Kerman’a… Bunlar da mı sağcıydı? Orhan Veli, Sait Faik birer “solcu” militan mıydılar? Peki Cemil Meriç, Kemal Tahir sağcı mı solcu muydu? Ya Halit Refiğ, İdris Küçükömer, Oğuz Atay? Şerif Mardin “solcu” muydu sahiden? Ya Ahmet Hamdi Tanpınar neydi?
*
Edebiyat dünyasında “sağcı solcu ayrımının” yıllar içinde derinleşmesinin suçlusu olarak Selim İleri daha çok “sağı” gösterir. Ona göre sağdaki kültür insanlarının en büyük suçu, ellilerden itibaren “kültürü sadece kültür olarak” görmemeleriydi. Ayrılık bu noktada başladı. Bu işin baş müsebbiplerinden birisi de ona göre ne yazık ki hiç tanışmadığı Necip Fazıl’dır. “Fikir alışverişi yerine karşılıklı suçlama” geleneğini belki o başlatmadı ama onu alevlendiren ve yangına körükle giden odur. Eğer bu “yangın” olmasaydı, belki de bugün biz birçok meseleyi bu kadar yakıcı tartışmaz, birbirimize bu kadar uzak olmazdık. (Burcu Aktaş, Peyami Safa, Cahit Sıtkı ilişkisini soruyor Selim İleri’ye. Cahit Sıtkı’nın şairliğini ilk ilan edenlerden birisidir Peyami Safa, ilk takdir edendir. Selim İleri’ye göre Peyami Safa, “Cahit Sıtkı hakkında üç yazı yazıyor. Birincisi ölümü üzerine, aralarının açılmış olduğunu ama değerli olduğunu söylüyor. Sonra bir milliyetçi okur nasıl översiniz komünisti diyerek Safa’yı eleştiriyor. Bunun üstüne Safa, pek o kadar övmeye değmezdi, milliyetçi dostum haklı, diyor. Üç gün sonra on para etmez bir adamdı, komünistlerin esiri olmuştu diye bir yazı daha yazıyor. Zavallı Cahit Sıtkı Bey.” Kimler vardı o masada, anekdot nerden kalmış aklımda hatırlayamadım şimdi. Ama bir muhabbet sırasında birkaç yazar dostu Cahit Sıtkı’nın bulunduğu bir masada başlıyorlar Peyami Safa’yı haşlamaya, Cahit Sıtkı ağlamaya başlıyor, “Bu kadar hırpalamayın, yetim büyümüştü o,” der oradakilere.)
Çok uzun bir süreden beri Selim İleri’nin deyimiyle “lanetledik” birbirimizi. Ona göre edebiyatımızın birçok “mustaribi” vardı. Düşündüğü bir şey de sağda olsun solda olsun bütün bu “mustaripleri” birer kahraman olarak bir romanda bir araya getirmekti. Kimler miydi onlar? “Nihal Atsız, Nazım Hikmet, Peyami Safa, Nahid Sırrı, Mehmet Akif, Suat Derviş, Necip Fazıl, Cemil Meriç, Sabahattin Ali, Afife Jale, Fikret Mualla, Beşir Fuat, Seher Şeniz, Suphi Kaner ve son yıllara doğru birçok adsız sansız gencecik insan.”
Yine Burcu Aktaş’a anlatmıştı (Selim İleri-Burcu Aktaş, "Düşüşten Sonra", Everest Yayınları). Ona göre Türkiye’de kimse kimseyi sevmiyor artık. Teğet geçiyoruz birbirimize. Birbirimizi sevdiğimizi zannediyoruz o kadar. Bir kuşku toplumu olup çıkmışız. Böyle bir toplumda da insanların birbirini sevmesi mümkün değildir. Oysa çok sevdiği ve hep olmak istediği ama olamadığı Sait Faik, “Her şey bir insanı sevmekle” başlar demişti bir hikayesinde. Bırakın sevmeyi şimdilerde her birimiz bir diğerini satmaya hazırız. Bu yüzden de bize bol bol Bertolt Brecht’i okumamızı tavsiye etmişti. Brecht’in bir oyununu hatırlatır; faşizm, Hitler zamanlarında geçen bir oyununu...
