Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muhsin Kızılkaya Bir sokak tabelasında adını düşleyen şair

        Yaşarken kaç yazarın, şairin, sanatçının yaşadığı o şehirde veya bir biçimde yolunun kesiştiği başka şehirlerde bir meydan, cadde veya sokağa adı verilmiştir bilmiyorum ama her kıymetli şahsiyet, yaşarken adını bir meydan, bir cadde, bir sokak tabelasında görürse eğer, ziyadesiyle mutlu olur.

        Eğer İstanbul’da mesela Beşiktaş’ta yaşıyorsanız çıkın sokağa, gezdiğiniz yerlerde sokak adlarına bakın, birbirinden farklı şahsiyetlerin isimlerinin o sokak adlarının yazılı olduğu tabelaları süslediğini göreceksiniz.

        Rasgele baktım ben, en çok “şairler” nasibini almış sokak adalarından ama bu kadar şiir üzerine yazı yazıyorum çoğunu ben bile tanımıyorum. Mesela “Şair Naifi, Şair Veysi, Şair Necati, Şair Nazım (Kesinlikle bu Nazım Hikmet değildir), Şair Kesebir” adlarına rastladım bazı sokak tabelalarında… Sadece şairler mi, “tabakçılardan” “sandalcılara”, “fırıncılardan” “ağalara”, “bekçilerden “bostancılara” her meslekten, her meşrepten adamın adını bir sokağa vermişler. O sokak sakinlerine, yaşadıkları sokakta adı yaşayan mesela “Cudi Efendi”nin, “Kaypaklıoğlu”nun, “Reşat Ağa”nın, “Sarıefe”nin, “Tüfekçi Bahri”nin, “Gürcü Kızı”nın kim olduğunu sorsak, kaçta kaçı bize o şahsiyetlere dair bir iki cümle kurabilir, bilinmez. Hem bizim bilmediğimiz mesela Kastamonu’nun “Karnıaçık” köyünden vaktiyle göçerek gelip bu sokağa yerleşmiş fırıncıyı nereden bilsin, değil mi?

        *

        Türkiye’de belki de tek “şehir şairi” olan Behçet Necatigil, 1979 yılında vefatından önce; vaktiyle Oktay Akbal’ın yazdığı bir meseleyi, Kabataş Erkek Lisesi’nden talebesi (diğer meşhur talebeleri arasında şair Hilmi Yavuz ile yazar Demir Özlü de var) Hasan Pulur yazmıştı Milliyet’te. Behçet Necatigil’in vefatından sonra yayınlanmamış şiirleri arasında bir şiirini bulmuşlar.

        (Bu “ölümünden sonra bulunanlar” hep bir eksiklik duygusu yaşatır bana. O zamana kadar yayınlamak istemediği şey demek… Neyse, Necatigil son şiirlerinden birisinde “ölüm sonrasını” şöyle anlatır:

        “Ölümümde odaya doluşmayın

        İçeriye girmeyin

        Ne olacak gireceksiniz de

        Gitsin

        Gitsin bekleyin

        *

        Daha belki ben oradayımdır, girmeyin

        Tozlansın hele her şey

        Görülsün istemem nelerim varmış

        Merakınız zaten geçer, üzülmeyin

        *

        Yanlış yerde bir kitap

        Rasgele konmuştur

        Yeri orası mıydı?

        Hemen not düşmeyin.

        *

        Sağken öğrettikleri

        Bir mendili bir yerde

        Ele verir birinizi

        Ölümü de bir derstir unutmayın.”)

        Hasan Pulur’un anlattığına göre Behçet Necatigil bir kitapta bir dipnot görmüş. Dipnot şöyle:

        “Meddah İsmet-1851-1914. Ünlü meddah ve ortaoyuncu-camcı esnafından-ölümünde sonra Beşiktaş’ta bir sokağa adı verildi.”

