Uzun yıllar boyunca okumuş yazmış bazı Kürtler; uzak dere yataklarında, kayıp nehir sularında, insandan ırak yanardağ ağızlarında, kimsenin ayağının değmediği kumlarda, elinin yetişmediği toprak altında inatla altın arayan maceracıların sabrı ve heyecanıyla “Türk edebiyatında Kürtler”i arayıp durdular. Ya bulup mutlu olacak ya da bulamayıp daha fazla efkârlanacaklardı.
İlk Türk hikâye ve romanlarını okumaya başladığımda ben de bu arayış macerasına katılanlardan birisiydim. Eğer okuduğum romanın veya hikâyenin bir yerinde “Kürt” diye bir kelime geçiyorsa, Kürtlerden bahis açıyorsa yazar, hemen o satırların altını çizer, ya da kitabın o sayfasını kıvırır, bazen okumayı bırakır, kafamı kaldırır, tavana veya gökyüzüne bakarak, bu geniş kubbenin altında varlığımızı hisseder, yalnızlığıma bir ses bulmanın verdiği sevinçle dünyalar benim olurdu. Edebiyata iman etmiştim, romanlarda yazılan her şey ruhuma iyi geliyordu, duyduğum o ses yalnızlığıma derman oluyordu çünkü. Çok erken yaşlarda Kemal Bilbaşar’ın sadece isimlerinin bende yarattığı çağrışımdan dolayı “Cemo” ile “Memo” romanlarını edinmek için katlandığım eziyeti şu anda bile unutmuş değilim.
Eminim benim gibi birçok okumuş yazmış Kürt, hayatının bir döneminde aynı şekilde davranmış, kendisine ait, içinde yaşadığı halkın kültürüne ait birtakım şeyleri o kitapların sayfaları arasında aramış, karşılaşmışsa çokça sevinmiş, karşılaşmamışsa da bir o kadar öfkelenmiştir. (Bir tür askerde veya gurbette hemşerisini aramak gibi bir şeydir bu!)
Edebiyat olsun, sanatın diğer ürünleri olsun, 1950’li yıllardan başlamak üzere 90’lı yılların başına kadar, bizim kuşağımız için derdini başkasına aktaran, ona aracılık yapan en etkili araç olarak algılandı ve onlara gereğinden fazla bir işlev yüklendi. Edebiyat-sanat toplumun sorunlarını dile getirmeli, bireyin yalnızlıklarından, bunalımlarından uzak durmalıydı. Bu yüzden sol cenahın yaptığı edebiyatın adı “toplumcu-gerçekçi” edebiyat olarak kondu. Yine bu yüzden edebiyat suskunun, dilsizin, mecalsizin, mazlumun en etkili ifade aracı olarak telakki edildi, ondan çok şey beklendi.
*
Kürtçe yasaklı olduğu için, bu dilde kitaplar, günümüzde olduğu gibi piyasada serbestçe alınıp satılmadığı, Kürtçe yazan yazar sayısı da bir elin parmaklarından az olduğu için Kürt münevverleri yıllar yılı sabırla kendi dertlerini “toplumcu gerçekçi Türk edebiyatında” arayıp durdular.
Bu işi o kadar ciddiye aldılar ki, şu anda Stockholm’de yaşayan Kürt araştırmacı, popüler kültür tarihçisi Rohat Alakom “Türk Edebiyatında Kürtler” (Avesta Yayınları) diye hacimli bir kitap bile yazdı. Yakın bir döneme kadar, Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının hemen hemen bütün roman ve hikâye kitaplarını tarayıp içinde geçen “Kürt” kelimesini ve “Kürtler” bahsini alıp kitabına malzeme yaptı Alakom.
