Çok ağır bir vize krizinin ortasından geçiyoruz. Özellikle Schengen ülkeleri yani Avrupa, ret yapıştırıp geri yolluyor başvuranların pasaportlarını…
Nedenleri bir tane değil. Ama sonuçları bin tane. Öğrenciler okullarına, işadamları fuarlara, sanatçılar resitallerine, ihracatçılar müşterilerine, ebeveynler çoluğuna çocuğuna gidemiyor ret yemekten. Turizmi filan koy gitsin bir kenara yani…
Randevu almak bir dert, vize almak bin bir dert. E iyi de nasıl olacak bu işler; Seyahat özgürlüğümüzü de toprağa mı gömeceğiz?
Bu meselelerin memleketteki birkaç önemli isminden biri olan dış ilişkiler danışmanı Doğukan İntepe ile küçük bir röportaj yaptım önceki gün…
Üç cümleyle vize krizinin nedenlerini anlatmasını istedim kendisinden. Anlattı da. Buyurun özet geçeyim;
“ Üç temel üzerine yapılandıralım. Birincisi, ülkelerin Türklere karşı kota daraltması ki bu ekonomi nedenli göç yoğunluğundan dolayı ortaya çıkan bir sorun…
İkincisi, Türkiye kısmen diğer ülkelere oranla çok daha rahat ve kolay vatandaşlık veriyor. Son yıllarda birçok farklı ülkenin vatandaşı bu yolla Türk vatandaşlığına geçti. Haliyle; Avrupa’ya kabul edilmeyecek pek çok yabancının Türk pasaportu alarak yurtdışına kolayca çıkması ihtimali doğdu. Bu da akabinde kota daraltmasına neden oldu…
Üçüncüsü de Avrupa’ya seyahat edecek kişilerin ekonomik hacimlerine bakıldığı için aranan güçlü profil, “kişisel hesaplarda çok para tutulmadığı ya da tutulamadığı için” bulunamıyor. Bu da yetersiz evrak ve giderek ret olasılığını yükseltiyor” …
Sonuç itibarıyla sevgili okur iş dönüp dolaşıp boşluk sevmeyen hayatın tabiatına dayanıyor. Son dönemde dünya diplomasisinde cümleler hep o boşluk üzerine kuruluyor. Boşluğun adı “para” olunca, kurunun yanında yaş da yanıyor!
***
Krizden çıkan fırsatı da kaybettik…
Bir milyon yüz küsur bin turist ziyaret etmiş geçtiğimiz yıl Yunanistan ve adalarını. Bu rakam kapıda vize verilen Türkiye’den giden turist sayısı… Envanteri kim tuttu bilmiyorum ama çoklu giriş ve çıkışlarla mümkündür böyle bir rakama ulaşmak 12 ay içinde…
Peki, teveccühün nedenini düşündünüz mü hiç? İnanmayacaksınız ama tercihlerde “yerli tesislerimize göre ucuz ve kaliteli olması” ilk sırada…
Coğrafyamız farklı değil. Denizimizin rengi de kokusu da (bizim kıyıların bir bölümü hariç) aynı. Tarihimiz desen Antik Yunan uygarlığının en sağlam izleri Anadolu topraklarında. Hatta daha kadimi de var…
Hala kazılmayı bekleyen 60 küsur bin arkeolojik alanımız toprağın altında duruyor...
Eski Muğla valisi Orhan Tavlı döneminde sadece il sınırları içinde yapılan 12 aylık aktif kazı 29, sezonlukları da yüz küsurlu rakamları buluyordu bir buçuk yıl öncesine kadar. Şimdi birçoğu askıda…
Hadi burayı hızlı geçtim. Mutfak desen otun envaı çeşidi, hayvanın onlarca türü, lezzetin yüzlerce seçeneği menülerde yerini almış…
Bakmayın “Marmaris” usulü karışık dünya mutfaklarına filan. Pizzayla balığı aynı tabaktan yemeyenler için de bir cennet bizim taraf…
Peki, biz ne kadar turist toplamışız adalardan? Onun kaynağına ulaşamadım. Ama en çok girdi-çıktı; günlük olarak Midilli, Simi, Rodos, Kos gibi yakın adalardan yapılıyor. O da turistik filan değil. Market alışverişi…
Şimdilerde onu da unutun. Bulgaristan’da sınıra yakın oturan bir arkadaşımın deyişiyle “Türkiye artık bize göre çok pahalı kalıyor. O yüzden sınır ötesi alışverişi kestik”…
Maliyet, lojistik vesaire bahaneyle etiketlere abanan fırsatçı tayfa gözünüz aydın. Turizmde (kayıt dışı bile sayılabilecek) günlük alışverişçi turisti bile elimizden kaçırdık…
Deterjan, tuvalet kâğıdı ve Çin’den ithal edilen kötü plastikten araç gereç dışında ucuz hiçbir şeyimiz kalmadı memlekette. Elimizdeki cılız sarı öküzü de kaptırdık…
“Bunu mu dert ediyorsun?” diye soranlar olabilir. Görülecek hiçbir yeri olmadan sadece vitrin alışverişinden gelen rakamla ayakta kalan ülkeler var dünyada. Misal de bizim kıtada olduğu için Andorra olsun hadi…
Sıcak para dünyanın her yerinde iş yapıyor güzel kardeşim. Tesisini satamaman senin derdin ama sıcak para kaybı toplam ekonomimizin. Geçmiş ola!