        Bu dipnottan esinlen Necatigil, şu şiiri yazar:

        “Ben de ona benzesem,

        Dipnot bir kitapta,

        Behçet Necatigil

        Doğum ölüm yılları,

        Şair, radyo oyunları yazar,

        Öğretmendi,

        Beşiktaş’ta bir sokağa

        Adı verildi”

        Behçet Necatigil, ölümünden üç sene önce yazmış bu şiiri. Hasan Pulur, ona dair yazıyı 1986’da yazar ve aradan yedi yıl geçmesine rağmen şairin vasiyetinin yerine getirilmediğinden yakınır. Şairin adı o sırada hâlâ yaşadığı semtteki bir sokağa verilmemiştir, isteğinin yerine gelmesi çok sonraya rastlar.

        *

        Yakın dostları Sâlah Birsel olsun, Haldun Taner olsun, Oktay Akbal olsun, ona dair yazı yazmış herkes dudaklarından hiç eksiltmediği sigarasından bahseder, bir zamanlar dargelirlilerin içtiği, ucunda filtresi olmayan “Birinci” içermiş. Günde üç paket hem de. Ve sonunda akciğer kanserine yakalanmış. Burada tedavi imkanları kısıtlı o vakitler, bir yazarın şairin pasaport alıp yurt dışına çıkması da bir hayli zor, hadi pasaport aldı, bu kez döviz bulması bir o kadar zor… Dostu Oktay Akbal ve talebesi Hasan Pulur meşhur iki köşe yazarı, iş edinmişler, tanıdıkları devreye sokmuşlar, hükümet de “imana gelmiş”, Hoca’ya en sonunda pasaport vermişler, döviz de tedarik etmişler ama bu kez Behçet Necatigil tedavi olmak için yurt dışına gitmek istememiş. Hayatı boyunca öğretmen maaşıyla kıt kanaat geçinmiş, gece gündüz sadece şiir düşünmüş, bulabildiği her fırsatta, her yerde, bazen de sokak lambalarının yaydığı ölgün ışık altında bile şiir yazmış “küçük memur” Necatigil’in gerekçesi şöyle:

        “Bu memleketin parasına yazık değil mi, öleceksem burada ölürüm,” demiş ve İstanbul’da bir hastane odasında ölmüş. Onu son günlerinde hastanede ziyaret eden Oktay Akbal, Cahit Külebi ile kendisini “gülümseyerek” yolcu ettiğini anlatır hastane odasından.

        “Siz geniş zamanlar umuyordunuz

        Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek

        Yılların telaşlarda bu kadar çabuk

        Geçeceği aklınıza gelmezdi”

        Evet, yıllar aceleci, yıllar telaşlı geçip gidiyor ömrümüzden.

        *

        Behçet Necatigil, hakiki bir Beşiktaşlıydı. Hep o semtte yaşadı araya giren birkaç yıllık Anadolu’da öğretmenlik ve askerlik yılları hariç. Kabataş Erkek Lisesi’nden mezun oldu, 1945 yılında, okuduğu liseye edebiyat öğretmeni olarak geri döndü ve çok uzun yıllar boyunca yerleştiği “Camgöz Sokak”taki küçük ahşap baba evinden Ortaköy’de bulunan Kabataş Erkek Lisesi’ne gidip geldi. (Talebeyken de aynı yolu kullanıyordu.) Galiba çoğunlukla bu yolu “yayan” gitti ki bir şiirinde bu yolculuğu şöyle anlatır:

        “Ne hoş sabah akşam yayan

        Gitmek aynı kaldırımdan

        Yol boyunca uzayan

        Yüksek bir duvar dibinden

        *

        Bir yanımda direkler

        Bir yanımda bu duvar

        Ne sevinç ne bir keder

        Kayıtsız bir taş kadar

        *

        Ne arkadaştan eser

        Ne kalpte bir istek var

        Bir sütunla beraber

        Yalnız gittiğim yollar”

        En yakın arkadaşlarından Oktay Akbal, onu anlatırken bir “münzeviden” bahsetmiyor ama kalabalık arkadaş grubu arasında da varlığını yüksek sesle bağıran bir adam da olmadığını söylüyor. Fazla konuşmuyor, şiirlerinden bahsetmiyor mesela çoğu şair gibi, şair dedikodularına fazla ilgi göstermiyor, orada bulunmayan bir başka arkadaşlarını çekiştirirlerken, masadaki şair korosuna katılmıyor ama konuşmaya başlayınca muazzam kültür sebebiyle oradaki herkesi kendine hayran bırakıyor.

