Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Mesut Yar Bankalar yeniden kumbara dağıtmalı!
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Ekonomi denen şeyin böğrümüze bir boğa gibi oturduğu yıllardan geçiyoruz. Üstelik biz sıradan insanların, finansal okuryazarlığımız olmadan sadece söylemlerle yol almaya çalıştığını görmek de cabası

        Sokaktaki çocuğun ağzına sakız olmuş enflasyon, asgari ücret, fahiş fiyat ve ÖTV gibi deyimlerin düşünce balonları gibi savrulması sanırım en büyük sınavımız…

        Peki, bundan 50 yıl öncesinde nasıldı bu işler? Geçen gün kentin bir yerinde gördüğüm kumbara şekilli sokak saati bir zaman kapsülüne bindirip çocukluğuma yolladı beni…

        Çok iyi hatırlıyorum. Bir bankadan çocuk dergileriyle birlikte bir de gümüş rengi kumbara hediye etmişlerdi. Tuhaf ama sıkı bir bağ oluştu zaman içinde aramızda…

        Bozukluk denilen her şeyi atar dururdum kumbaraya. Araya karışan düğmeler filan da fantezisiydi işin. Kumbara dolup, tabanındaki kilit açılınca ortaya saçılan paraları sayarak kendi ekonomimizi öğrendik…

        Kimi zaman benim, kimi zaman da sevdiklerimin işine yaradı o ekonomi. Hala bir kumbaram var. Ama bozukluklar eskisi kadar değerli değil. Neyse…

        Yıllar sonra bir karikatür sayesinde tanışacağım Enflasyon Canavarı, kaderimizin vinyeti olarak yapıştı alnımızın ortasına. Hep bir kavga, hep bir savaş…

        Şimdinin çocuklarının böyle hayatı öğreneceği objeleri kalmadı. Onlar ebeveynlerinin ya da TV ekranında konuşan kafaların ağzından ezberine aldı bu ve benzer deyimleri…

        Ne olduğunu değil, kötü bir şey olduğunu biliyorlar sadece. Öyle ya, ağıza her alındığında mutsuzlaşan yüz ifadeleri başka ne anlama gelebilir ki onlar için?

        Kerrat cetveli nasıl ki bizim kuşağın kâbusu olmuşsa, TEFE, TÜFE, ÜFE hesaplamaları da onlar için kâbus oldu

        Lafı uzatmadan, elbette finansal okuryazarlığı ilkokul müfredatına koyacak değiliz. Ama pratikte bir zihin alışkanlığını basit bir kumbarayla sağlayabiliriz…

        Bırakalım tasarruflu ekonomi ilişkisini onlar kendi aralarında halletsin. Biriktirdiklerinin sadece para olmadığını anlayana kadar

        ***

        Keşke çiçekleri düşürmeseydin…

        Hasat zamanındayız sanki. Hazan zamanı. Hüzün zamanı. Tüm kalbi kırık zamanların birleştiği tuhaf bir mevsimdeyiz…

        Yılı daha yarılamadan bir şekilde birbirimizin hayatına değdiğimiz mücevher ruhları uğurladık yaşamdan…

        Selim İleri, Filiz Akın, Şinasi Yurtsever, Volkan Konak, Tanyeli, Balık Ayhan, Osman Sınav derken son olarak İlhan Şeşen

        Bunlar benim unutmadıklarım. Elbette arada başka hafızalarda çiçek açan nice kutlu isim var. Tuhaf, dünya ekininde hasat bereketinin yanında bu denli hüzünle gelmemişti bana…

        İlhan ağabeyle, az buçuk profesyonel sayılacak ayrı bir dostluğumuz da vardı. O yeterince tanınmış, ben yeterince yol yürümemişken “Su” isimli bir mekânda kesişmişti yollarımız…

        Kısa bir serüven olmuştu. İyi bir müzisyen ile kötü bir işletmeci ilişkisine, ortağımız Cem aniden vefat edince son verip, dostluğa açmıştık yelkeni

        Sonraki yıllar üretimi kendinden önde koşan bir dâhiye olan hayranlığımla kesintisiz izledim yol hikâyesini…

        Yıllar sonra konuk ettiğim bir programda şifreli kahkahalarla anmıştık tatlı acemiliklerimizi. Benim için, kendiyle eğlenebilen, kendiyle kavga edip, kendiyle barış ilan eden bir müstesna bilgeydi…