Bir çocuk çikolata almaya çıkar evden, bir türlü dönmez, annesi babası önce merak eder evlatlarını, başına bir şey mi geldi diye endişelenirler. Sonra içlerine bir kuşku düşer. “Evde, onun yanında ne çok şey konuştuk, sakın gidip bizi gammazlamış olmasın” derler birbirlerine. Uzun uzun hasbihal ederler, en sonunda çocuklarından nefret edecek noktaya gelirler, tam onu öldürmeyi planlarlarken çocuk elinde çikolatayla girer içeri.
Türkiye’nin bu noktaya gelmesinin sebebi ona göre sağcılıkla solculukla alakalı bir mesele değil, kutuplaşma dedikleri şey de değil; “sağduyuyu toptan yitirmekle” alakalı bir şeydir yaşadığımız şey.
Bu yüzden Müjde Ar’ın tespiti çok yerindedir. Selim İleri’nin ölümüyle birlikte, “herkese eşit oranda saygı duyan” insan nesli tükendi neredeyse. Unutmayalım, başkasına saygı gösteren, aynı zamanda en merhametli olanımızdır.
*
Ölürken de yüzündeki o “çocuksu ifade” hiç eksilmedi. Cemal Süreya “Günler”deki “416. Gün”de ona dair şunları yazmıştı:
“Milliyet Yayınevi’nde Selim İleri’yle konuşuyoruz.
Küçük bir çocuk olarak düşünürüm hep Selim’i.
Onu ilk gördüğüm gün… Yazar olacağı belliydi. Yüzünden belliydi. Yüzünden belli olur mu? Bazen olur.
Baştan beri saygım vardır Selim’e.”
Onun vefatıyla birlikte zalim hayatın yüzünde arada bir beliren bir “merhamet halesi” daha eksildi, şimdi biraz daha asabiyiz.
*
İnsanı yetiştiği kültürel ortam biçimlendiriyorsa eğer, hayat boyunca üzerinde o ortamın izlerini taşıyorsa Selim İleri 1949 yılında hangi ortama doğmuştu dersiniz?
Kütüphanesi olan bir evde doğmuş şanslı bir çocuktu. Ev ahalisi durmadan kitap okuyordu. Annesi bir roman müptelasıydı ama “kötü bir huyu” vardı, sondan başlardı onları okumaya; “Annemin okuduğu romanlar upuzun sürüyor. Mutfakta. Ütü masasının başında. Yemek pişiriyor, ütü yapıyor, söküklerimizi dikiyor, çoraplarımızı yamıyor. Kadıköyü’ndeki evde sobayı yakıyor. Cihangir’deki evde balkonu yıkıyor...” Babası üniversitede hocaydı, evin her yerinde onun da mesleki kitapları vardı. Babasının kitaplarının durduğu dolabın bir bölümü de ablasına ayrılmıştı. Okumayı öğrenmeden önce her öğlen uykusuna yattığında annesi ona mutlaka bir masal kitabı okurdu. Okumayı öğrenince onun için de kitap alınmaya başlandı. Gittikleri kitapçılarda çocuk Selim, kendi kitaplarını kendisi seçiyordu. İlkokul üçüncü sınıftayken, sınıfın okuma kitabındaki Reşat Nuri Güntekin’in “Kirazlar” hikayesi onu ilk etkileyen hikayedir. Edebiyata olan tutkusunu on-on bir yaşları civarında fark etti. O yaşlarda Yakup Kadri’nin Reşat Nuri’nin kitaplarını okumaya başladı; “Hep O Şark”, “Çalıkuşu”, “Dudaktan Kalbe” hep o yaşlarda okundu.