        *

        Evimizin de bulunduğu Ortaköy’den Beşiktaş’a gitmek üzere şairin çok uzun yıllar boyunca yürüdüğü o “kaldırımda” yıllar yılı yürürken, şairin “Bir gün gelir şahit ister/Bu yollardan geçtiğime dizelerini yazdığını bilmiyordum. Bundan tam kırk sene önceydi, üniversitede talebeydim, cumartesi pazar sabahları Kocamustafapaşa’daki evden çıkar, Eminönü’nde bir Boğaz otobüsüne biner, şairin yürüdüğü “duvarlar arasındaki” yolun bitiminde, şairin ders verdiği okul durağında iner, Ortaköy Zübeyde Hanın Kız Meslek Lisesi’nde, çocuklara Hakkâri halk oyunlarını çalıştırır, işim bitince de bu kez aynı yolu Beşiktaş’a kadar “yayan” gider, Beşiktaş’ta otobüse binerdim. O semt, oralar, şairin her gidişinde aklında mutlaka bir mısra evirip çevirdiği o yolda, o duvara bakar, günün birinde o duvarın boyanarak üzerine “Beşiktaşlı şairin” dizlerinin yazılacağı günü hayal ederdim. Sonra bir halkla ilişkiler firmasının aklına geldi bu fikir galiba ama Behçet Necatigil’in şiirlerini yazmadılar boyadıkları duvarın o kısmına, resim çizdiler, geride kalan kısımları zaten Atatürk fotoğraflarıyla süslüydü.

        *

        Hasan Pulur’un yazısından çok sonra, Behçet Necatigil’in yaşadığı “Camgöz Sokağın” adı, “Behçet Necatigil Sokağı” olarak değiştirildi. 2022 yılında da yani ölümünden 44 sene sonra Vişnezade Parkı’nın içinde bulunan “Şairler Sofrası” köşesine birkaç şairle birlikte onun da heykelini kondurdular.

        Şiirini bilen, onun mısralarına müptela kim varsa, bu parkta onun heykeliyle karşılaşan herkesin aklına bence şu şiirini geliyordur:

        “Gidecek yeri olmayan biri

        Aslanları görmeye parka gitti

        Aslanlar taştan

        O bir insan

        Nasıl anlaşırlar

        Anlaştılar”

        O parkta onu heykel, kendini yaşayan birisi olarak görenin aklına da şu dizeleri düşer:

        “Kader aynı kader, şu farkla

        Size işlemeyen şeyler

        Derinden yaşamakla

        İçerimde yer eder.”

        Bu yüzden o şair, biz de okurlarıyız işte.