***
Eksik bir tadın anatomisi!
Öyle sağlam reklam yaptılar ki ister istemez şu karlı kış gününde “izlemem lazım” diye oturdum ekranın başına…
“Umami” isimli filmden bahsediyorum. Yönetmenliğini işlerine bayıldığım Emre Şahin’in üstlendiği; başrollerini Burak Deniz, Öykü Karayel, Osman Sonant, Onur Ünsal gibi parlak oyuncuların paylaştığı filmde, “şef mutfağı öznesinde açılmış bir restoranın” sıradan bir gecesi anlatılıyordu…
Bir film boyunca “sonraki sahnede ne olacak?” diye beklemek hem iyi hem kötüdür. İyidir çünkü seyirciyi içine alarak hikâyeye dâhil eder bir yerden sonra…
Kötüdür çünkü olanı bir yere bağlamak için dakikaların dehlizlerinde dolaşıyorsa; bir yerden sonra yoldan ziyade, çıkışa odaklanırsınız…
Umami, maalesef “b” şıkkını vaat ediyor izleyene. Hemen her işin mutfağında olan stresi insan öykülerine bölerek farklı şeyler anlatmaya çalışsa da günün sonunda (filmin içeriğine uygun konuşayım) hesap adisyonunda itiraz edecek bir durum çıkıyor ortaya…
Mutfak stresini yakın dostum olan Mehmet Yalçınkaya şefin yönettiği mekânlardan bilirim. Hakikaten insanın ömrünü törpüleyerek azaltır her dakikası…
Ama günün sonunda hep bir yere bağlanır. İyi yemeklerle alkışlanmış ya da memnuniyetsizlikle düş kırıklığı yaratmış bir gecenin sonuna…
Umami’de arayıp da bulamadığım tat tam olarak bu oldu. Tanımı “bir tat türü” olan umamisi bile eksikti ve anlatamadı meselesini…
Popüler deyişle “fiyat ve performans” örtüşmedi. Bir tatsızlık hissiyle kapattık hesap sumenini!
***
Yetti de arttı bile!
Bazen de “arkadaş işin ucuzuna kaçmışsın” dediğiniz şeylerin finalde sizi fena halde ters köşeye yatırması durumu var…
Jeneriğinden başlayarak dizinin ilk bölümünün ortalarına kadar “ucuz etin tiridi” tadında akan “Hatıran Yeter” isimli mini dizi son zamanlarda izlediğim en görkemli ve sahici işti…
Dijital platform için çekilmesinden dolayı ucuza kotarılmış hissi veren dizinin bir yerinde hem senarist hem de yönetmen koltuğunda oturan Ömer Faruk Yardımcı gaza öyle bir yüklendi ki sarsıntım dizinin sonuna kadar sürdü…
Öncelikle sağır ve dilsiz Baha karakterine hayat veren genç aktör Aytaç Şaşmaz, deyim yerindeyse “mıhladı” ekran karşısına beni…
Genç kuşağın yeteneklerinden Sümeyye Aydoğan sınırlı bir rolde sınırsızlaşırken, sevdiğim aktrislerden Belçim Bilgin neredeyse hiçbir şey yapmadan “dev gibi” hissettirdi kendini…
Zor günlerden geçiyoruz. Sahici hüzün için nedenlerimiz saymakla bitmez ama makul bir nedene daha ihtiyacınız varsa “Hatıran Yeter” yeter de artar bile…