Başka yazarlar da bu konuda çokça öfkeli yazı yazdılar. Yazılarında misal solcu bildikleri Nazım Hikmet’in, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Kemal Tahir’in, Orhan Kemal’in, Aziz Nesin’in (romancılardan Yaşar Kemal’e, şairlerden Ahmed Arif’e kıyamadılar sadece) hiçbir kitabında Kürtlerden bahsetmediklerini, şiirlerinde dertlerini dile getirmediklerini, romanlarına konu yapmadıklarını, hikayelerinde söz etmediklerini, adeta onları yok saydıklarını; bunların dışında kalan birçok statükocu-milliyetçi yazarın ise eserlerinde (daha çok da sinema filmlerinde) Kürtleri hep eşkıya, talancı, devlete başkaldırmış baldırı çıplak, ağa baskısı altında inleyen maraba, koyu bir dini taassubun altında kadınlarına eziyet eden zalim, kızlarını başlık parası karşılığı başkasına satan ahlaksız, yemeğe saldıran, lık lık ayran içip etrafı kirleten, “kıro” gibi sıfatlarla anılan, “vahşi” yaratıklar olarak ele aldıklarını yazıp, bu “yok saymaya”, bu dile, bu anlayışa, bu ideolojiye, bu çarpık bakış açısına haklı bir şekilde başkaldırıp canhıraş bir savunmaya geçiyorlardı. Bu alanda yazılmış onlarca makale vardır şimdi arşivlerin bir yerlerinde.
*
Sahi, Türk edebiyatında Kürtler neden yoktu?
Bu sorunun cevabıyla ilgili çok şey söylenebilir. Ama bence bu soru doğru bir soru değildir. Hatta abesle iştigal bir sorudur. Mesela Rus romanında neden Kırgızlar yoktur sorusu kadar abes hem de… Gogol neden Türkmenlerin, Dostoyevski neden Çeçenlerin sorunlarını anlatmamıştır sahiden?
Türk edebiyatında Kürtler yoktur, çünkü Türk yazarlar Kürtçe bilmiyor. Bir halkın dilini bilmiyorsan onu tanımaz, dolayısıyla da ruhuna nüfuz edemezsin. Roman biraz da “ruhu deşme”, ona “neşter atma”, “derinine inme” sanatıdır. Tekil birey için de böyle, kalabalık topluluk için de böyle.
Bence Kürtlerin, Türk edebiyatının büyük yazarlarına “Neden Kürtler hakkında roman yazmadınız veya eserlerinizde neden Kürtlere yeterince yer vermiyorsunuz?” sorusunu sormaları yerine; “Yaşadığınız dönemde, yazarlık yaptığınız çağda, seninle yan yana yaşayan, sesini duyup dilini anlamadığınız, ölüleriniz aynı mezarlığa gömdüğünüz, savaşta aynı cephede çarpıştığınız, aynı peygamberden şefaat dilediğiniz, aynı Allah’tan korktuğunuz, aynı mektebe gittiğiniz, aynı bayramı aynı coşkuyla kutladığınız, zaman zaman ‘kardeşim’ dediğiniz, zaman zaman ‘etle tırnak’ saydığınız Kürtlerin dili, Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren Ak Parti iktidara gelinceye kadar, yani tam tamına 80 sene boyunca yasaklıyken, haysiyeti çiğnenmişken, onur kırıcı aletlerle deşilmişken; işi dil olan, dilin her derde deva olduğuna inanmış, dilin ve sözün gücüne inanmış sizler, bu yasağa, bu katliama karşı neden kılınızı kıpırdatmadınız, bu yasağa karşı eserlerinizde neden etkili bir duruş sergilemediniz, neden eserlerinizde bu durumu protesto edecek bir karşı çıkma yöntemini bulmak için kafa patlatmadınız, neden suskun kaldınız?” sorularını sormalarıdır.
“Türk edebiyatında Kürtler neden yok?” sorusu yerine hayati olan soru budur sanırım.
*
Bakın şimdi çok çarpıcı bir örnek anlatacağım. Bu örnek, Alberto Manguel’in YKY arasında çıkan “Kelimeler Şehri” kitabının “Don Quijote’nin Kitapları” denemesinde çıktı karşıma.
