Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Nihal Bengisu Karaca Sürecin seyri ve sorular: Bardağın dolu tarafı mı, boş tarafı mı?

        İsmi çözüm süreci olmayan ama barışa hizmet etmesi için gündeme getirilmiş olan terörsüz Türkiye vizyonuyla ilgili girişimin nasıl ilerlediği konusunda kafalar zaman zaman karışıyor.

        Sahiden süreç Devlet Bahçeli’nin hatırına mı yürüyor? Bu mealde bir tespiti en son Akif Beki’nin köşesinde okudum.

        Sonra Serbestiyet’ten Hilal Köylü’nün sorusunun Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından cevapsız bırakıldığı bir video gördüm. Hilal Köylü “Silah bırakma çağrısı konusunda umutlu musunuz?” diye soruyor. Erdoğan sadece bakıyor, bakıyor. Soruyu cevaplamamayı tercih ederek geçip gidiyor.

        Daha önce de Sırrı Süreyya Önder’in "Devletin iki farklı eğiliminden Öcalan'a iki farklı yaklaşım söz konusu" gibi bir ifadesi oldu. Kendisi DEM’in partilerle süreç görüşmelerini yapan ve İmralı’ya gidip gelen heyetinde. Dolayısıyla bu ifade anlamlı.

        15 Ocak’ta partisinin grup toplantısında konuşan Cumhurbaşkanı Erdoğan şu ifadeleri kullanıyor sonra: “Şayet gerekli çağrı yapılır, terör örgütü ve bağlantılı yapılar da adımları atarsa kazanan Türk’üyle, Kürt’üyle tüm Türkiye olacaktır” Ancak devamı var: “… Eğer örgüt çağrıya kulak tıkar ve ipe un sererse o zaman biz terörsüz Türkiye hedefimizi başka yöntemlerle gerçekleştiririz.” Kastedilen şu ana kadar kullanılan yöntemler olsa gerek.

        Tam bu noktada Abdülkadir Selvi’nin köşesinde yazdığı şu satırları da hatırlamak lazım: “Erdoğan 'Ev hapsi, mev hapsi diye bir şey yok. Adamın kendisi de çıkmak istemiyor. Bunlar nereden çıkıyor? Af diye bir şey yok' diye yanıt vermiş. Adalet Bakanı Yılmaz Tunç’a dönerek 'Bunları halka anlatın' demiş.”

        22 Ekim’de "Gelsin mecliste DEM grubuna konuşsun" teklifi, hali hazırda Anayasa Mahkemesi’ne yapılmış ve bekletilen ‘umut hakkı’ talebi başvurusunun bizzat MHP’li kurmaylar tarafından hukuki mülahazalara konu edilmesi derken, şimdi "Ev hapsi diye bir durum yok" noktasına gelinmiş gibi görünüyor. Kamuoyuna yapılmış açık bir konuşmada geçmiyor, tevatürle kamuoyuna iletiliyor da olsa, bunun şu ana kadar gerçekleşen ön kabulleri ters yüz eden bir durum olduğu reddedilemez.

        Kafa karışıklığı yaratan bu tabloyu Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın şu cümleleri bir parça aydınlatıyor.

        Lider talimatlarının örgüt üzerindeki etkisini sorgulayan Fidan, “Bu kadar sızılmış, manipüle edilmiş bir örgütün kendi liderlerinden gelen bir talimatla ilgili ne derece güçlü bir refleksi olabilir, bu başka bir sorun alanı.” diyor 11 Ocak’ta İstanbul’da medya temsilcileri ile yaptığı bir toplantıda. “11 yıl önce de aynı süreç yaşandı” diye devam ediyor ve “Geçmişte de örgüt liderliği talimat verdi, ‘silahları bırakın ve çıkın’ diye. Bu yönde bir çıkış başladı. Ancak daha sonra Suriye meselesi bahane edilerek bu süreç durduruldu. Şimdi 11 yıl sonra aynı senaryoyla karşı karşıyayız. Öcalan’ı dinlerler mi? Bu, onların tercihine bağlı” cümlelerini sarf ediyor.

        AK PARTİ TARAFI NEDEN HEYECANSIZ?

        Bahçeli’nin 22 Ekim’deki güçlü çıkışı ile tecessüm eden inisiyatif AK Parti ve Erdoğan tarafında kâh sessizlikle kâh heyecansız tariflerle üstlenildi.

        Bahçeli’nin aldığı pozisyon övüldü, kardeşlik duygusunun güçlendirilmesine ilişkin önemli cümleler kuruldu, DEM heyetinin İmralı’ya gitmesi için gereken izinler çıkarıldı. Ama Erdoğan ve AK Parti tarafı meseleye ilişkin mesafeyi korudu. Dahası şu an İmralı heyetinin üyesi olan Ahmet Türk’ün başkanı olduğu belediyeye kayyum atanmış durumda ve bu durum hala değişmedi.

        Ben başından beri niyet hayırlı, amaç hayırlı, akıbet de hayırlı olsun umudunu taşıyanlardan oldum. Öcalan’ın bu çağrıyı yapmasının örgütü birden bitirmese bile çelişki yaratacağını ve bu çelişkinin uzun vadede büyük bir dönüşümü tetikleyeceğine inanıyorum. Bu tetiklenme orta vadede Kürtleri ve partilerini de örgüt vesayetinden kurtaracaktır. Geçmişte defalarca süreç yürüten, o süreçlerin defalarca çökmesine tanık olan, “Ne verdiniz de bu örgütü barışa ikna edebildiniz?” ithamlarıyla da, “Bakın süreç dediniz örgütü şımarttınız ülkeyi kana buladı” suçlamalarıyla da, ihanetle de terörle de 7 Haziran’da seçim kaybetmeyle de sınanan Erdoğan’ın süreçle ilgili temkinini de anlaşılabilir buldum.