        Sadece bir müzisyen olarak görmedik İlhan ağabeyi. Neden sonra “Amca” olarak anılmaya başladığı yıllarda çok sevdiği oyunculuk, sunuculuk ve aklına gelen her şeyin çıpasını atan bir kaptan oldu. Ne de güzel oldu…

        Önceki gün kaybettiğimizin haberini aldığım da aklımda rahmetli Cem’e seslendiğim gecelerin klişesi kalmıştı. “Aman İlhan ağabeyi geçe bırakmayalım, yarın da lazım bize”…

        Öyleymiş sahi. İçi giderek boşalan iki yarın atlatınca iyiden iyiye anladım bunu. Ah be İlhan ağabey, keşke hiç düşürmeseydin ellerindeki o çiçekleri. Nur içinde yat…

        ***

        An değil insan biriktirin!

        Reklam klişelerinden öyle sıkıldım ki. Hakikaten de bu mesele de yalnız olmadığımı düşünüyorum…

        Geçenlerde bir reklamda yine aynı kalıp dökülüyordu ağızdan; “Unutulmaz anlar biriktirin”. Neden?

        O biriken anların yaşanıp gitme gibi bir gerçekliği var. Gittikten sonra da an değil anı oluyor zaten. Kaldı ki onu da biriktirmeye gerek yok…

        Unutulmaz olanları birikime ihtiyaç olmadan çıkıp geliyor saklandıkları yerden. Güzel bir yere gidip “bakın ben neredeyim” fotoğrafı çekmek ne kadar manasızsa, bir daha gidemeyeceğin konseri dinlemek yerine telefon kaydına almak nasıl izahsızsa, an biriktirmek de farklı bir şey değil

        Hal böyle olunca an biriktirmek yerine hayatın tadını anında çıkarmak daha efektif bir şey…

        Bakar mısınız, neyi nasıl izah eder olduk birbirimize? Boş yapmak için tüm koşulları oluşturan bir vasat bir hayatın içinde vasatın üstüne çıkabilmek için hop oturup, hop kalkıyoruz durduğumuz yerde…

        An biriktireceğinize insan biriktirin kardeşim. Gözü gözünüze değdiğinde yüreğinizin şenleneceği insanları biriktirin…

        Unutulmaz olanlar sadece o bakışlardır çünkü. Varlığıyla mutlu edip, yokluğuyla dünyayı yalanlarlar, nokta!

        ***

        Seçim senin esnaf kardeşim…

        Şu “yaz geldi, lahmacun açtı” muhabbetine sarıp duracağımız yere, simit ya da pizza fiyatlarının uçuşuna bakmasak mı?

        İstanbul’da 20 liraya yediğin simit, sıradan bir sahil kasabasında 50, biraz da afili bir yerde yiyorsan 150 lira bandını aştı…

        Pizza dediğin ve içinde sözde Mozarella, özde taze kaşar ve salça ikilisi olan hamur yuvarlağının en ucuzu 300, en uçuğu 4000 liraya ulaştı

        Bodrum ve lahmacun ikilisini “cambaza bak” diye kullanıp kör noktalardan etiketi alnımıza yapıştıran esnafa iki kelam etmeyecek miyiz?

        Usta bu nasıl fiyat?” diye sorduğunda; “Maliyetlerden dolayı” yalanıyla ikna olup, üstüne bir de bahşiş mi bırakacağız?

        Meseleleri doğrudan okumamak gibi bir alışkanlığımız var. Bunun üstünden gidelim…

        Bir simidi 20 liradan 100 liraya çıkarmak için aynı fırına asgari ücretli iki yeni işçi, elektrik faturasına yeni bir sıfır, kira kontratına yüzde 100’lük bir zam koymak gerekiyor

        Bunları koymadan kar peşinde koşuyorsan, sıradan satıcının 20 lira üzerinden elde ettiği kara bir 20 lira daha ekleyip; illüzyonla da olsa bir şekilde yine yedirirsin simidini…

        Ürününü yiyen doyar, sen ise ufaktan bir semirirsin. Hem bu senin elinden “ağlama” argümanını da almaz. En çok “pahalı” olarak anılırsın…

        “Vicdansız” olarak anılıp, düştüğünde uzanan el bulamamaktan çok daha evladır böylesi. Seçim senin…