Ufkum genişledi o denemeyi okurken. Şaştım kaldım, kendime saklasam olmazdı, bu yüzden size de anlatmak geldi içimden.
*
Cervantes’in “Don Kişot” romanını bilmeyenimiz yoktur. Hepimiz okumamışsak da konusunu mutlaka biliyoruz. Ya çocukken çocuk versiyonu bize okunmuş ya da büyüdükten sonra bir şekilde onunla yolumuz mutlaka kesişmiştir. Hatta başka dillerde de vardır mutlaka ama bu romandan mülhem Türkçede “Don Kişotluk yapmak” diye bir deyim bile var.
İşte bu roman edebiyatın yönünü değiştirmiş, modern romanın önünü açmış, insanoğlunun en büyük buluşlarından birisi olarak kabul ediliyor bugün. 1605 yılında Madrid’de, bir hapishanede yazılmış. Yazarı Miguel de Cervantes Saavedra bu romanı yazdığında hangi suçtan dolayı o sırada hapishanedeydi bilinmiyor ama bilenen bir şey var; bu romanı yazdığında elli sekiz yaşında, gençliğinde İtalya’da savaşın vahşetiyle tanışmış, Lepanto Savaşı’nda göğsünden ve sol kolundan yaralanmış, Cezayirli korsanların eline düşüp beş sene boyunca Osmanlı’ya esir kalmış, bir şekilde esaretten kurtulup memleketine dönünce pek başarılı sayılmayan piyesler, hikayeler, şiirler yazmış ve düştüğü hapishanede, günün birinde gezgin bir şövalye olmaya karar veren, kitap delisi, fakir düşmüş yaşlı bir soylu beyefendiyi hayal etmeye başlayan bir ihtiyardı. O sırada en çok satan kitaplar bileği bükülmez; saçları şelale, kirpikleri ok prenseslere aşık şövalyelerin kahramanlık maceralarını anlatan romanlardı. Cervantes’in hayal ettiği şövalye ise bunlara hiç benzemeyecekti. Crevantes bu kitapla kahraman şövalyelerin maceralarını tiye alacak, romana sakar, şapşal, beceriksiz, komik bir kahraman şövalye sokacak ve böylece modern romanın önünü açacak.
O günden bugüne aradan geçen 420 sene boyunca Cervantes’in kitabının girişinde sözünü ettiği mesele hâlâ güncel. Kelimelerin gücü mü, silahların gücü mü? Cervantes daha romanın başında harflerin gücünü silahların gücüyle karşılaştırır. Roman kahramanı Don Kişot, karşılaştığı Keçi Çobanlarına çektiği nutukta, eski zamanların kaba kuvvetten uzak huzurlu günlerinden söz ettikten sonra “iğrenç çağımızda” artık “senin ve benim” kelimelerinin dolaşıma girdiğini, bunun da beraberinde “kötülüğü” getirdiğini, kötülükle savaşmak içi de “silahların” devreye girdiğini, artık “kelimelerin kifayetsiz” kaldığını söyler ama o yine de kelimelere olan güvenini kaybetmediğinden romanını yazmaya devam eder.
*
“Don Kişot” 1605 senesinde Madrid’de “La Mancha’lı Yaratıcı Asilzade Don Quijote” adıyla yayınlandı. Kitabın kapağında yazarın adı Miguel de Cervantes Saavedra olarak geçiyordu ama kitabın içinde yazar bu kitabı kendisinin yazmadığını, onu Arapçadan tercüme ettirdiğini yazıyor, daha önsözde, “Don Quijote’nin babası gibi görünsem de üvey babası olan ben” diyor, romanı yazdığını inkâr edip kitabın “Birinci Kısmı”nın sonunda bizi, edebiyatta daha sonra çok kullanılacak bir “buluşla” sersemletici bir sürprizle karşı karşıya bırakıyor.