*
Bir insan; bazen “bir kitap okur hayatı değişir”, bazen de bir insanla karşılaşır hayatı değişir. Selim İleri’nin de “hayatının gidişatını değiştiren” iki büyük edebiyat adamı vardır; birisi İstanbul Erkek Lisesi’nde edebiyat öğretmeni, eleştirmen Rauf Mutluay, diğeri de aynı mektepten Fransızca hocası, daha sonra ilk hikayelerini “Yeni Ufuklar”da yayınlayan ve ilk kitabı “Cumartesi Yalnızlığı”nı yayınlamayı teşvik eden hocası Vedat Günyol…
Ama önce Galatasaray Lisesi’ndeki hocası Tahir Alangu (o Alangu ki “sloganlarla düşünmek mümkün değildir” diyordu. Türkiye’de solun kaybetmesinin sebebini, durmadan attıkları sloganlara bağlıyordu rahmetli), o hikâyeyi de Ferhan Şensoy, “Kalemimin Sapını Gülle Donattım” kitabında anlatıyor. Şensoy’un metniyle biraz oynayarak alıyorum buraya:
*
Derken bir gün zart diye giriyor sınıfa, gözünde şişe dibi gözlükler, elinde tahta ağızlığı, dolma parmaklar sıkı sıkı tutuyor ağızlığı, ağır ağır yürüyor kürsüye, saçı epeyce dökülmüş, kararlı dev adam. Kırlaşmış pos bıyıkları gülümseyen ağzını saklıyor. “Oturun!” diyor, isteksizce. Şöyle bir bakıyor sınıfa. Çocuklar da ona bakıyor. Sırıtıyor. Onlar da sırıtsa mı acaba?
“Mollalar, o önünüzdeki, üstünde ‘Edebiyat’ yazan kitap okunmayacak. Ananıza babanıza söyleyin, size birer Sait Faik külliyatı alsın... Haftaya Edebiyat! Bu ders serbestsiniz, ne isterseniz yapın!” diyerek çekip gidiyor sınıftan.
Nihat Sami Banarlı’nın Edebiyat kitabını kaldırıp atarak, kimisi sobaya atarak, birer, ikişer Sait Faik kitabı edinerek ve Tahir Alangu’nun bu muhteşem anarşist tavrını çok beğenerek, onu özleyerek bekliyorlar ikinci Edebiyat dersini. Alangu, sınıfın kapısında belirince de, birden çakı gibi ayağa dikiliyor sınıf, kıl kıpırdamıyor, en ufak bir sululuk yok. Bir tören suskunluğu içinde hepsi. Sıraların üstünde yalnız Sait Faik kitapları…
“Açın ‘Semaver’ hikayesini, sen oku!’ diyor parmağıyla Nedim’i göstererek. Nedim, sesi kısık ve titreyerek başlıyor okumaya. Kitabı edinebilmiş olanlar kitaptan da izliyor, edinememiş olanlar Nedim’i dinliyor. Güzel okuyor Nedim. Duygulu okuyor, zaman zaman ağlayacak gibi düğüm oluyor gırtlağında heceler, öykünün sonunda bütün sınıf ağladı ağlayacak bir halde, hepsinin gözü yaşarıyor. Gözlerinin yaşarmasına çok keyifleniyor Alangu, gülümseyerek gidiyor o gün...
Bir ay içinde herkes Sait Faik’i hatmetmiş durumda (…) Birinin ukala velisi, müfredat programını uygulamıyor diye şikâyet eder hocalarını Milli Eğitim Bakanlığı’na. Ankara'dan müfettiş gelir. Sınıfa sokmuyor müfettişi Alangu. “Arkadaşlarımla edebiyat görüşüyoruz, edebiyatın teftişi olmaz, çok ayıptır!’ diyerek yol ediyor, hiç böyle bir adam görmemiş şaşkın müfettişi.
Sonra bir gün içlerinden birilerini dolma parmaklarıyla göstererek:
“Sen! Sen! Sen! sizler yazar olacaksınız, bu işin peşini bırakmayın... çok okuyun! günlük tutun mollalar!” diyor.
Tahir Alangu’nun parmakla gösterdiğinde utanarak önüne bakan, yüzü kızaran bu çocuklar, Nedim Gürsel, Selim İleri, Mahir Şaul, Engin Ardınç, İzzet Yasar, Ferhan Şensoy...”