        *

        Nedendir bilmem; bir sokağın başına geldiğimde, o sokağın adının yazılı olduğu levhayı görmeden girmem o sokağa. Her sokakta tanıdık bir şair adını aradığımdan mıdır, yoksa karşılaşacağım tabelanın yaratacağı çağrışımları sevdiğimden midir bilmem ama bir şehri sevmek, o şehirdeki sokak adlarını sevmekle başlar bana göre. Bazen “Cırcıroğlu” gibi tuhaf bir isimle de karşılaşırım, bazen de “Asmalı Kahve”, “Loş Bahçe” “Maşuklar”, “Servirevan” gibi muhteşem isimler de çıkar karşıma. Ama her belediye siyasi fikrine yakın şahsiyetlerin isimlerini cadde ve sokaklara verince, sonradan gelen parti onu değiştirmekle başlar işe. Bu yüzden de hiçbir şahsiyetin ismi bir sokakta, caddede veya meydanda uzun ömürlü olmaz bizde. (2003 yılında ilk defa Moskova’ya gittim, o meydana ne zaman Puşkin Meydanı demişler bilmiyorum ama Bolşevik Devrimi bile o tabelayı kaldırmamış oradan. Meydanda yoksul düşmüş Sovyetler Birliği Komünist Partisi mensupları yardım topluyorlardı. SBKP’ye ben de 20 ruble bağış yaptım gençliğimi düşünerek.) Misal kayyum gelmeyinceye kadar hiç kimsenin aklına Diyarbekir’de Sezai Karakoç’un adını bir yerlerde yaşatmak gelmemişti herhalde. Yine Afyon’da, orada yatılı mektepte okurken ilk şiirlerini yazan Ahmed Arif’in adını bir sokağa vermek; “O” romanıyla Hakkari’yi modern edebiyata kahraman yapmış Ferit Edgü’nün veya Hakkari’nin adını dünyanın dört bucağına yaymış olan Yılmaz Erdoğan’ın adını o şehirde bir caddeye, bir sokağa, bir parka, bir meydana vermek çok mu zor? Yaşarken Mehmed Uzun, adını “benim hüzünlü şehrim” dediği Diyarbekir’de bir sokakta görseydi, mahcubiyetini o muhteşem, yakışıklı gülümsemesinin altına gizleyerek sevincinden havalara uçardı, öldükten sonra bir parka ve bir caddeye verdiler adını rahmetlinin.

        Biliyorum, hep böyle bir jest bekledi Diyarbekir’e her gidişinde.

        *

        Behçet Necatigil’in semti Beşiktaş’ta Çarşı içinde “Şair Leyla” sokağı diye bir sokak var. Zonguldak Lisesi’nde hocayken tanıştığı Rüştü Onur’un “Şair Leyla” şiiri şöyle:

        “Payıma düşen toprak parçası

        Senin de payına düşer

        Ayrılık gayrılık yok

        Ölüm nefesinde nasıl olsa.

        *

        Amma henüz vakit erken

        Daha gün

        Karşı apartmanın balkonunda

        Dur bakalım hele

        Ben salata satayım

        Şair Leyla Sokağı'nda.

        *

        Sen gene koş

        Bez fabrikasındaki

        Tezgahının başına

        *

        Ölüm içimde

        Ölüm dışımda

        Ölüm talihsiz aşımda

        Ölüm kuru başımda

        Teselli benim gözyaşımda.”

        Ömürleri kelebek ömrü kadar iki hüzünlü, iki talihsiz şairi Rüştü Onur ile Muzaffer Tayyip Uslu’yu anlatmıştı Yılmaz Erdoğan “Kelebeğin Rüyası” filminde. İki şairin de Behçet Necatigil’le yolları Zonguldak Lisesi’nde kesişmişti. Hoca şiirlerini göndermişti “Varlık”a, ikisine dünyanın en harikulade hediyesini vermiş, ikisi de gözü açık gitmemişti öte dünyaya bu sayede.

        Rüştü Onur, verem tedavisi görürken tanışmıştı Mediha Sessiz’le. Evlenmişlerdi, Şair Leyla Sokağında oturuyorlardı. Şair marul satıyordu o sokakta bir manav tezgahında, karısı bez fabrikasında çalışıyordu. Behçet Necatigil, Rüştü Onur’un ölümü üzerine bir “beşlik”yazmıştı:

        “Bir şair yaşamıştı Zonguldak’ta

        Adı Rüştü Onur’du

        Bilseydi hatırlanacağını

        Ölümünden sonra

        Memnun olurdu.”