Romanın birinci kısmında Cervantes, gece gündüz okuduğu “şövalyelik” romanlarından etkilenerek “gezgin bir şövalye” olmaya karar veren yaşlı asilzadeyi anlatır bize. Ancak birinci kısmın, yani sekizinci bölümün sonunda, maceranın en heyecanlı yerinde yazarın, yani Cervantes’in kafası karışır, Don Kişot’un bundan sonra ne yapacağını bilmediğini itiraf ederek bir çarpışma anında “kılıçlar tam havadayken” filmi dondurur, biz daha sonra olacakları merak eden okurları büyük bir şaşkınlık içinde, sayfanın tam ortasında “iyot gibi” bırakır.
İkinci Kısım’da bizi büyük bir sürpriz bekliyor. Dokuzuncu Bölüme Don Kişot’un macerasını değil, yazar Cervantes’in macerasını okumakla başlarız.
Maceranın devamını yazmayan, tıkanmış olan Cervantes bir gün Toledo’nun baharatçı ve tuhafiyecilerin çokça bulunduğu Alcana çarşısına girer. Aklı karışıktır, hikayesini sürdürmek için belki de “ilham” arıyor. İpek satan bir dükkanının önünde durur, bir delikanlı birtakım eski defterler, kağıtlar satmaya çalışıyor ipek tüccarına. Sokakta bulduğu yırtık kağıtları bile okumaya meraklı anlatıcımızın dikkatini, delikanlının satmaya çalıştığı evrak çeker. Onlardan birisini hemen satın alır. Açar bakar, defter Arap harfleriyle yazılmış. Arap harflerini tanıyor ama okumayı bilmiyor. Merakı daha da artar, el yazmasını tercüme ettirecek Mağripli birisini arar etrafta.
Cervantes’in yaşadığı dönemde İspanya’da, ondan önce İber yarımadasında yüzlerce yıl hüküm sürmüş Arap ve Yahudi kültürleri resmi olarak yoktu. Büyük bir kıyıma uğramış, üzerlerinden bir silindir geçmiş, birçok insan din değiştirmek zorunda kalmış (Müslümanlık veya Yahudilikten, baskı üzerine vazgeçip din değiştirerek sözüm ona Hıristiyanlığa geçenlere “Morisko” deniyor o sırada), yine de inatla yasaklanmış olan dillerini muhafaza edenler vardır hâlâ. Biraz arasan bir yerlerde Arapça bilen bir “Morisko” mutlaka vardı ve Cervantes de kitabında yazdığı gibi böyle bir adam arayışına girer. Arayışı çok sürmez, bulur böyle bir tercüman ve satın aldığı defteri ondan tercüme etmesini ister. Bulduğu Morisko, Cervantes’in deyimiyle “Mağripli”, el yazmasına göz atar atmaz kahkahayı basar. Cervantes neden güldüğünü sorar, “Bu öyküde adı sık sık geçen bu Dulcinea del Toboso’nun, koskoca La Mancha’da, domuz tuzlamakta en maharetli kadın olduğu söylenir…” cümlesine güldüğünü söyler. Alberto Manguel, Cervantes’in burada yaptığı şakayı okurun anlaması için iki şeyi bilmesi gerektiğini söyler denemesinde. Dulcinea, Don Quijote’nin sevgilisi olduğunu hayal ettiği kadındır ve Toboso da (dinlerini sözde değiştirmiş olmalarına rağmen) domuza el sürmeyen kalabalık eski Müslüman, “Morisko” nüfusuyla ünlü bir köydür. Tam burada tercüman Cervantes’e, “La Mancha’lı Yaratıcı Asilzade Don Quijote”nin serüvenlerinin yazılı olduğu bu defteri, yani aslında Cervantes’in devamını yazacağı ama bir edebi oyunla başka bir yazara mal ettiği defterin yazarının Arap tarihçi Seyyid Hamid Badincani olduğunu söyler. Cervantes çok sevinir. Moriskoya yarım kantar kuru üzüm ve iki küp buğday teklif eder ve bunlara karşılık defteri İspanyolcaya tercüme etmek üzere evine davet eder. Tercüme tam sekiz hafta sürer. Tam dört yüz yirmi seneden beri milyonlarca satılmış, bütün dünyada herkesin bildiği “Don Kişot” romanı, Cervantes’in demesine göre işte bu tercümenin mutlu sonucu olarak hayatımıza girer.