Şimdi kaldı mı böyle edebiyat hocaları? Nerede! Böyle hocalar olmadığı için edebiyat dersi hâlâ birçok talebe için en sıkıcı derstir. Ders bitinceye kadar; “Mefâilün / Feilâtün / Mefâilün / Feilün”…
Nereye kadar?
*
Yılmaz Erdoğan’ın deyimiyle “Saçının aklığı ve aklının ışığıyla,” tıpkı Selim İleri gibi benim de Yılmaz’ın da daha başka bir sürü yazarın, şairin önünü açan Vedat Günyol’dan duymuştum. Meğer Selim İleri, geceleri evinde ne kadar ampul varsa hepsini yakarak uyuyormuş. Goethe’nin istediği “biraz daha ışık”tan daha fazlasını istemiş hayatı boyunca.
Hep bir sevgili yalnızlık… Bu yalnızlık hali eserlerine de yansıyor zaten. Geçmişe takıntılı bir tutkusu var; eski zaman İstanbul’una, artık mutfaklarımızda pişmeyen yemeklere, artık dinlemediğimiz, çoktan hayatımızdan çıkmış şarkılara, okumadığımız muharrirlere, hayatımızdan çıkmış romanlara, romancılara, hayranı olduğu Türkan Şoray’a benzeyen kadınlara, siyah beyaz filmlerdekinin tıpkısı o acıklı hayatlara, kırık aşk hikayelerine, çok çabuk dökülen gözyaşlarına… Çokça Marcel Proust’un yazdıklarına benziyor yazdıkları. Bir sabah çaya bir kurabiye batırır, binlerce anı canlanır gözünde Proust’un. Bir vapur geçer Boğaz’dan Yahya Kemal, Mehmet Rauf, Kerime Nadir, Muazzez Tahsin Berkand, Peride Celal resmi geçidi başlar Selim İleri’de, Ahmet Haşim seslenir bir göl kıyısında, Sait Faik göz kırpar bir takanın dümeninde, Orhan Veli’nin silueti belirir “başında yelkovan kuşları”yla. Onu okurken Cihangir’de bir eski apartman aralığında çocukluğunun sesleri dolar bizim de kulaklarımıza.
Mesela bakın “Deniz Kabukları” romanın girişine. Orada Proust’un “Swanlar’ın Semtinden” adıyla sanıyla geçer:
“Swanlar'ın Semtinden’ anlatıcısının birçok gece erkenden yatmış olmasına çok defa anlam veremezdim. Çünkü gece koyu kül renkleri, lacivertler, siyahlarla bastırınca, gündüzün artık hiçbir ışığı kalmayınca ne kadar istersem isteyeyim ne kadar yorgun olursam olayım, gözümü bir türlü uyku tutmazdı. Gece bende bir aysarın duygularını uyandırırdı. Yatmışsam bile kalkar, oturma odasına geçer, uykumun gelmesini boş yere beklerdim. O saatlerde sönük, cılız okuma ışığı eşlik ediyordu. Evin alaca karanlığı, eski eşya, birer cani kimliğine bürünmüş gölgeler boğunç yaratırdı. Şimdiki zamanın her şeyine yabancılık çekiyordum.”
“Şimdiki zamandan” kaçan Proust, her tarafını izole ettiği yatak odasının loşluğunda “geçmiş zamanın ardına” düşmüştü. Alıp geçmiş zamanı binlerce sayfaya hapsetmişti. Selim İleri de tıpkı Proust gibi nefret etti “şimdiki zaman”dan, bulabildiği her fırsatta fellik fellik kaçtı ondan, çocukluğuna sığındı, tanıdığı eski zaman şairlerini, yazarlarını oturma odalarımıza getirdi, anılara koşarak kendine geçmiş zamandan bir şimdiki zaman yarattı. Sanki hayatı boyunca veresiye bir hayat yaşadı. Belki de onun için söylenecek en doğru söz; onun bir “şimdiki zaman kaçkını” olmasıdır. Gece en çok kullandığı metafordu. Yalnızlığı en çok gece nüksediyordu sanırım. Vedat Günyol’un bahsettiği sabaha kadar evde yanan bütün ışıkların sebebi buydu demek.