        Ancak bu liderin siyasete devam etmek yani tekrar aday olmak istediği de İbrahim Tatlıses’in Şanlıurfa’da sorduğu soruyla netleşti. Etrafında örgütü lağvetme çağrısını Cumhurbaşkanı’nın bir sonraki seçime katılımı ile ilgili düğümü açma gereksinimi ile birlikte okuyup bir formüle dönüştürmek isteyenler olduğu da sır değil. Nitekim muhalefet bu konuya başından beri bu merkezden bakıyor.

        O zaman bu isteksizlik, heyecansızlık ne anlama geliyor? Yoksa kiminin övdüğü kiminin yerdiği o ünlü Erdoğan pragmatizmi tanısı bu konuyu açıklamakta yetersiz mi kalıyor?

        SİYASİ MALİYET ÜSTLENMEDEN BİTİRMEK İSTİYOR

        Beni anladığım konu şu iki soru etrafında düğümleniyor. 1) Öcalan beklenen çağrıyı ‘istendiği şekilde’ yapar mı, 2) Yaparsa Kandil, İran ve Suriye’deki örgüt komuta kademeleri bu çağrıyı dinler mi?

        Öcalan’ın çağrıyı yapması halinde komuta kademesi dinlemese bile, çağrının örgütün insan kaynağı üzerinde mutlaka bir etkisi olacaktır. Ancak bu işlerde "Dağdaki son terörist de bugün yok edildi" diye bir olgu yoktur. Dağ kadrosunun yönetimi ile tabanı arasında tenakuz oluşturur ve örgütü zamanla eritirsiniz.

        ‘Zamanla’ ifadesi önemli.

        Zira birden boyacı küpüne daldırıp çıkarır gibi bitirme söz konusu olmadığı için yol kazaları, aksaklıklar, örgütten ayrışan grupların gerçekleştirebileceği terör eylemleri gibi hadiseler yaşanması riski var.

        Bunlar da hükümeti siyasi ve hukuki açıdan zor duruma düşürebilecek işler.

        Hele hele koşullu bir müzakere süreci söz konusu ise…

        “Terörü bitirerek tarihe geçme” gibi büyük bir hikaye beklenirken bir öfke seliyle karşılaşma, oy kaybı yaşama gibi siyasi maliyet getiren paralel bir hikaye belirebilir.

        Benim gördüğüm Erdoğan tam da bu paralel hikayenin maliyetinden kaçınmak istiyor.

        Mebzul miktarda "Kaz gelecek yerden tavuğu esirgemeyelim" önerisi duyduğunu tahmin edebiliriz. Öcalan’a ev hapsi ve belki ilk dört madde hariç bazı anayasa maddeleri revizyonu karşılığında DEM’li vekillerin Cumhurbaşkanı’na yeniden seçilmenin yolunu açacak anayasa değişikliği formülüne destek vermelerinin sağlanması fikri pek çok AK Partiliye de cazip geliyordur. Ancak benim gördüğüm astarı yüzünden pahalıya geleceği düşüncesi yüzünden Erdoğan’ın şimdilik bu formüle de mesafeli durduğu.

        Zira böyle bir pazarlığa girer ama örgütün ana gövde ya da yan kollarının verebileceği hasarı minimize edemez iseniz tekrar aday olabilseniz bile sandıkta kötü bir tepkiyle karşılaşmanız olasıdır.

        Sözün özü, Erdoğan terörü bitirecek bir çağrının yapılmasını elbette istiyor. Hatta bu noktada Trump’ın attığı “Kürtler Türkiye’nin doğal düşmanı, yüzyıllardır savaşıyorlar” cümlesinin içerdiği tatlı sert ve son derece sinsi ‘dayatmayı’ da gördü. Dediğim gibi, içerde terör sorununu bitirmiş, dışarda Kürtlerle meselesini halletmiş bir lider olarak takdim edileceği ve hak edilmiş bu unvanla tarihe geçmeyi elbette istiyor. Ancak bu sonucu doğuracak hamleler sırasında borçlanmak, siyasi bedel ödemek istemiyor.

        Konu kısa vadede bazı pürüzleri kaldıracak anayasa değişikliği olsa bile. Çünkü uzun vadede ciddi oy kaybı yaratabilir, sandığı ters yüz edebilir.

        DEM’LE ANAYASA PAZARLIĞI DEĞİL CHP İLE ERKEN SEÇİM MÜZAKERESİ

        Şu ana kadar sadır olan tutum ve görüşlerden anlıyoruz ki hükümette hakim olan görüş PKK konusunda da Suriye’deki kolu PYD konusunda da devletin elinin yeterince güçlü olduğu yönünde. Ayrıca ikinci bir analiz daha olduğunu düşünüyorum. "Koşula bağlanmamış bir çağrının yapılmasını sağlar, tekrar aday olma meselesini ise DEM’le değil, CHP ile yapılacak müzakerelerle yürütürsek -ki o konuda erken seçim talebi masaya yatırılacak demektir- hasar ve maliyeti minimize ederiz" şeklinde özetlenebilecek bir görüş bu.

        Terörsüz Türkiye sürecinde bu isteksizlik ve heyecansızlık devam ederse, anlarız ki ufukta erken seçim var. Ancak bu seçim Özel’in istediği gibi 2026’da olmayabilir, 2027 başı ya da ortası olabilir.