*
Peki, Cervantes durup dururken neden günümüzde bile bazı Müslüman yazarların onu “hırsızlıkla” suçlamalarına yol açacak böyle bir “edebi oyuna” başvurmuş? Durup dururken romanına neden Arapçayı sokmuş, kitabının daha başında itibaren Arapçadan çevrilmiş bir kitap olduğuna bizi inandırmak için böylesine görkemli bir “yalana” başvurup çoğu insanı da kendi “yalanına” inandırmıştı? Seyyit Hamid Badincani’yi (adama “Patlıcan” soyadını uygun görerek hem de) neden imdadına çağırmıştı?
Bu soruya cevap vermek için biraz daha geriye gitmemiz gerek.
*
Katolik İspanya 1492’de Yahudi ve Arapları İber yarımadasından atarak, kendini bu iki kültürden resmen ayırdı. Bu işi nihayete erdirmek için de büyük bir “temizlik”hareketine girişti ama tarih bize göstermiştir ki, yerleşik bir kültürü, bir dili başka araçlarla ne kadar temizlemeye, unutturmaya kalkışırsan kalkış, tıpkı daha önce yaptığı resmin üzerine boya çekip aynı tuvale yeni bir resim yapmaya kalkışan ressamın tablosunda olduğu gibi, zamanla silinen, altta kalan eski resimden enstantaneler kafasını tablonun bir yerlerinden mutlaka çıkarır. O zamana kadar yüzyıllar boyunca, İspanya’nın dilini, söz dağarcığını, yer adlarını, müziğini, yemek alışkanlığını, tıbbını, giyim kuşamını, sofra adabını, hatta satranç oyununu bile borçlu olduğu İslam uygarlığının kültüründen kurtulmak o kadar kolay değildi. İslam’a ait ne varsa yasakladılar ama yüzyıllar boyunca Müslümanların varlığı bir “heyula” gibi aralarında hep dolaşmaya devam etti.
2 Ocak 1492 günü törensel Mağrip kıyafetleri içindeki son Emevi Miri Ebu Abdullah, Katolik Kral Aragonlu Fernando ve kraliçe Kastilyalı İsabel’e Endülüs’ü teslim edip bir daha dönmemek üzere Granada’dan ayrıldığında, kral ve kraliçeden orada kalan Müslümanların korunacağına ve geleneksel hayatlarını sürdürmelerine izin vereceklerine dair kuvvetli güvenceler almıştı ama Emir gider gitmez süratle minareleri yıkıp, camileri kiliseye çevirip, yarından tezi yok, tıpkı bizde Cumhuriyetin kurulmasından birkaç yıl sonra Kürtçeye yapıldığı gibi Arapçayı hepten yasakladılar. Bir süre sonra da Arapları din değiştirmeye zorladılar. Zorla din değiştirmeye razı olan Araplara da “Moriskolar” adını taktılar. Bu sırada da yeni bir “resmi tarih” yazmaya giriştiler. Güya Sakramento tepesinde buldukları kemikler, kumaş, parşömen ve şifrelenmiş muhtelif alfabelerle, koyu renkli kurşun plakaların üzerine yazılmış tuhaf yazılardan yola çıkarak, aslında burada yaşayan Müslümanların en eski Hıristiyanlar olduğu -bizdeki “Dağ Türkü” masalına benzer bir masal uydurarak- kendilerini de bu masala inandırmaya kalkıştılar. Bu masala ve sahte belgelere dayalı yeni “resmi tarih” anlayışını doğrulamak için de tam iki yüz sene uğraşıp durdular. Ama işte bütün bu çabalara rağmen “Moriskolar” din değiştirmiş olmalarına rağmen hâlâ rahatsızlık kaynağıydı. 4 Nisan 1609’da yani Cervantes’in kitabının yayınlanmasından dört sene sonra Kral Üçüncü Felipe, bir kararname yayınlayarak, yüzyıllardır güvenmedikleri Moriskoların varlığını, İspanyol topraklarından tamamen silmeye kalkıştı. Büyük tehcir bu sırada başladı. Manguel’in verdiği bilgiye göre, 300 bini aşkın din değiştirmiş eski Müslüman, yani Morsiko evlerini terk ederek, atalarının dokuz yüz sene evvel bırakıp geldikleri ata topraklarına, Kuzey Afrika’nın hiç bilmedikleri coğrafyasına doğru hüzünlü bir yolculuğa çıkmak zorunda kaldılar.