Behçet Necatigil’i o kadar sevmesinin sebebi evlerin, yalnızlığın, küçük şeylerin şairi olmasındaydı muhakkak, şairin;
“Sonra büyür daha da
Korkunç yalnızlığımız”
mısralarını bu yüzden hep cebinde gezdiriyordu. Ona göre karşımızdakinin yalnızlığını anladığımız vakit kendi yalnızlığımız geçer. Bu yüzden biraz kendi yalnızlığına bir çare bulmak için başkalarının yalnızlığına sığınmıştı.
*
Ölüm haberini aldığımda aklıma ilk gelen kütüphanesi oldu. Geriye ondan sadece, evinde topladığı o çok kıymetli kitaplar kalmış olmalıydı. Mektuplarını çoktan yakmıştı evdeki küvetin içinde. Hayatı boyunca hiç günlük tutmamıştı. Gençken çok kalp kırmıştı. Hayatta en çok Peride Celal ile Vedat Günyol’u sevmiş, en büyük pişmanlığı da Oğuz Atay ile Yusuf Atılgan’a yaptığı haksızlıktı.
On bir yaşında itibaren kitap biriktirmeye başladı. Kitaplarının çoğu imzalıydı. En doğrusu onların sahaflara satılması olduğunu söyledi. Yaşarken bunu yapamazdı. Vasiyet edeceğini söylemişti bir mülakatında, etti mi bilmiyorum. Sahaflara satmak istemesinin sebebi ise ilginçti. Kütüphanelere bağışlanırsa eğer kitaplar orada adeta ölüyordu. Bir rafa diziyorlar, orada kalıyorlar. Saygınlıklarını korumanın tek yolu onlara sahaflara satmaktı.
Ona göre kişinin kütüphanesi nasılsa, kişiliği de odur. Bir kitap müptelası onlardan kolay kolay ayrılamaz. Sevgili dostu Ahmet Oktay’ın kütüphanesinden ayrılmasını şöyle anlatmıştı. Ahmet Oktay’ın çok büyük bir kütüphanesi vardı. Kitaplarını ölümünden yaklaşık bir sene önce Kadıköy Belediyesine bağışlamıştı. Kütüphanede çalışan bir hanım anlatmış Selim Beye. Bir gün bir adam gelmiş kütüphaneye, yukarı çıkmış, saatlerce oturmuş, uzun uzun kitapları karıştırmış, şefkatle okşamış. O adam Ahmet Oktay’mış. Kitaplarını çok özlemiş. Ve o gün kitaplarıyla geçirdiği son günüymüş, veda etmiş, sonra çıkıp gitmiş. Sonrasını da eşi anlatmış Selim İleri’ye. Kısa bir süre sonra da tamamen içine kapanmış Oktay. İnsanlarla temasını kesmiş ve kısa bir süre sonra ölmüş.
Ölüm demişken. Selim İleri, çok sevdiği Ahmet Hamdi’nin ölümünü ise şöyle anlatır:
“Tanpınar güncesinde yaz gecesi geç saatte Boğaziçi’nden dönüyor. Yalnız. Lüfer ve rakı. Belki hafif sarhoş. Yaz gecesi, gökyüzü yıldız dolu. Geceyi ince bir serinlik sarmış. Gökyüzüne bakıyor. Belki hafiften başı dönüyor. Bu güzel günlerden, gecelerden ayrılacağız der… Bu yaz gecesinden ayrılmak ne acı der, ayrılacağımızı bilmek, bilmek…
Sabaha karşı. Tanpınar öldü.”
*
Sabaha karşıydı. Selim İleri’yi hastaneye götürdüler. Akşam iniyordu çok sevdiği İstanbul’a. Hastanelerde bütün ışıklar daima açıktır. Işıklar içinde öldü.
Nur yağsın kabrine!