        “Birçok mendilin kanadığı” yıllardı, verem kasıp kavuruyordu, açlık soğuk bir yılan olmuş herkesin koynunda geziniyordu, hayatlar küçüktü, hayaller küçüktü, “dağılmış pazar yeri gibiydi memleket”, Behçet Necatigil İstanbul’un yoksul semtlerinde bazen sabahlara kadar dolaşıyor, dersi olmadığı zamanlarda o sokaklarda, o meydanlarda, o köşe başlarında, iskelelerde, çay bahçelerinde, sabahçı kahvelerinde, balıkçı tezgahlarında, berber dükkanlarında, çorbacılarda, kesilmiş koyun başı gibi bakan küçük insanların, küçük ama o günden bugüne geçen zamanla birlikte büyüye büyüye hepimizi kuşatmış olan o büyük şiirini yazıyordu.

        Kendini; karşılaştığı, hayal ettiği, çoğunu görüp konuştuğu, çoğuyla hiç konuşmadığı o insanlarla herkesin bildiği ama herkesin bir araya getiremediği kelimelerle ifadesi güç bir maharetle özdeşleştiriyor, onlara o kadar sevecen, o kadar içten yaklaşıp şiirini yazıyordu ki, o mini minnacık hayatlardan bize ulaşan o mini minnacık şiir, tıpkı o hayatlar misali hep ince, hep rikkatli, hep sıcak kaldı hayatlarımızda kuşaklar boyunca.

        Behçet Necatigil’i okumak, sokak tabelalarında kendi adını bulmak gibidir bence.

        *

        “Bazı Lakap ve Unvanların Kaldırılmasına Dair Kanun” 1934 yılında kabul edildi. Bu kanun ile “Efendi, Bey, Paşa, Ağa, Hacı, Hoca, Hafız, Molla, Hazretleri” gibi lâkap ve unvanlar, “kanun namına” tedavülden kaldırıldı ama şehrin semt isimlerinde yer alan “Paşalar” hep yerinde durdu. İstanbul’da “Haydarpaşa, Davutpaşa, Kasımpaşa, Bayrampaşa, Piyalepaşa, Koamustafapaşa, Küçükmustafapaşa, Cerrahpaşa” gibi semt isimleri “paşa paşa” hayatını sürdürürken şehirde, şair Behçet Necatigil, çok istediği halde adını küçücük bir sokak tabelasında görmeden göçüp gitti bu dünyadan.

        *

        Ha devletin hakkını hepten yememek gerek. Yaşarken belki Behçet Necatigil adını bir sokak tabelasında göremedi ama son yıllarda birçok şair, yazar, edebiyatçı, düşünür ve halk ozanının isimlerini 64 kilometrelik Kahramanmaraş-Göksun Yolu’nda (ki bir diğer adı “Edebiyat Yoludur”) birçok tünele, viyadüğe, köprü ve kavşaklara verdiler. Oralara yolunuz düşerse eğer güzergâh boyunca “Rasim Özdenören Tüneli”ne girip “Erdem Bayazıt Viyadüğü”nden geçip yolunuza çıkan viyadük, köprü, kavşak ve tünel tabelalarında teker teker Ali Kutlay, Âşık Mahsuni Şerif, Hayati Vasfi Taşyürek, Abdürrahim Karakoç, Bahaettin Karakoç, Cahit Zarifoğlu, Alaeddin Özdenören, Akif İnan, Nuri Pakdil, Sezai Karakoç ve Necip Fazıl Kısakürek gibi şahsiyetlerin isimleri çıkacak karşınıza.

        Behçet Necatigil döneminde “viyadük” diye bir şey yoktu. Bu yüzden küçük şeylerin şairi küçücük bir sokak tabelasında düşledi adını. Günün birinde yazarların, şairlerin adının viyadük gibi azametli şeylere verilebileceğini, hayal dünyası okyanus kadar engin olan o bile hayal etmemişti herhalde.

        Anadolu’ya götürmek için “sanatı yollara düşürmek” buna denir işte!