*
İşte Cervantes tam bu sırada girdi devreye. Yazacağı kitabın yüzlerce yıl hep taze kalacağını, milyarlarca insan tarafından okunacağını, en öldürücü silahtan daha keskin bir “kelimeler silahı” olacağını öngörmüş gibi; resmi sansüre, Engizisyona, etnik temizlik yasalarının kahrolası korkusuna, yasaklanmış bir dilin propagandası yapıyor diye kendini ateşe atma pahasına yazdığı romanın o sırada yasaklanmış, tek kelimesini kullandığın zaman ölümün için yeterli sebep sayılacak bir dilden, Arapçadan çeviri olduğunu büyük bir cesaret ve şaşırtıcı bir edebi oyunla, patlamaya hazır bir bomba gibi romanının tam kalbine yerleştirdi. Romanını okuyanlar, yasaklanmış Arapçanın hâlâ toplumsal hayatta bir karşılığı olduğunu görüyor, kendisi de o dilin gücünü onaylamış oluyordu. Çarpıcı bir edebi oyunla metni kendi metni olmaktan çıkarmış, onu Seyyit Hamid Badincani’nin Arapça yazdığını dünya aleme ilan etmişti. Bir süre sonra muazzam bir ilgiyle karşılanan, başka dillere çevrilen, hatta İspanya’nın sembolik başyapıtı ve kültürünün herkes tarafından kabul edilmiş simgesi payesini kazanan roman, dünya çapında sözümona bir Arap ürünü, yasaklı Arapçayla yazılmış bir kitap olarak yerini aldı tarihin sayfaları arasında.
Evet, bu büyük bir yaratıcının bulduğu en büyük protesto biçimiydi. Arapçayı yasaklarsınız ha, alın size cevap!
Kitabı bir anda elden ele dolaşmaya başladığını gören Cervantes, Arapçayı yasaklamış olan muktedirlerin haline bakıp kıs kıs gülüp şunları söylüyordu eminim:
“Sizi gidi aptallar! Bir dili yasaklamak ha! Senin silahın varsa benim de kelimelerim var! Bak benim kelimelerimin senin silahlarının başına getirdiklerine!”
*
Kürt münevverleri, “Türk edebiyatında neden Kürtler yok” gibi abes bir soru soracaklarına; Türk yazarları, Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte yasaklanan, kamusal alanın dışına çıkartılan, horlanan, inkâr edilen, bu yüzden binlerce insanın canına mal olan, bir coğrafyanın tahribatına yol açan olaylara sebebiyet veren, memleketin bu hale gelmesinde önemli bir payı olan Kürtçenin dramı karşısında neden sessiz kaldıkları, misal Cervantes’in yaptığına benzer bir “protesto eylemini” neden bulup yapamadıkları sorusunu sormalıdırlar.
Cervantes olmak mı?
Mümkün mü?
Bilmem…